‘Biliyorum, iyi olmadı bu prova
Biliyorum dört mevsim, bir yıl, kara proletarya
Gurme mi olsam şimdi, kanaat önderi mi’
Selim Temo
Bizim kimi ‘hocalarımız’ vardır, kitapları raflarda mutlaka bulunur, bir mesele hakkında ‘acaba o ne demiş’ diye önce onların yazılarına bakarız. İşte o yazılardan biri yine, çokça okunan, beğenilen, ‘paylaşılan’ türden. Zaten okunması da gerek mutlaka: “Türkiye: Zor Memleket” başlığıyla. Genel olarak solun ve solcu ‘okumuşların’ darbeye karşı aldığı tavrın bir eleştirisi bu yazı. Her ‘özet’ metne haksızlık eder malum ama şöyle söyleyelim bu eleştirinin derdini: darbeye karşı sol kesim olumlayıcı, hiç değilse ‘pasif’ bir tavır geliştirmiştir ve bu tavır solun demokratlığına gölge düşürmüş, solcular her zamanki gibi başarısız bir sınav vermiştir. Bir diğeri, solcu aydınlar hiçbir zaman sınıfla ya da ‘halk’ ile bağ kuramamış, okumuş olmanın kibriyle ezilenlerin gerçek sorunlarından, tercihlerinden vs kopmuştur. Oysa batıda öyle değildir, orada ‘entelektüel’ denen kişi iktidarın karşısında toplumsal kesimlerin sesi olmuştur, Sartre örneğinde olduğu gibi. Nihayetinde, -haksızlık etmemeli yine-, hükümet edenler çoğunluk baskısına son vermeli ama solcular da artık demokrat olmanın gereğini yapmalıdır. Gelelim “bunların neresi yanlış?” sorusuna ve meselemizi de özetleyelim: Yanlış değil ama “Bir şeyler eksik”: Halka ulaşamayan kendisine solcu demesin artık, dememeli de zaten, amenna; ama 7 Haziran’dan bahsetmeyen 15 Temmuz da desin mi artık? Bu kadarla kalsa iyi, çünkü 1128’den sonra sanki Sartre da olmuyor artık, olamıyor yani inanın.
Zizek’in sık sık tekrarladığı, ‘tarihe’ dair bir Adorno tezi vardır hani: Tarih dediğimiz şeyde gerçek bir kırılma olduğu zaman, aynı yerde duran, aynı eylemi tekrarladıklarını sananların da konumları değişmiştir artık. Bizden bir örnekle diyelim, modern Türk veya Kürt şiiri ortaya çıktıktan sonra da divan şiiri veya ‘mewlîd’ yazanlar olmuştur elbette, ama onlar ‘gerçek şiir budur’ iddiasında olsalar bile, eskiye duyulan özlemi ifade etmekten, bir nostaljiyi sürdürmekten fazlasını yapmıyorlardır aslında. ‘Kırılma’, bütün konumları değiştirmiştir artık.
Peki biz nerden kırılmaya başladık? Yanlış hatırlamıyorsak, yaklaşık on dört ay önce, 7 Haziran gibi. Anımsayalım: Bu ülkenin ‘ulusalcı’ refleksten arınmış neredeyse bütün solcuları Kürt hareketi ile beraber yürüdü. Bütün olanaksızlıklara, engellemelere rağmen ‘meşru’ seçimlerde HDP muazzam bir başarı elde etti. Ve birkaç gün sevindik hani.
