Türkiye’de kamusal alanın en önemli figürü hiç kuşku yok ki Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür. O, devletin resmî söyleminin “bedenselleştiği” figür olarak şehir meydanlarını, okul bahçelerini, kamu binalarını, çocuk parklarını, derslikleri heykel, büst ve fotoğraflarıyla süsler; ülkede pek çok cadde, stadyum, okul, kütüphane ve devletin resmî ideolojisi onun ismini taşır. Ülkenin dört bir yanı sayısız görselliğiyle donatılmış olan Atatürk, geçtiğimiz yıl İzmir’in Yeşildere semtinin tam tepesine yerleştirilen 42 metrelik maskıyla artık uzaydan da görülebilen tek Türk unvanını taşımaktadır. Bir kült olarak Atatürk, Zürcher’in deyişiyle “… 20. yüzyıldaki benzerleri arasında en uzun ömürlüsüdür.” (Zürcher,253). Atatürk kültünün ortaya çıkışı Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllara kadar uzanır. “1923’te cumhuriyet kurulduktan kısa süre sonra, yönetici kadro yeni devletin sınırlı kaynaklarını ulusu birleştirecek yeni sembol olarak Atatürk kültünü yaratmak ve yaygınlaştırmak üzere seferber etmiştir.”(Özyürek, 377). Atatürk, Osmanlı’nın tebaâsından millet yaratma çabası doğrultusunda yaratılan, “yeni devlet”in “yeni yüzü”dür. Dolayısıyla, Türkiye’de ulus yaratma süreci, merkezinde Atatürk’ün karizmatik liderliğinin oturduğu sembolik bir operasyona tekabül eder. Bu bağlamda, siyasette etkin rol oynadığı erken cumhuriyet döneminden itibaren “Atatürk’ün heykelleri ve sayısız replikasyonu ülkenin pek çok bölgesinde şehir ve kasaba merkezlerini süslemeye başlamıştır. Tüm kamu binalarına, okullara, mahkemelere, hapishanelere ve polis merkezlerine Atatürk’ün temsillerinin yerleştirilmesi yasalar ve düzenlemeler yoluyla zorunlu tutulmuştur.” (Özyürek, 377). Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, fakat, özellikle 1938’de ölümünün ardından Atatürk, ulusun “Ölümsüz/Ebedi Şefi” olarak kamusal alanın egemen sembolü olur. Bu bağlamda, Atatürk kültünün, erken cumhuriyet döneminde imparatorluktan ulus devlete geçen, cumhuriyet rejimini okuma yazma oranı düşük bir popülasyona anlatma kaygısı taşıyan ve görsel öğelere başvurarak kısa yoldan sonuç almak isteyen bir zihniyetin icraatı olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Öte yandan, 1923’den 2010’a bugün gelinen noktada, okuma yazma oranının %88’lere ulaştığı bir Türkiye’de, eğer bir semtin dağına devasa bir Atatürk maskı yerleştiriliyorsa, Atatürk kültüne ilişkin daha fazla ve başka bir açıklamaya ihtiyaç var demektir.
Atatürk’e sadakat ya da Atatürk’e saklanmak
Türkiye tarihinde her dâim önemli olmakla beraber, Atatürk kültü çeşitli dönemlerde daha fazla popülerleşmiştir. Siyasal hayatın önemli dönemeçleri bu popülerleşmeyle paralellik taşır. Bu bağlamda en çarpıcı örnek, bugün Atatürk’ü İran’da Humeyni ve Kuzey Kore’de Kim Yong Il ile beraber 21. yüzyılın yasayla korunan üç liderinden biri yapan 1951 tarihli, kamuoyunda Atatürk'ü Koruma Kanunu olarak bilinen 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’dur. 27 yıllık tek parti yönetiminin ardından 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, o güne kadar ülkeyi yöneten kurucu kadro açısından bir tür travmadır. İktidara geldikten kısa süre sonra DP, CHP tarafından “irticacılık, hilafetçilik ve Atatürk düşmanlığı” ile suçlanır. Bunun üzerine Celal Bayar’ın önerisiyle meclis, 1951’de, Atatürk'ü Koruma Kanunu’nu çıkarır. Kanunun ilk üç maddesi şöyledir: Madde 1 - Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. Yukarki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır. Madde 2 - Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumi veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispetinde artırılır. Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır. Madde 3 - Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.
Bu kanun, iktidar ve muhalefet arasındaki siyasî çatışmanın Atatürk üzerinden gerçekleşen dışavurumudur. O güne kadar ülkeyi yıllarca yönetmiş olan kurucu kadro, iktidara gelemediği ve siyasî rakipleri ile karşılaştığı noktada “siyasetsizlik üstüne kurulu bir siyaset” biçimi olarak Atatürk’ü “peçe”si olarak benimser. Öte yandan, muhalefet de iktidara aynı dil ile karşılık verir. İsmet İnönü liderliğindeki CHP’ye karşı, Atatürk’ü Koruma Kanunu yoluyla üretilen siyaset, İnönü’ye “ikinci adam”lığını hatırlatırken, bir yandan da DP’nin, ülkeyi 27 sene yönetmiş olan zihniyete getirdiği tüm eleştirilerine rağmen, rejimin içinde bir parti olduğunu “birinci adama” sadakati yoluyla söylemektedir. Böylece, Atatürk kültünün içine gömülü olan devlet ve bu devletin dokunulmazlığı, sorgulanamazlığı ve kutsallığı pekiştirilmiş olur. Bu kanun kapsamında bugüne kadar Türkiye’de pek çok kişi yargılanmıştır. Bu isimlerden yakın zamanda yargılanan Prof. Dr. Atilla Yayla, “Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkilerinin Toplumsal Etkileri” başlıklı bir panelde Mustafa Kemal Atatürk’ten “adam” diye söz ettiği gerekçesiyle ertelemeli olarak 15 ay hapse çarptırılmıştır. “Latife Hanım” kitabının yazarı İpek Çalışlar’a ise kitapta yer alan “Topal Osman’ın Atatürk’e suikast için Çankaya Köşkü’nü kuşattığı, Atatürk’ün öldürülmekten korktuğu için Latife Hanım’ın çarşafını giyerek köşkten kaçtığı” ifadesi üzerine, Atatürk’ün kudreti sorgulamaz liderliğine olduğu kadar erkekliğine de halel getirdiğinden olsa gerek, Bağcılar Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Atatürk’e hakaret ve Atatürk’ü Koruma Kanunu’na muhalefetten 4.5 yıla kadar hapis istemiyle dava açılmıştır. Kanunun “kapsama alanı” o kadar geniştir ki bugün dünyanın en çok tıklanan sosyal paylaşım sitesi youtube’a erişim Türkiye’de yine aynı yasanın iletişim suçları kapsamına sokulması yoluyla iki yıldır yasaklıdır.
Öte yandan, siyasal alandaki gelişmeler ve Atatürk’ün popülerleşmesi arasındaki paralellik darbeler üzerinden de takip edilebilir. DP iktidarına son veren 27 Mayıs’tan başlayarak, her on yılda bir tekrar eden ‘bütün darbeler “ulu önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyet’ini korumak ve kollamak” ve/veya onun hedef gösterdiği çağdaş uygarlık ve demokrasiyi yeniden tesis etmek amacıyla gerçekleştirilmiştir’(Kaynar,1116). Bu vesileyle, bir soyutlama olan devlet, Atatürk’ün şahsında ete kemiğe bürünerek somutlaşmış; zaten bir asker/başkumandan olan Atatürk’ü ilet ebet koruma işi ise -siviller tarafından çıkarılan yasalar tarafından yeterince koruyamayacağı düşüncesinden olsa gerek- ordunun tekeline girmiştir. Atatürk’ün 34 adet günlüğünün bugün Genelkurmay Başkanlığı’nın arşivinde olması ve bu günlüklere herhangi bir sivilin erişebilirliliğinin olmaması –günlüklere erişim ancak özel izinle mümkün- bu tespitin en somut kanıtıdır. Öte yandan, 12 Eylül 1980 darbesi, Atatürk’ün – ve onun dolayımıyla devletin– radikal biçimde bir fetişe dönüştüğü ve kutsallaştığı dönemdir. Türkiye’de soğuk savaşın izdüşümü olarak “sağcı” “solcu” kutuplaşması şeklinde cereyan eden; pek çok kişinin öldüğü, işkence gördüğü, sayısı hala kesinleşememiş fâili meçhullerin olduğu sürecin sonunda 12 Eylül askeri darbesi gerçekleşmiştir. O dönem, Atatürk mitinin karşısındaki üç tehlike, Türkiye’nin Sovyet rejimi altına girmesi, bölünme ve irtica şeklinde tanımlanmış; yönetime el koyan askerler, daha öncekilerde olduğu gibi “Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e sahip çıkmak” adına darbeyi gerçekleştirdiklerini söylemişlerdir. Buna göre ne sağ ne de sol; ama Türkiye’de geçerli olması gereken yegâne ideoloji Atatürkçülüktür. Bu yüzden 12 Eylül’ün yüzü Atatürk’tür. Ordu, 1982’de, 1981’deki Atatürk’ün 100. yaş kutlamalarının rüzgârını da arkasına alarak gerçekleştirmiştir.
