bu yazı savaşa ve barışa dair bir oyun hakkında. ama ben dostoyevski’nin ünlü romanı “suç ve ceza”dan bir bölümü anımsatarak başlamak istiyorum yazıma:
(porfıriy) “bütün mesele şu ki, makalesinde bütün insanlar ‘sıradan’ ve ‘sıra dışı’ diye ikiye ayrılıyor. sıradan insanlar kurallara boyun eğmelidirler ve yasaları çiğnemeye hakları yoktur, zira malum, bunlar sıradan insanlardır. sıra dışı insanlarınsa her türlü suçu işlemeye ve bütün yasaları çiğnemeye hakları vardır, zira bunlar sıra dışı insanlardır. böyle yazmıştınız değil mi,
yoksa yanılıyor muyum?”
“olur mu hiç canım? hayır, böyle yazmış olamaz!” diye homurdandı şaşkınlık içinde razumihin.
raskolnikov tekrar gülümsedi. ne yapılmak istendiğini, kendisinin nereye yönlendirilmek istendiğini hemen anlamıştı.
yazmış olduğu makaleyi gayet iyi hatırlamaktaydı. kendisine yapılan bu meydan okumayı kabul etti.
“tam da öyle değil,” diyerek sade ve mütevazı bir şekilde konuşmaya başladı. “bununla birlikte, fikirlerimi hemen hemen aslına uygun bir şekilde, hatta doğrusu tamamıyla aslına uygun olarak aktardığınızı itiraf ediyorum... (sanki tamamıyla aslına uygun aktarıldığını kabul etmek hoşuna gitmiş gibiydi). tek fark şu ki, ben makalemde sıra dışı insanların sizin söylediğiniz gibi her zaman, her türlü aşırılığı mutlaka yapmaları gerektiği hususunda hiç de ısrar etmiyorum. aksi takdirde zaten bu makalenin yayınlanmasına izin verilmezdi. ben sadece ‘sıra dışı’ insanın ancak ve ancak ülküsünü (bazen bu ülkü belki de tüm insanlığın kurtuluşuna hizmet ediyor olabilir) gerçekleştirme aşamasında, o da lüzumu halinde bazı sınırları aşmaya kendinde bir hak bulabileceğini, yani resmi olarak tanınan bir hak olmasa da vicdanının sesine uyabileceğini ima etmiştim.
s:361-362(çev.:hasan ali ediz)
bilindiği üzere bu diyalogun öncesinde romanın kahramanı raskolnikov tefeci kadın alyona ivanovna’yı “bir ‘aday’ sıradışı insan” olarak, ama tam o sırada açık kapıdan içeri girerek bu cinayeti gören tefeci kadının üvey kardeşi ‘güzel’ lizaveta’yı ise paniğe kapılıp korkan ‘sıradan’ bir insan olarak öldürmüştür.
roman boyunca tartışılan öldürme hak ve yetkisi ile vicdan meselesini bu kez bir de ona “onur”un eklendiği hâliyle bu kez sahne üzerindeki bir tartışmasını izledim, tatavla sahne’de krops tiyatro ekibinin çabasıyla sahnelenen “hiç kimsenin öyküsü” adlı oyunda.
doğrusu epeydir istanbul’da olmadığımdan sevgili arkadaşım yusuf nazım haber verene kadar “krops tiyatro”dan haberim yoktu. tabii ilk kez bu yıl nisan ayında sahneye koydukları erdi memikoğlu’nun yazdığı, sevgili dilek güven tarafından sahneye konulan ve anıl kır ile ertunç uygun’un oynadığı “hiç kimsenin öyküsü” adlı oyundan da. sağolsun yusuf nazım!
epeydir kafama takılan kendi içinde tartıştığım bir konuyu bu kez sahne üzerinde farklı bir bakışla izleme ve tartışma fırsatını buldum. üstelik bunu oyun da olsa bir somut olay temelinde özdeşleşerek düşünmek bana iyi de geldi.
savaş sizin kapınızı da çalarsa?
tartıştığım konu şuydu:
neden insanların “tümü” savaşa, savaşlara karşı değil, neden insanlar barışı yürekleriyle, beyinleriyle ve bedenleriyle istemiyor? oysa savaş bunların hepsini öldüren, yok eden bir olgu. sevgili pınar selek’in yıllar önce yazdığı “barışamadık” kitabında vurguladığı gibi insanlar asla barışamıyor, barışamıyoruz; neden?
neden bu küreselleşmiş vahşi kapitalizm çağında hemen her an içerden ve dışarıda bir savaş tehdidi ile yaşamaya razı geliyoruz?
savaşı doğrudan yaşayanlar, yakın çevresindeki kişilerin yer alması yüzünden savaşta bir tarafta yer alan insanların dışındaki kişiler, gerek savaştan uzak yaşayanlar, gerekse bilinçli olarak savaşı reddederek, bunun kendi meselesi olmadığını iddia ederek uzakta duranlar neden barış için bir şeyler, ama durumu ve sonucu değiştirecek bir şeyler yapmıyorlar ya da yapamıyorlar? tabii savaşan tarafları adetâ futbol takımlarını tutar gibi tutarak açıktan ya da dolaylı bu savaşları destekleyenlerin en azından bir bölümünü de bu grubun içine dahil etmek gerektiğini düşünüyorum. çünkü onlar da üzerinde düşündükleri ve doğru buldukları için değil, yalnızca “ezberleri gereği”, veya “onlara öyle öğretildiği” için ya da “başka türlüsünü bilmediklerinden” böyle bir tutum alıyorlar.