Sonra? Sonrası malum. Bugün hepimizin aptallaşmasının nedeni olan son on dört ay… Kaç kişi öldü, kaç bomba, kaç çatışma, artık hatırlamıyoruz bile. İnsanlar bırakın tepki vermeyi, yolda doğru dürüst yürüyemeyecek hale geldiler nerdeyse. Doğru konum almak şöyle dursun, “biri çıksın da bize neler oluyor anlatsın” diyecek kadar ‘gerçeklik dileniyor’ hale getirildik. Şimdi bütün bunlar hiç olmamış gibi, darbeye kalkışanların ve onu bastıranların da ilk hedefi her zaman Kürtler ve ‘solcular’ olagelmemiş gibi, bugün darbe karşıtlığının meşruiyetiyle sola ‘vurmakta’ hiç değilse fazladan bir zihinsel konfor yok mudur? Darbeye karşı olmamanın bir gerekçesi olamaz tabii, ama diyelim 10 Ekim’de yüzden fazla arkadaşının paramparça olmuş kemiklerini toplayanların, sokağa inenlere en azından 'mesafeli' durması da bu kadar mı ‘anlaşılmazdır’ sahiden? “Bu ülkede her şey yolundaydı ve birdenbire bir darbe girişimi oldu, solcular sokağa inmedi, lanet olsun onlara!”. Son on dört ayımızın bütün hikayesi bu mudur gerçekten? Uzatmadan bu soruyu bırakıyorum sadece ve ‘entelektüel’ meselesine gelmek istiyorum bir de.
Pek severiz elbette, Sartre bir Fransız olarak “Cezayir!” demiştir, Edward Said’in elindeki taş doğru’nun simgesi olmuştur adeta. Neden ‘olmuyor’dur peki artık?
Aslında uzun süredir olmuyordu. İsmail Beşikçi’lerden, Fikret Başkaya’lardan söz etmeyen zaten ‘entelektüel’ demesindi uzun süredir. Onların cesaretine yaklaşamazdı belki ama, biz kırılırken ‘yeni’ bir şey de oldu. Yerlerde ‘gömülemeyen’ bedenler varken, 1128 akademisyen “Durun!” dedi; “Barış”, “Kürtler”, “Çözüm!” deme cüretini gösterdi. Sonra neler oldu ve hala oluyor: Kimisi yaşadığı şehri, kimisi ülkeyi terk etti. Tutuklandılar, kovuldular ve hala ‘soruşturuluyor’, sıralarını bekliyorlar. Son haberler nedir derseniz, şimdi de evet, ömürleri boyunca ‘darbe’yle mücadele etmiş bu insanlar ‘fırsat bu fırsat’ denerek darbe soruşturması dalgasıyla ‘uzaklaştırılıyorlar’!
Bu ‘solcu okumuşların’ cesaretleri ve ‘yanımda olur’ diye umut ettikleri birkaç dosttan başka hiçbir şeyleri yoktu üstelik. Öyle oldu mu peki diye sorarsak… Çok da değil aslında. ‘Tehlikesiz’ zamanlarda bütün ‘kariyerini’ Kürt sorununa borçlu olan, yirmi dört saat çözüm analistliği yapanlar birdenbire buharlaşmıştı mesela. Tedbirli olan birçoğunun 'güvenli akademik kapıları' kapanmıştı. Korkanlar vardı ama onlara gönül koymadılar. Çünkü korku son derece ‘insaniydi’. Ama korkmuyormuş gibi davranıp sinikliğine teorik gerekçeler üretmeye çalışanlar da unutulacak gibi değildi. Bu cümlelerin yazarı mesela, tutuklu akademisyenlerin “Kemalist” olduğunu bile duydu arkadaşından. Hülasa, başınıza bir şey gelir hani, etrafa bakarsınız, zaten birilerinin ‘arkanızda’ olmayacağı bir hayat sürdürmeye çalışmışsınızdır iyi kötü, ama o sırada ‘yanınızda’ görmenin ‘yaşamsal’ önemde olduğu dostlar varsaymışsınızdır. Onları okumuş, kişisel olarak tanımamanıza rağmen çok iyi bildiğinizi düşünmüşsünüzdür. Ama yokturlar, yoktular. İşte biz topyekun kırılırken bir de buradan kırıldık. Elbette ahlakçılık yapacak, suçlayacak, ‘mağduriyetten’ erdem çıkaracak da değiliz. Yine merak eder, bakar, okuruz nihayetinde. Ama bütün bunlar olmuş ve “herkes yeniden konumlanmışken”, doğrusu artık ne Sartre da ne de Said onarabilir belleğimizi. (SG/HK)