Siyasal İslam’ın yükselişe geçmesi ve İstanbul Belediyesi’ne Refah Partili bir belediye başkanının seçilmesi nedeniyle 1990’ların özellikle ikinci yarısı da Atatürk kültünün yeniden keşfedildiği bir başka önemli dönemdir. Esra Özyürek, 2007’de Türkçeye çevrilen çalışması ‘Modernlik Nostaljisi’nde, Atatürk sembollerinin sahiplenilerek yeniden popülerleşmesi bağlamında bu dönem üzerine odaklanır. Buna göre, 1990’ların ikinci yarısında, 1980’lerdeki askeri yönetimin zorunlu Atatürk kampanyalarının yerini sıradan vatandaşların gönüllü Atatürkçülüğü almıştır. Bu dönem ticarileşen, minyatürleşen Atatürk sembolleri 1980’lerde sürüme sokulan Atatürk’ün ciddi ifâdeli “otoriter kafa”sından farklıdır. Atatürk’ün sivil kıyafetler içinde, halkla, çocuklarla bir arada olduğu, gülümseyen fotoğrafları dolaşıma girer. “İnsanlar Atatürk’ün minyatür temsillerini evlerinde, iş yerlerinde ve bedenlerinde sergilemektedirler. Ve bunların hepsi devletin ikonu mahiyetini taşısa da devletin doğrudan otoritesinin dışındadır.”(Özyürek,142-143). Öte yandan, bugün 2000’lerin ilk çeyreğinde, 1990’lara benzer bir motivasyonla Atatürk kültüne sıkça başvurma; Atatürk aracılığıyla siyaset yapmaktan ziyade “pozisyon alma” devam eden bir trend olarak göze çarpmaktadır. Özyürek, Atatürk temsillerinin devletin kamusal alanda devasa boyutlarda sergilediklerinden farklı olarak küçülerek insanların bedenlerinde dahi sergileyebilecekleri bir hâle bürünmesini, devletin doğrudan otoritesinin görece dışında bir durum olarak değerlendirirken “…minyatürleştirilmiş ve ticarileştirilmiş bir Atatürk imgesine bireysel olarak sahip olmak ve onu sergilemek devletle kişisel bir ilişki olarak bireysel yurttaşın tüketici tercihinin piyasa mekanizmaları yoluyla harekete geçmeyi tercih ettiğini göstermektedir.” (Özyürek,143) der. Bu noktada, bireysel yurttaşın tüketiciliği ve market üzerinden kendini ifâde etme biçiminden ayrı olarak özellikle “devletle kurulan kişisel ilişki” tespitinin üstünde durmak elzemdir.
Devletin yüzü Atatürk
Türkiye “devlet geleneği” kavramının söylemleştiği bir ülkedir. İmparatorluktan ulus devlete geçişte, Tanzimat’tan başlayarak Türkiye modernleşme hareketinin merkez noktası devlet olmuştur. Cumhuriyet kadrolarının içinden çıktığı İttihat ve Terakki için “… devlet ve onun varlığının korunması her türlü meselenin fevkinde bir önem”(Aydın,17) taşımaktadır. Bu anlayışa göre “milletin varlığı” “devletin bekası” ile doğrudan bir ilişki içindedir. Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Atatürk’te bedenselleşen resmî ideoloji ve onun modernleşme okuması bu anlayışla devamlılık gösterir. Milliyetçilik vurgusu, özellikle 1930’larda iyice derinleşmiş, bu zihniyetin söylemi, bir yandan devlet ve halk arasında keskin bir ayrım ve hiyerarşi tanımlarken, diğer yandan da bir çeşit “devlet-millet özdeşliği” fikri üzerine kurulagelmiştir. “Her Türk’ün asker doğması”, “Her şey vatan için” mantığı, “Küçük Asker küçük asker, napıyorsun bana söyle; tüfeğime bakıyorum, ona mermi koyuyorum”lu okul şarkıları bu zihniyetin Füsun Üstel’in deyimiyle “militan yurttaş” kurgusunun yansımalarıdır. Yanı sıra 87 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca karşılaşılan ya da yaratılan her siyasal krizde dile gelen “devletin milleti ve ülkesiyle bölünmez bütünlüğü, birlik ve beraberliği” hükmü, toplumun hafızasına kazınmak istenen “devletin kutsallığı” ilkesinin bir sonucudur. Bu türlü bir siyasal-toplumsal kültür içinde, sosyalleşme süreçlerinden geçerek kendilerini kuran vatandaşlar ise kâh zorunlu, kâh gönüllü olarak kimliklerinin bir kısmında aşk/nefret ilişkisi kurdukları “minyatür bir devlet kesesi” taşımaktadırlar. Bu noktada Yael Navaro Yashin’in 2005’de yayımlanan “Faces of State: Secularism and Public Life in Turkey” (Devletin Yüzleri: Türkiye’de Sekülarizm ve Kamusal Hayat) isimli çalışması oldukça zihin açıcıdır. Atatürk’ü devletin yüzlerinden biri olarak ele alan Yashin, devletin kendine Atatürk’ün simgesel varlığı vesilesiyle ne denli yakıcı bir iktidar alanı tesis ettiğinin altını çizer.
Dolayısıyla, günümüzde, özellikle toplumun genç nüfusunun kollarına veyahut sırtlarına, yani bedenlerinin görünecek kısımlarına Atatürk’ün imzasını ya da portresini dövme olarak kazıtmaları suretiyle, zihinlerinde devletin kapladığı alanı bedenleri aracılığıyla görünür hale getirdikleri söylenebilir. Çünkü dövme yaptırmak yeni bir sembolizasyon biçimi olsa da dövme yaptırılan Atatürk imgeleri yeni değildir. Gençlerin vücutlarına nakşettirdikleri Atatürk temsilleri arasında Atatürk’ün keskin bakışları ile hafızalara kazınan en otoriter portesi ve ülkenin sahibi olduğunu simgeleyen imzası yer almaktadır. Bu noktada, Özyürek’in 1990’ların sonlarındaki minyatürleşen ve ticarileşen Atatürk temsillerine bakarak yaptığı Atatürk’ün, aynı zamanda, “insanîleştirilmesi” tespiti tartışmalıdır. Özyürek (1990:147), “…devasa Atatürk temsilleri mecazî bakımdan 1990’ların sonunda hala üretilip dağıtılmasına karşın onu sıradan bir insana – bir yarı tanrı hatta babadan ziyade bir insana indirgeyen temsiller yaygınlaşmıştır.” der. Bu, gerek akademik çalışmalarda, gerekse popüler kültürde çocukluğu, kadınlarla ilişkileri, üzüntüleri, sıkıntıları gibi insanî özellikleriyle konu edilen “insan Atatürk”ün keşfi sürecinin tespiti bakımından önemlidir. Öte yandan, ülkenin gündemini neredeyse 50 sene meşgul ettikten, ihale açılıp senaryolar toplamak ve fakat “Ata'ya layık bir senaryo bulunamaması" nedeniyle ertelenmek suretiyle çekilemeyen “Atatürk filmi”nin nihayet 2008’de Can Dündar tarafından çekilmesini ve ardından yaşananları hatırlamak madalyonun öbür yüzünü de görmek bakımından önemlidir.
Öncelikle belirtilmelidir ki, “Mustafa” filmi herhangi bir örnek değildir. Can Dündar’ın Genelkurmay arşivinden yararlanarak yazıp yönettiği, Atatürk’ün 70. ölüm yıldönümü için yapılan ve 2008’in 29 Ekim’de tüm Türkiye’de gösterime giren “Mustafa” filmi, vizyonda kaldığı ilk üç haftada yazılı basında 1000 civarında yorum almış, New York Times, Le Monde, Times, WDR, BBC gibi dünyanın saygın yayın organlarında haber olmuştur. Film hakkında muhalefet liderlerinden, eski Cumhurbaşkanları ve Genelkurmay Başkanları’na kadar pek çok kişi eleştiri ve yorumda bulunmuş; öyle ki, bu tartışmalar meclis gündemine kadar taşınmıştır. Film, televizyon programlarında, panellerde, internet ortamında ve hemen her mecrada yoğun şekilde tartışılmış ve filmin resmî web sitesi olan “Mustafa.com.tr” tıklanma rekoru kırmıştır. Korsan filmciler “Atatürk’e saygıdan” filmin illegal kopyalarını piyasaya sürmeyeceklerini açıklamışlardır. Atatürk’e dair pek çok kişi ve kurumun birikiminin devreye girmesiyle yaşanan bu hararetli tartışmada film, özellikle de kendini Atatürkçü olarak tanımlayan geniş bir kesim tarafından, Atatürk’ün çocukken karanlıktan korkması, kadınlara olan ilgisi, içki içmesi, yalnız ölmesi gibi pek çok “zaaf” içinde gösterilmesi nedeniyle eleştirilmiştir. Film “Ulu Önder”in güçlü kişiliğine hakaret olarak algılamış, hatta bazı gruplar filmin gösteriminin durdurulması için savcılığa suç duyurularında bulunmuşlardır. Filmin "Atatürk imajına zarar verdiği" öne sürülürken "Gitmeyin, çocuklarınızı da götürmeyin" kampanyası dahi açılmıştır.
“Mustafa” filmi etrafında uzun süre ve pek çok kişi ve kurumun dahliyle süren tartışma, Türkiye’de Atatürk’ün bir yarı tanrıdan insana dönüştürülmesinin sınırlarına da işaret etmektedir. Post-Kemalizm’in popüler kültürdeki en önemli temsilcilerinden Can Dündar’ın önemli sermaye grupları ve resmî kurumların desteğini alarak çektiği filminin aldığı tepkiler, Atatürk’ün siluetinin belirdiğine inanılan ve ciddi bir devlet ritüeli eşliğinde kutsanan dağda koyunlarını otlatan çobanını yargılayan, Malatya’da bir köyde sahibinin elinden kaçan ve okul bahçesinde bulunan Atatürk büstünü kıran inek hakkında soruşturma açan ve bugün Atatürk’ün kayıtlarda var olan sesini dahi karizmasına yakıştıramayarak ‘Atatürk’ün sesi tiz değildi’ diyerek inkâr eden zihniyetle beraber düşünüldüğünde şaşırtıcı değildir. Kısacası “İnsan Atatürk” Atatürk’ün salıncakta sallanan, plajda mayosuyla poz veren ya da çocuklarla şakalaşan hallerinin insanî olmasından ziyade “medeni” bir fotoğraf vermesi bakımdan önemlidir. Biçimsel olarak insanîleştirilen Atatürk imgesinin, içerik olarak da insanîleştirilmesi ne yazık ki mümkün olmamıştır. Bunun nedeni, Atatürk’ün aslında devleti simgelemesi ve Atatürk imajını yumuşatmaya girişen herhangi bir çabanın Türkiye’de devlet etrafında örülen hareyi dağıtacağı endişesidir. Türkiye’de devlet, kendi kurucu figürünü dahi sansürleyecek derecede baskıcı ve otoriterdir.
Dolayısıyla, 1990’ların sonundan başlayarak günümüze kadar gelen süreç, Atatürk’ün devlet ve özellikle sembol olarak sahiplenildiği kesimlerce insanîleştirilmesinden ve bir tür normalleşme sürecinden ziyade, resmî ideoloji Kemalizmin güncellenerek “yeniden” ve bu sefer gönüllü bir yoldan meşruiyet kazanması çabasına işaret etmektedir. “Atatürk ölmedi, içimizde yaşıyor.” şarkılarıyla büyüyen nesillerin son dönemde Atatürk’ün imzasını ya da portresini dövme yaptırmak suretiyle bedenlerine kazımaları, Atatürk’ün ölümsüz liderliğine; bu yolla devletle özdeşleşen bir vatandaşlığın ruh haline işaret etmektedir. Türkiye gibi bireyselliğin yaygın olarak bencillik ya da kendi menfaâtini düşünmek olarak algılandığı bir ülkede, bu vatandaş(lık) devlete bireyselliğinin içinde yer vermek zorunda hisseden ve “babasına” sadakatini borç bilen; bir türlü büyüyemeyen bir çocuk gibidir. Bugün gelinen nokta, yakın tarihte olup biten oldukça absürt olaylar da akılda tutulduğunda Atatürk’ün Türkiye’de devlet-toplum ilişkisinin merkezinde durduğunu ve Atatürk kültünün bu bağlamda yeniden düşünmenin gerekli olduğunu göstermektedir. Bunu yapabilmenin en iyi yollarından biri ise devlet ile bireyin/vatandaşın ilk karşılaştığı alan olarak eğitime yani okula, özellikle ilkokula odaklanmaktır. Çünkü Louis Althusser’in ifâdesiyle okul, devletin ideolojik aygıtıdır. “Siyasal iktidar, kendi varlığını devam ettirebilmek için, sahip olduğu baskı aygıtlarından (polis, ordu, hukuk, mahkemeler gibi) ve ideolojik aygıtlardan (aile, eğitim, din gibi) yararlanır. Bu alanlar içerisinde bireylere birer kimlik kazandırılır ve bu bireyler devletin egemenlik alanı içerisinde konumlandırılır. Bu bağlamda eğitim, devlet tarafından tüm toplumun kendi ideolojik ilkeleri doğrultusunda uyumlandırılması işlevini görmektedir. Başka bir deyişle eğitim devlet tarafından toplumsal ve siyasal kontrol amacıyla kullanılan bir mekanizmadır.”
Atatürk’ün bakışları altında büyümek
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana pek çok kuşak eğitim yoluyla Atatürk’ün mütecessis bakışları altında büyümüştür. Türkiye’de resmî ideoloji, ulusal kurtuluş mücadelesinin de temelini oluşturan ve Fransız modelini rol-model alan pozitivizm, rasyonalizm ve aydınlanma prensiplerine dayanmaktadır. Bu ideallere bağlı olarak yapılan eğitim tanımı ise Althusser’in devletin idelojik aygıtları çerçevesinde ifade ettiği nitelikleri taşır ve hedefi geleceğin “arzulanan yüce milletini” yaratmaktır. Cumhuriyet’in, toplumu modernleştirmek ve medenileştirmek yönünde eğitime biçtiği hayati rol ise “yeni” bir durum değildir. Erik J. Zürcher’in de belirttiği gibi Osmanlı ve Cumhuriyet arasındaki zihniyet devamlılığını en iyi ifâde eden noktalardan biri, “…hem İttihatçıların hem de Kemalistlerin, değişimin motoru olarak eğitimin gücüne biraz safça büyük bir inanç beslemeleridir.” (Zürcher, 193). Öte yandan, Batı’da olduğu gibi, Türkiye’de de modern devlet eğitim aracılığıyla vatandaş yaratmayı amaçlamıştır. “II. Meşrutiyet’ten itibaren ‘modern merkezi devletin yeni siyasal öznesi olan “vatandaş”ın inşasında “okul”a, özellikle de ilkokula tanınan rol büyük önem arz eder. Meşrutiyet döneminde modern değerler sistemi doğrultusunda biçimlendirilecek yeni kuşakların üretimi sorunsalının çocuğa yönelen ilgisi Cumhuriyet döneminde de devam eder. “Toplumun geleceği” olarak görülmeye başlanan çocuk, “rejimin geleceği” açısından devletin manipülasyon alanının içine çekilir. Tanzimat döneminde bağımsız bir özne olarak keşfedilen çocuk Meşrutiyet döneminde inşa edilir.” (Üstel, 30) ve Cumhuriyet bu inşânın kuvvetlenerek devam ettiği dönemdir. Vatandaş yaratma sürecinin bir parçası olarak tarif edilen eğitim anlayışının araçsal ve ideolojik yöntem ve içeriği, en açık ifadesiyle, bizzat Türk Milli Eğitim sisteminin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından yapılır. Eğitim ve geleceğin eğitimli kuşakları Atatürk için çok önemlidir ve bu yüzden bizzat kendisi Cumhuriyet’i Türk gençliğine emanet etmiştir. Öte yandan, öğretmenler de bu sürecin misyon sahibi aktörleridir. Atatürk, “Öğretmenler yeni nesil, sizlerin eseri olacaktır. Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir.” “Her profesör ve öğretmenin her telkini ülküsel gayelere hizmet eder olmalıdır… Genç dimağların öğrendikleri ile memleketin hakiki vaziyet ve menfaatlerinin arasında irtibat yapmasına yardımcı olmalıdır.” (Atatürkçülük, 304) diyerek, Cumhuriyeti emanet ettiği gençleri de öğretmenlere emanet eder. Sonuç olarak bu bakış açısının alt metninden çocuk kendisine emanet edilen rejime sahip çıkma görevini yerine getirebilecek erginliğe erişene kadar, çocuğun yerine bu görevi rejimin kurucularının vekâleten yerine getireceği anlamı çıkar. Dolayısıyla çocuk ve okul özelinde şekillenen pedagoji “vekâletten türeyen bir vesayet” anlayışı altında şekillenir. Okul, yeni rejimin yaratmak istediği yeni insanın kışlasıdır. Bu kışlanın kumandanı da hiç kuşku yok ki başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Mustafa Kemal Atatürk, eğitimin genel hedeflerini şu şekilde açıklar: “Eğitimin amacı, vatanını, milletini seven, çalışkan, bilgili, ahlaklı insanlar yetiştirmek, insanın gerçek insan olarak yetişmesini sağlamak, insanı içinde yaşadığı toplumda güçlü hale getirmektir. Böylece kişiler fikir, duygu ve vücut bakımından bir bütün halinde, ahenkli ve dengeli bir şekilde gelişirken medeniyet ve toplumun hakiki değerlerini de kazanacak ve bir meslek ya da iş sahibi olacaktır.” (Kaplan,168) Atatürk’ün Cumhuriyet’in ilk yıllarında tanımladığı eğitimin genel hedefleri “hayal edilen vatandaşı” da berraklaştırmaktadır. Bu vatandaş, en başta henüz var olmayan bir vatandaştır. Buna göre, dönemin hâlihazırda var olan halkı henüz bir millet değil, Osmanlı’dan devir alınan bir tebaâdır ve bu tebaânın mensuplarının da vatandaş olmaya yetkin görülmedikleri anlaşılmaktadır. Türkiye’de devlet, eğitim yoluyla millet yaratmayı hedeflemiş, dolayısıyla halk tıpkı bir çocuk gibi, eğitilmeye ve şekillendirilmeye muhtaç bir yığın; özne olmaktan ziyade bir “nesne” olarak betimlenmiştir. Bu, kuşkusuz ki, Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Ulus devletlerin aktörlüğündeki Batı modernleşmeleri için de eğitim, uygar yetişkini biçimlendirecek ve yetiştirecek olan süreçtir. Öte yandan, Türkiye gibi modernleşmeyi ithal eden çevre ülkelerdeki fark, devlet vurgusunun radikalleşmesi noktasında olmuştur. Türkiye’de millî kültür yaratılması sürecinin en önemli ideologlarından Ziya Gökalp “Memleketimizde, gerek medeniyetçe, gerek pedagojice birbirine benzemeyen üç tabaka vardır: Halk, medreseliler, mektepliler. Bu üç sınıftan birincisi hala aksa-yı şark [uzak doğu] medeniyetinden tamamiyle ayrılmamıştır.” (Koçak, 378) derken “ulusun ilkelliği ve çocuksuluğu” fikrini açıkça ifâde eder. Dolayısıyla, Atatürk eğitim yoluyla gelecekte yaratılacak vatandaşın sahip olması gereken birinci vasfı rejimin koruyuculuğu olarak tarif eder.
Türkiye’de 21. yüzyılın ilk çeyreğinde eğitimin amacı, Atatürk’ün yukarıda tanımladığı şekliyle büyük oranda muhafaza edilmiştir. 1973’de kabul edilen ve en son 25 Haziran 2009’da güncellenen Milli Eğitim Kanunu’na göre, Türkiye’de eğitimin amacı “Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin millî, ahlakî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyet’ine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek” (Madde 2.1.) ve bununla birlikte “Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek”tir. (Madde 2.2.) Dokuz kez değişikliğe uğrayan Kanun’da muhafaza edilen “… siyasal alanda gözlenen yöneten/yönetilenler ayrımının eğitim alanına yansıması olarak eğitenler/eğitilenler ayrımı”dır (Caymaz,2007:11). Siyasal alanda yöneten kesimin hiyerarşi zincirinin tepe noktasındaki Atatürk, eğitim alanında da eğitenlerin başı - başöğretmen olarak aynı konumdadır.
Bu bağlamda, Türkiye’de Atatürk kültünü devlet-toplum ilişkisi bağlamında yeniden düşünmenin gerekliliği nedeniyle eğitime, yani okula, özellikle de ilkokula odaklanarak, 2007 yılında İstanbul’daki iki farklı okulda, farklı sosyokültürel ve ekonomik özelliklere sahip ilköğretim öğrencilerinden oluşan 60 çocukla yaptığım çalışmanın , genellenemeyecek ve mutlak bir sonuca ulaşma iddiası taşımayan; fakat yine de büyük resmin bir parçasını anlamaya yönelik olan sonuçlarından faydalanılabilir. Çalışma kapsamında öğrencilerden açık uçlu üç soruya yanıt vermeleri istenmiştir ve anketteki sorular Türkiye’de eğitim hayatı boyunca hemen herkesin en sık karşılaştığı “klişe” sorulardan oluşmaktadır: “Atatürk sizce nasıl biridir?”, “Onu en çok hangi özelliği ile hatırlıyorsunuz?” ve “Atatürk şu an yaşasaydı hayatınız daha farklı olur muydu? Evetse nasıl?”. Araştırma sonuçları son üç senede eğitim sisteminde radikal bir dönüşüm yaşanmadığı akılda tutulursa hala geçerlilik taşır niteliktedir.
Çocukların dilinden Atatürk
Tablo 1. Çocukların ‘‘ Atatürk sizce nasıl biridir?’’ sorusuna verdikleri yanıtların
frekans ve yüzdelik dağılımları.
Atatürk’e Dair Tanımlar | F | % |
Borçlu Olunan Kişi | 51 | 85 |
Kurtarıcı | 20 | 33.3 |
Lider | 19 | 31.6 |
Güneş&Işık | 18 | 30 |
Zeki&Akıllı | 18 | 30 |
İleri Görüşlü | 15 | 25 |
Kahraman | 10 | 16.6 |
Çocuklar “Atatürk sizce nasıl biridir?” sorusuna sırasıyla “Borçlu olunan kişi”(51), “Kurtarıcı”(20), “Lider”(19), “Güneş/Işık”(18), “Zeki/Akıllı”(18), “İleri Görüşlü”(15) ve “Kahraman”(10) şeklinde cevap vermişlerdir. Çocukların sekiz yıllık zorunlu eğitim süresi boyunca Atatürk’ün büstü önünde “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diyerek başladıkları ve “ Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyerek bitirdikleri öğrenci andını haftanın beş günü okudukları akılda tutulursa, ülkenin kurtarıcısı lidere kendilerini öncelikle borçlu hissetmeleri şaşırtıcı bir sonuç değildir. Borçlu/Alacaklı arasındaki asimetrik ilişkisi çocuklarla Atatürk arasında neredeyse doğal olarak kurulduğu görülmektedir. Çocuklar Atatürk’ün ülkeyi kurması ve bu yolla kendi varlıkları üstünde de hak sahibi olması noktasında aslında hiçbir zaman geri ödemeyecekleri bir borçla mükelleftir. Bu karşılığı olmayan borcun kısmen ödemesinin yolu ise onun “çizdiği yolda, gösterdiği hedefe hiç durmadan yürümekten” geçmektedir. Bu da Türkiye’de devleti toplumun üstünde gören zihniyetin henüz ilköğretim sıralarında oluştuğunu göstermektedir. Türkiye’de, eğitim ve var olandan değil “var olması gereken toplumdan” hareketle kurulan resmî ideoloji, devlet-toplum ilişkisinde devletin öncelikli pozisyonunu Atatürk kültü üzerinden oluşturmaktadır.
Okul bahçesindeki büstünün yanı sıra okul koridorlarında ve sınıflarında adına hazırlanmış köşesindeki fotoğraflarıyla ve nihayet her sınıfta tüm sınıfa tepeden bakan portesiyle Atatürk çocukları her zaman gözetlemektedir. Bu Foucault’un modern toplumların sosyal hayatlarının dokusuna işlemiş şekilde disipliner toplumlar olduğunu panapticon metaforuyla anlattığı duruma karşılık gelmektedir. İlköğretim beşinci sınıf öğrencilerinden biri yaşadığı gözetlenme duygusunu ‘‘Ödev yapmadığımda ya da yaramazlık yaptığımda Atatürk bana sanki kızgın bakıyor. Ödevimi yapıp, dersi dinlediğimde de sanki gülümsüyor.” şeklinde ifâde etmekte, bu duygu diğer öğrenciler tarafından da paylaşılmaktadır. Çocuklara derslerdeki pek çok bilgi Atatürk örüntüsü içinde aktarılmaktadır. İlköğretim müfredatında Resim ve Beden Eğitimi dahil olmak üzere tüm sosyal ve sayısal bilim derslerinde Atatürk yer almaktadır. Örneğin, çocuklar Matematik derslerinde Atatürk’ün doğum tarihiyle, anne babasıyla, siyaset hayatıyla, eserleriyle, ilgili araştırma ve problemlerin çözümünü yaparlarken ayrıca, Atatürk’ün “ileri görüşlülüğü, çok cepheliliği ve rehberliği” ile Atatürkçü düşüncenin bilime ve akla verdiği önem gibi konuları da işlemektedir. Okuldaki öğreti çocuklara kendi var oluşlarını da içine katacak şekilde onları çevreleyen her unsurun Atatürk ile olan hayatî ilişkisini anlatmaktadır. Tek bir insanın varlığı ve yapıp ettiklerinin koca bir ülke ve toplumu ortaya çıkardığı ilk önce ve sık sık çocuğa aktarılmaktadır. Bu Atatürk’ü kutsallaştırdığı gibi onun imgesi içinde gömülü olan devleti ve devletin onun adını taşıyan ideolojisini de kutsallaştırmaktadır. Atatürk’ün şu an yaşamıyor oluşu bu kutsallık algısını pekiştiren bir diğer faktördür. Bu nedenle çocuklar Atatürk’ü tanımlarken “Kurtarıcı” ifâdesine ve “başak saçları, şimşek bakışları” ile Yunan mitolojisinin tanrılarını çağrıştıracak şekilde “Güneş/Işık” sıfatlarına da başvurmaktadırlar.
Tablo 2. Çocukların ‘‘ Atatürk’ü en çok hangi özelliği ile hatırlıyorsunuz?’’ sorusuna verdikleri yanıtlarda Atatürk’e dair aktardıkları yaşam kesitlerinin frekans ve yüzdelik dağılımları.
Çocukların Atatürk’e Dair Aktardıkları Yaşam Kesitleri | f
| % |
Dayısının Çiftliğine Gidişi & Köyde Okul Olmayışı | 48 | 60 |
Matematik Derslerindeki Başarısı | 30 | 50 |
Trablusgarb Savaşı ve Kalbine İsabet Eden Kurşundan Kurtuluşu | 28 | 46.6 |
Çocukların anketin “Atatürk’ü en çok hangi özelliği ile hatırlıyorsunuz?” soruna verdikleri yanıtlar ise “Dayısının çiftliğine gidişi/Köyde okul olmayışı”(48), “Matematik Derslerindeki Başarısı”(30) ve “Trablusgarp Savaşında kalbine isabet eden kurşundan kurtuluşu”(28) şeklindedir. Atatürk’ün dayısının çiftliğinde geçen yaşam kesitinin sıkça aktarılması kuşkusuz bu kesitin derslerdeki tekrar ile de ilgili, ama daha önemlisi, Atatürk’ün de bir çocuk olduğu yaşam kesitinin çocukların yaşam kesitleri ile kesişiyor olmasındandır. Bu durum, çocukların hikâyenin içerdiği anlamı kolayca algılamalarını da sağlamaktadır. Çocukların metinlerinde, çocukluk döneminde yaşadığı çiftlik deneyimi Atatürk için bir dönüm noktası olarak algılanmaktadır. Çünkü çiftliğin bulunduğu köyde okul yoktur. Dolayısıyla, bu anlatı çocuklara öncelikle okulun, geçmişte Atatürk’ün hayatında olduğu gibi şimdi onların hayatlarında sahip olması gereken önemini hatırlatmaktadır. Atatürk’ün dayısının çiftliğinde köy hayatına bir türlü ayak uyduramaması ise resmî ideolojinin kentli, modern, eğitimli nesiller yetiştirme idealini de ima etmektedir.
Atatürk’ün başarısından dolayı ödül olarak Mustafa’nın yanı sıra “ergin-yetkin- eksiksiz” anlamlarına gelen Kemal ismini aldığı dersin matematik ve çocukların O’na dair en çok hatırladıkları özelliklerinden birinin O’nun bu dersteki başarısı olması ise ayrıca önemli bir noktadır. Bir kere bu Atatürk’ün pozitif bilim alanındaki başarısına işaret etmektedir. Türkiye gibi matematiğin pozitif bilimle eş tutulduğu, ‘‘Dünyanın matematik üzerine kurulu olduğu” fikrinin yaygın olarak kabul gördüğü bir ülkede, çocukların hafızalarında yer eden matematik dersindeki başarının, resmî ideolojinin pozitif bilimci, ilerlemeci karakterinin bir yansıması olduğu da söylenebilir. Bu başarı hikâyesinin ardından Atatürk’ün “Trablusgarp Savaşı’nda kalbine aldığı kurşun ve bu kurşundan cebindeki saat sayesinde kurtulması” en çok hatırlanan bir diğer olaydır. Gerçekliği kuşkulu bu mucizevî hadise, çocuklara Atatürk’ün farklı ve sıra dışı bir kişi olduğu bilgisini verirken ‘‘seçilmiş’’ olduğunu da söylemektedir. ‘‘ Daha çocuk yaşta bile büyük adam olacağı belliydi.’’ ve ardından ‘‘ Savaşta kalbine kurşun isabet etti ama cebindeki saat sayesinde kurtuldu.’’ gibi cümlelerle bu olayı hatırlayan ve aktaran çocuklar, Atatürk’ü bir çeşit peygamber gibi algılamaktadırlar.
Tablo 3. Çocukların ‘‘Atatürk yaşıyor olsaydı hayatınızda bir fark olur muydu?’’ sorusuna çocukların verdikleri yanıtların frekans ve yüzdelik dağılımları.
‘‘Evet’’ Diyenler İçin Değişimin Ne Olacağı | f
| % |
AB’ye girmiş Olurduk | 37 | 66.07 |
Daha çağdaş ve modern bir ülke olurduk | 35 | 62.5 |
Sokakta kapalı ya da çarşaflı insan kalmazdı | 31 | 55.35 |
Herkes Okurdu | 10 | 17.8 |
Çocuk sevgisi daha fazla olurdu | 9 | 16.07 |
Dayak yiyen kadın kalmazdı | 8 | 14.2 |
Topraklarımız daha geniş olurdu Topraklarımızı satmazdık | 6 | 10.7 |
Tayip Erdoğan başbakan olmazdı | 4 | 7.1 |
PKK olmazdı | 4 | 7.1 |
IMF’ye borcumuz olmazdı | 4 | 7.1 |
Denizlerimiz daha temiz olurdu | 3 | 5.3 |
Hayvanları çok severdik | 3 | 5.3 |
Ermeniler bize saldırmazdı | 2 | 3.5 |
Irak ABD savaşı çıkmazdı | 1 | 1.7 |
İlk iki soruya yukarıda aktarıldığı şekliyle cevap veren 60 öğrenciden ‘‘Atatürk olsaydı hayatınızda bir fark olur muydu?’’ sorusuna 56’sının ‘‘evet olurdu” demesi şaşırtıcı bir sonuç değildir. Atatürk hayatta olsa farklı olacağı düşünülen ve en fazla tekrar edilen üç cevabı ise: “AB’ye kesin girmiş olurduk.”(37), “Daha çağdaş ve modern bir ülke olurduk.”(35) ve “Sokakta kapalı ya da çarşaflı kadın olmazdı.”(31) oluşturmaktadır. ‘‘AB’ye çoktan girmiş olurduk.’’ cevabı ülke gündeminin çocukların gündemini de etkilediğini göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki Türkiye’nin AB üyeliği tartışmaları bundan üç sene önce bugüne göre daha dinamik olduğu dönemde çocukların anne babalarının ev içinde de sıkça konuştukları bir konu olmuş. Çocuklar, ülke için hayat memat meselesi haline gelen ve zor olduğunu sezdikleri bu sürecin çözümünün Atatürk hayatta olsaydı “çoktan sağlanacağını” dile getirmekteler. Öte yandan, bunu birbirlerinden farklı kelimeler ve duygularla ifâde etmektedirler. Çocukların cevapları ‘‘AB’ye çoktan girmiş olurduk.’’, ‘‘Atatürk yaşasaydı biz Avrupa’nın kapısında değil Avrupa bizim kapımızda sürünürdü.’’, ‘‘Atatürk yaşasaydı bugün Avrupa’ya yalvarmazdık bizi de almaları için, onlar bize yalvarırdı.’’ gibi sitem, öfke ve başarısızlık duygusu şeklinde çeşitlenmektedir.
Öte yandan Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki ‘‘muasır medeniyetler seviyesine yetişmek’’ idealinin bugün çocuklar için AB ile eş anlama geldiği ve Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana “muasır medeniyetler” karşısında hissedilen geri kalmışlık duygusunun devir alınarak AB’ye üyelik gündemi özelinde hissedildiği görülmektedir. Bu ‘‘Atatürk yaşasaydı hayatımızda fark olur muydu?’’ sorusuna en çok verilen ikinci ve üçüncü cevaplar olan ‘‘daha modern ve çağdaş bir ülke olurduk’’, “Ülkemizde kapalı ya da çarşaflı kadın olmazdı.” ifâdeleriyle birlikte düşünüldüğünde ise ülkenin modernleşme tecrübesi devreye girmektedir. Türkiye’de modern denildiğinde aslında “Batı” kastedilir. Batılı olmaksızın modern olabilmenin mümkün olmadığı kanısı oldukça yaygındır. Batılı olmak ve dolayısıyla modern olmak ise Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki reformlar da göz önünde bulundurulduğunda zihinsel olmaktan çok biçimsel bir değişime denk düşmektedir. Geçmişin izlerini silmeye çalışan anlayış, batılı ve modern olduğunun ispatını hem kendine, hem de Batı’ya onun gibi giyinerek, onun harfleri ile yazıp çizerek, onun takvimini kullanarak ve onun dinlediği müziği dinleyerek göstermektedir. Yani Türkiye’de modernizm felsefî ya da düşünsel bir karşılıktan ziyade, bir hayat tarzı meselesi/tartışması şeklinde tezâhür etmiştir. Çocukların metinlerde Atatürk olsaydı olmazdı diyerek “Kapalı ve çarşaflı kadın kalmazdı.” cevabını sıkça vermeleri de bununla yakın ilişkilidir. “Kapalılık” bir türlü modern olamayış, geriye dönüş korkusu, geri kalmışlık hissi gibi arkaik korkuları temsil etmektedir. Öte yandan, çocuklar Atatürk’ü mavi gözleri, sarı saçları ve modern giyim kuşamıyla tam bir Batı’lı olarak algılamaktadırlar.
Öğrencilerin verdikleri ilk üç cevap dışında Atatürk yaşasaydı farklı olacak diğer unsurlar ise geniş bir yelpazede çeşitlilik taşımaktadır: “Herkes okurdu.’’(10), ‘‘Çocuk sevgisi daha fazla olurdu.’’(9), ‘‘Dayak yiyen kadın olmazdı.’’(8), ‘‘Topraklarımız daha geniş olurdu.’’(6), ‘‘Tayip Erdoğan Başbakan olmazdı.’’(4), ‘‘PKK olmazdı.’’(4), ‘‘IMF’ye bu kadar borcumuz olmazdı.’’(4), ‘‘Denizlerimiz daha temiz olurdu.’’(3), ‘‘Hayvanları daha çok severdik.’’(3), ‘‘Sadece Türkiye değil, dünya bile değişik olurdu.’’(2), ‘‘Ermeniler bize saldırmazdı.’’(2), ‘‘Irak Amerika savaşı çıkmazdı.’’(1) gibi çok sayıda cevap, çocukların Atatürk olsaydı sorun olmayacak konular listesini oluşturmaktadır. Çocukların bu denli çeşitli ve birbiriyle ilişkisiz pek çok konuda çözüm için Atatürk’ü işaret etmesi ise Atatürk’ün zamanı aşan kadir-i mutlak bir figür olduğuna işaret ettiği gibi Atatürk dolayımıyla devletin mutlak kapsayıcılık iddiasını da simgelemektedir.
‘‘Atatürk yaşıyor olsaydı hayatımızda bir fark olmazdı.’’ diyen dört öğrencinin cevabını yoruma gerek olmaksızın aynen aktarmak anlamlıdır: ‘‘Atatürk yaşasaydı hayatımız farklı olmazdı çünkü bu kadar yaşayan bir insan olmaz. Yaşasa da bu yaşta bize ne faydası olur ki?’’, ‘‘Hiçbir değişiklik olmazdı. Çünkü biz Atatürk’ü her zaman gönlümüzde yaşatıyoruz ve onun söylediği bütün her şeyi, bıraktığı bütün her şeyi yaşattığımız için hayatımızda bir değişiklik olmazdı.”, ‘‘Olmazdı. Çünkü Atatürk benim yanıma gelip de bana bir yararı ya da zararı olmayacaktı. Çünkü beni tanımayacak, bilmeyecek; bilse bile benim gibi bir insanın yanına niye gelsin.’’, ‘‘ Olmazdı sadece televizyon hep onu gösterirdi.’’
Sonuç
Peki, Cumhuriyetin kuruluşunun 87. yılında, ilkokul çocuklarının cumhuriyetin kurucusu Atatürk’e ilişkin yukarıda özetlenen algısı bizi nasıl bir sonuca götürmektedir? Atatürk’ün ‘Aydınlanma reformları bağlamında, esas olarak, siyasal alanda dinî referanslardan çıkış, kamu alanında din simgelerinin ikinci plânda yer almasına geçiş sürecinin merkezinde yer alması; modern Türkiye’nin kurucusu ve ‘pozitivist aydınlanma mantığının "kutsal" simgesi’ (İnsel,1) olduğu akılda tutulursa, bir kült olarak simgelediği değerlerle bu sembolizasyonun hâlihazırda yarattığı gerçeklik örtüşmekte midir?
Bugün pek çok ülke kurucu liderini ya da ülke tarihinde iz bırakmış belli başlı şahsiyetleri toplumu bir arada tutan değerleri hatırlatması ve bu değerlerin yeni nesillere aktarılması bağlamında anmakta, anlatmaktadır. Öte yandan herhangi bir tarihi şahsiyetin bir tüzel kişilik olan devleti simgeleyecek şekilde kültleşmesi, dahası yasa ile korunması başka bir olguya tekabül etmektedir. Atatürk, pozitivizmin ve doğa bilimlerinin bilme tarzıyla bilmeye çalışan sosyal bilim anlayışının büyük oranda eleştirildiği günümüz dünyasında, sahiplenici ve kullanıcıları tarafından bilimci, pozitivist ve aydınlanmacı bir dünya görüşü bağlamında sahip çıkılan bir figür olarak açıklanırken, mevcut ve öteden beri “sahip çıkılma” biçimi ve bu biçime eşlik eden söylemi/içeriğiyle bizzat simgelediğine inanılan değerlerle dahi çelişmektedir. Atatürk kültü din tarafından şekillendirilen bir dünya algısına karşıt olarak konumlandırılırken, bu karşı konumlandırmanın kendisini Atatürk’ün mesiyanik liderliğinde başka türlü bir din yaratımının varlığına işaret etmektedir. Din ve demokrasi ilişkisi üzerine çalışmaları ile tanınan dünyaca ünlü Fransız düşünür Marcel Gauchet’nin ‘dinden sonra dinsellik’ başlığı altında ifade ettikleri bu bağlamda önemlidir. Buna göre ‘kutsalın tarihsel figürü yerini, nitelikleri ve biçimleri henüz tanımlanmamış bir ‘dünyevi mutlak’a bırakmaktadır’ (Gauchet,4). Modern dünyada dinin çöküşüne karşılık dinsel olanın yerinde kalması yine Gauchet’nin tanımıyla ‘mutlak olana duyulan özlem, anlam arayışı, ölümün sorgulanması şeklinde günümüzde hala varlığını sürdüren ve en radikal indirgemecilerin bile anlam vermekte zorlandığı boşluklar’ ile bir bağlantı içermektedir.
Emilio Gentile ise konuyu, Gauchet’in sosyo-psikolojik bir perspektiften bakarak yaptığı katkıdan farklı olarak, 21. yüzyılın modern ideolojileri ve ulus devletleri bağlamında ele almaktadır. Gentile’nin “siyasal din” kavramı “siyasetin kutsallaş(tırıl)ması”ndan öte bir duruma işaret eder. Buna göre ‘siyasi din kolektif bir öze adanmıştır. Mensuplarına mesihçi bir rol biçer ve onları toplumun seçilmişleri olarak addeder. Kutsal bir tarihe işaret eden kutsal bir siyasi kitabı vardır’(Payne,124). Yüce Türk milletine adanan Nutuk da Kemalizm için benzer bir anlam taşımaktadır. Bu durum Cumhuriyet tarihinin en uzun süreli Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in “her içtimai inanma sisteminin bir kitabı vardır. Bu kitap ona inananlarca kutsal tanınır. Kemalizmin kitabı Nutuk'tur; Onu biz Türkler mukaddes tanırız... Yeni Türk cemiyetinin her türlü hayat safhası ondaki prensiplere dayanır. Bu prensiplerin nasıl var olduğunu bize nutuk öğretmektedir... Nutuk bizim kitabımızdır, onun büyük sahibine inananların kitabıdır”(Yücel, 1-4) ifadesinde berraklaşır. “Siyasi din siyasetin kutsallaştırılmasının formlarından biridir, seçkinci ve toptancı bir karakteri vardır. Kolektifliğe “saygısından ötürü” bireyin özerkliğini reddeder, farklı siyasal ideolojilerle ve hareketlerle bir arada var olmayı kabul etmez, buyruğunun bağlayıcı kanunlarını tayin eder, siyasal kültü aracılığıyla şiddeti kutsal, meşru bir güç olarak düşmanlara karşı savaşmanın ve yeniden oluşmanın bir enstrümanı olarak görür.” ( Gentile, 208). Öteden beri devletin “iç ve dış mihrak”lar karşısında toplumu koruyacak yegâne anlatı olarak Kemalizme ve Atatürk kültüne sıkça başvurması da bu yüzdendir. Atatürk kültü devletin otoriter/totaliter her türlü eğiliminin meşrulaştığı yüz(ey)dir.
Bu bağlamda ilköğretim çocuklarının Atatürk algısı devletin eğitim aracılığıyla gerçekleştirdiği toplumsal denetimi ifşa eder. Öte yandan Türkiye toplumunu oluşturan yetişkinlerin Atatürk algısı çocuklardan çok da farklı değildir. “Atatürk öldü… Biliyor musun Atatürk öldü” diye ağlayan çocuğunun görüntüsünü gururla sosyal paylaşım sitelerine koyan ebeveyn, bu görüntüleri örnek görüntüler şeklinde sayfalarına ya da ana haber bültenlerine taşıyan medya mensubu veyahut eskiyen Atatürk heykelini dört kişilik komisyon eşliğinde gömen belediye başkanı yetişkinlerden oluşan toplum hiç kuşku yok ki Atatürk’ün vesilesiyle üzerindeki devlet baskısını açık eder. Fakat devletin toplum üstündeki etkisi mutlak bir belirleyicilik taşımadığı gibi bu baskı toplum tarafından ille de reddedilerek aşılmaz. “Gündelik hayatın sıradan aktörleri egemen elit ve devletin kurumlarınca ve stratejiler aracılığıyla kurulan baskın kültüre karşılık verme / dayanma ya da direnme biçimi olarak taktikler geliştirirler… Güçsüz olana özgü bir çeşit sanat olarak taktikler, kendini baskı altında hisseden bu aktörlere ihtiyaç duydukları anlamı kazandırır. Sıradan sosyal aktörler taktikleri iktidara ulaşma aracı olarak kullanırlar ya da taktikler aracılığıyla iktidarı paylaştıkları duygusu kazanırlar”(Certeau,189). Atatürk kültü bu nedenle bir yandan devletin otoriter/totaliter eğitimlerine meşruiyet kazandırıp, toplum üzerinde bir baskı üretirken bir yandan da topluma kimi zaman şeriat tehlikesine kimi zaman Kürt hareketine kimi zamansa küreselleşmeye karşı kurabilecekleri içeriğiyle konjonktüre göre oynanabilecek bir tür “özgürlük” alanı; daha da önemlisi iktidara ortak olma / iktidar olma duygusunu paylaşma imkânı vermektedir. (EE)
Dipnotlar:
1 İzmir’in en yoksul semtlerinden biri olan, çoğunlukla Roman ve Kürt nüfusun yaşadığı Yeşildere’nin tam tepesine yerleştirilen 42 metrelik Atatürk maskı Rio de Janerio’daki İsa heykelinden de büyük ve 4.2 milyon TL’ye mal oldu. Yapımı AK Partili belediye tarafından başlatılan bu devasa mask, yönetimi CHP’ye geçen belediye tarafından tamamlandı.
2 1950 seçimlerine gidilirken DP’nin iktidarı zorlayan bir rakip haline gelmesi üzerine CHP, müslüman seçmen kitleden oy almanın yolu olarak bir dizi önlem alır. 1946’da dindarlığı herkesçe bilinen Kazım Karabekir Meclis Başkanlığı’na getirilir, 1949’da ilkokul müfredatına isteğe bağlı din dersi eklenir. İlk imam-hatip kursları, Ankara İlahiyat Fakültesi, Hacı Bayram Veli ve Eyüp Sultan türbelerini açılışı da bu dönemde gerçekleşir. Bu arada yeni yeni ortaya çıkmakta olan Kemal Pilavlıoğlu liderliğindeki Ticaniler de CHP için dikkat çekicidir. Şeyh Pilavoğlu’nun avukatı Yavuz Akpınar’ın, CHP Balıkesir Milletvekili Muzaffer Akpınar’ın oğlu olmasının yanı sıra CHP’li Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun açıklamaları da Ticanilerden pek çok kişinin CHP’ye üye olduğunu ortaya koymaktadır.Öte yandan 1950’li yılların hemen başında DP’nin Arapça ezan ve radyodan Kuran okunması gibi uygulamaları karşısında CHP muhalefeti sertleşir. Tam bu dönemde Ticanilerin Atatürk heykellerini kırma eylemleri başlar. CHP, Atatürk’ün heykellerinin kırılmasından aldığı kuvvetle DP’ye karşı yürüttüğü ‘irticacılık, Atatürk düşmanlığı’ söylemini iyice sertleştir. Sürecin sonunda Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkacaktır.
3 ADD Genel Sekreteri, Suay Karaman’ın ‘Mustafa Hakkında-Başaramayacaklar’ adlı yazısı için bkz: http://www.add.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=1751&Itemid=1. İzmir Devlet Tiyatrosu eski Müdürü Yaşar Ürük’ün, “Mustafa” yazısından bölümler için bkz: http://www.haberkapisi.com/yazi/mustafa-iyi-niyetle-yapilmis-bir-film-olabilir-mi-2531.htm Bu arada, 24 Kasım 2008 günü Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na bağlı Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı (ATAM), filme ilişkin “Mustafa Filmi Hakkında Bazı Tespitler” adlı eleştiri yazısı için bkz: http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=Duyurular
4 1994’ün Ekim ayı başında İzmir’de yaşanan PKK’nın bombalama eyleminin hemen ardından Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök köşesinde, Atatürk ilke ve inkılaplarını, Misak-ı Milli sınırlarını ve Atatürk’ü anarak ülkenin bölünmez bütünlüğünü hatırlatan bir yazı kaleme aldı. 29 Ekim Cumhuriyet bayramı kutlamalarının ardından yine 30 Ekim tarihli Hürriyet Gazetesi’nde bu sefer Atatürk’ün siluetinin Ardahan’ın Damal ilçesinin Gündeşli köyünde bir dağa düşüyor olduğu mucizevi bir haber şeklinde duyuruldu. Hürriyet Gazetesine göre bu olay ‘ülkenin görünmez sahibinin varlığını ve ülkenin birlik ve beraberliğini ispat ediyordu.’ Ülkenin Doğu sınır şehri Ardahan’a bağlı Damal ilçesinin Gündeşli köyünün dağlarının yamaçlarına düşen Atatürk’ün silueti için Atatürk’ün İzinde ve Gölgesinde Damal Şenlikleri başlatıldı. 2003 yılındaki şenliklerde Atatürk silueti dağa düştüğü sırada dağda sürüsünü dolaştıran çoban tepki çekti. CHP Ardahan Milletvekili Ersan Öğüt “mucizenin” meydana geldiği dağda hayvan otlatılmasını terbiyesizlik olarak tanımladı. Çoban hakkın ise dava açıldı. Bkz: http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=13&ArsivAnaID=14577
5 Bkz: http://www.cnnturk.com/2010/turkiye/08/12/o.ses.ataturkun.orijinal.sesi.degilmis/586503.0/index.html
6 İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler yüksek lisans programına bitirme tezi olarak hazırladığım çalışma “Türkiye’de Modernlik Okuması: İlköğretim Çocuklarında Atatürk Algısı” adını taşımaktadır. Çalışmadan hareketle oluşturulan “Sevgili Atatürkçüğüm” İlkokul Çocuklarında Atatürk Algısı isimli kitap 2007’de yayımlanmıştır. Ayrıntılı okuma için her iki kaynaktan da faydalanılabilir.
7 Popüler kültürdeki şekliyle “Büyük Birader”.
8 Gerçekliği kuşkulu bu olayın resmi kaynaklarca Çanakkale Savaşı sırasında meydana geldiği iddia edilmektedir. Bu çalışma için verilen cevaplarda çocuklar muhtemelen birbirlerinden etkilenerek olayı Trablusgarb savaşında meydana geldi şeklinde aktardılar. Aynı maddi hatanın tekrar edilmesinde anket uygulanması sırasında çocukların kendilerini “sınavda” hissetmemeleri adına zaman zaman aralarında konuşmalarına müdahale edilmemesi de bir etkendir. Fakat bu çalışma çocukların yaptığı maddi hatalarla değil onların algılarında yer eden ve sembolik değeri yüksek aktarımlarla ilgilenmektedir.
Kaynakça
- Althusser, Louis (1994) İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çevirenler Yusuf Alp & Mahmut Özışık, İstanbul: İletişim Yay.
- Aydın, Suavi (2005) “Amacımız Devletin Bekası”: Demokratikleşme Sürecinde Devlet ve Yurttaşlar, İstanbul: Tesev Yayınları.
- Caymaz, Birol. 2007. Türkiye’de Vatandaşlık Resmi İdeoloji ve Yansımaları. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
- de Certeau, Michel (1984) The Practice of Everyday Life, trans. Steven Rendall, Berkeley: University of California Press
- Ferry, Luc& Gauchet, Marcel (2005) Dinden Sonra Dinsellik, Çeviren: Can Utku, İstanbul: Agora Kitaplığı.
- Gentile, Emilio (2000) “The Sacralisation of Politics”, Totalitarian Movements and Political Religions, London: Frank Cass
- İnsel, Ahmet (1999) “Atatürk Mucizesi ve Örümceklenmiş Kafalar”, www.19.org
- Kalaycı, Şenol (2002) İlköğretim Okullarında Bütün Derslerde Atatürkçülük, İstanbul: Deniz Yayınevi.
- Kaplan, İsmail (1999) Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi, İstanbul: İletişim Yay.
- Kaynar, Mete (2009) “Totem, Tabu, Mustafa Kemal ve Atatürkçülük”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt 9, Dönemler ve Zihniyetler, İstanbul: İletişim Yayınları
- Koçak, Cemil. 2004. "1920'lerden 1970'lere Kültür Politikaları". Kemalizm içinde, drl. Ahmet İnsel. İstanbul: İletişim Yay.
- Özyürek, Esra (2004) “Miniaturizing Atatürk”, Amerikan Ethnologist, Volume 31, Number 3
- Payne, Stanley G. (2002) ‘REVIEW ESSAY- Emilio Gentile’s Historical Anaylsis and Taxonomy of Political Religions’, Totalitarian Movements and Political Religions, 3: 1, 122-130
- Tekiner, Aylin. 2010. Atatürk Heykelleri Kült, Estetik, Siyaset. İstanbul:İletişim Yay.
- Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Kanunu. http://mevzuat.meb.gov.tr/html/88.html. (Erişim tarihi 17.09.2010)
- Üstel, Füsun (2005) “Makbul Vatandaş”ın Peşinde, İstanbul: İletişim Yayınları.
- Yashin, Yael Navaro (2002) Faces of The State: Secularism and Public Life in Turkey, Princeton University Press.
- Yücel, Hasan Ali (1937) “Kitabımız” , Pazartesi Konuşmaları, Ankara.
- Zürcher, Erik J. (2003) “Türkiye Cumhuriyetinde Osmanlı Mirası: Yeni Bir Dönemleştirme Girişimi”, Türkiye Günlüğü. Ankara: Cedid Yay.
Esra Elmas: Araştırma Görevlisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi
* Bu yazı 2010'da Özgür Üniversite Kitaplığı'nın Resmi Tarih Tartışmaları-10 Rejim ve Ritüelleri içinde "Türkiye'de Devlet ve Çocuklar: Vekaletten Vesayete, İlkokul Çocuklarında Atatürk Algısı" başlığıyla çıktı.