neden!?
düşüncemi ilerletirken şöyle bir kurgu da gelmişti aklıma geldi:
“savaşları savaş olarak değil de doğrudan bizi etkileyen bir olay olarak canlandırabilseydik, yani apartmanımıza, evimizin içine, çalışma ya da özel yaşamımızın içine yerleştirseydik, savaş gerçekten kapımızı çalsaydı ne olurdu? ne yapardık, nasıl bir tutum alırdık?
tüm koşulların her gün yaşandığı gibi “alışıldık, doğal ve sıradan olduğu” bir duruma bir “savaşı” henüz kimseyi öldürmeden getirseydik, getirebilseydik o zaman “barış” herkesin meselesi olur muydu acaba?
bitaraf olmak yeter miydi örneğin? yoksa bitaraf olan gerçekten bertaraf mı olurdu? görmezden gelmek, yok saymak, bir şey olmuyormuş gibi yapmak bizi kurtarır mıydı?
şimdi kurtarıyor mu örneğin?
yanımızda yöremizde en acımasızlarından birisi yaşanırken ve içimizden kimileri bunlara alkış tutarken...
ve “kropstiyatro”
oyunu sahneleyen kropstiyatro kendini şu sözlerle tanımlıyor:
“krops ne demek diye soran olursa, hasat demek. ekin demek.
ama bana sorarsanız, tohum demek. içimize attığım o tohum.
dilimizin altındaki bakladan, içinde hamaklarımızı kuracağımız o ormanı yeşertecek tohum.”
gerçekten de artık -bence- tohum değilse de yeni toprağın üzerine çıkmış bir filiz olduğunu söyleyebiliriz bu topluluğun. ama içinden çıktığı toprağa ve “hayat”a sıkı sıkı sarılan bir filiz bu. en azından sahne üzerinde gördüğümüzden yola çıkarak bunu söyleyebiliriz.
topluluğun ilk adımlarını oldukça eski, ama yaşı da yüreği ve aklı da genç bir kadın atmış. adı dilek güven.
dilek güven 17 yaşında odtü’de öğrenciyken başlamış tiyatroya. o günden bu yana okul ve eğitim dönemi dışında bu coğrafyanın birçok yerinde, dahası avrupa’nın farklı ülke ve kentlerinde sürdürmüş uğraşını. oynamış yönetmiş, çalıştırmış, sergilemiş.
bunları öğrenince kendi kendime hem kızdım hem de şaşırdım. eskiden aynı yollardan geçen birisi olarak neden bu kadar zaman sonra haberdar oldum diye...
şöyle dedi sevgili dilek güven kropstiyatro’nun kuruluşunun ilk günlerini sorunca:
“ben aslında bir tiyatro kurmak için çıkmamıştım yola. evet kafamda bir tiyatro kurmak vardı ama bu zamanlama açısından şimdi değil belki 2-3 sene sonraydı. bu oyunu öğrencilerimle çalışmaya başladıktan sonra nerde nasıl oynayacağımız konu olunca ben de atla deve değil ki, bir logoya bakar, bir tiyatro kuralım demiştim. yani klasik tabirle iki kalas, bir heves, ne olurdu ki sonuçta...”
onun bu sözlerini duymadan biraz önce yıllardır tanıdığım bir tiyatro insanı sevgili seçkin selvi ile tatavla sahnenin kapısında benzer şeyleri konuşuyorduk. eskiden olanla şimdinin farkı üzerinde konuşurken. değişmeyen tek nokta da sevgili dilek güven’in vurguladığı “iki kalas bir heves” meselesiydi aslında ve benim bildiğim kırk yıldır değişen pek bir şey yoktu. ama şaşırdığım bir şeyi yine dilek güven söyledi. bir bölümünü bildiğim tanıdığım, içlerinde arkadaşlarım olan “alternatif tiyatro” yapan grup sayısı 170’e ulaşmış. sevinmeliyiz buna, ama bunun sayıca artışının bir başka anlamı daha var. tartışacak çok sorunumuz var aynı zamanda.
“anlatılan senin hikâyen”
topluluğun geçen yıl nisan ayından bu yana sergilediği ve bana düşüncelerimi geliştirme fırsatı veren oyuna gelirsek...
‘hiç kimsenin öyküsü’ -aslında tam da adı gereği hepimizin öyküsü, geleneksel deyişle söylersem bir ‘de te fabula narratur’- bir savaşın bittiği günün ertesi gününü anlatıyor.
bir savaşta cepheden dönen farklı renkte bayraklar altınca savaşan iki ‘eski ’ düşman asker, böyle olduğunu bilmeden bir tren kompartımanında karşılaşıyorlar. neredeyse klonlanmış kadar birbirlerinin aynı olan ve aslında birbirlerini o güne kadar hiç tanımamış, dahası iki komşu olan bu genç insanların birer de fazlalıkları var:
muhtemelen aynı fabrikada üretilmiş birer silâh!.. iki adet 45’lik colt. biri boş, diğeri dolu.
ama o fazlalıklar sadece bir silâh değil. oyunun kahramanlarından birisinin dediği gibi, onlara güç veren birer aygıt, ama bunun da ötesinde kendilerini ‘daha’ cesaretli kılan bir imkân ya da fırsat!
özünde hiç bir çelişkisi ve çatışması olmayan, dahası ilân edilen savaşın başında orada olmadıkları için, savaşı yalnızca onlara aktarıldığı şekilde bilen, anlayan ve hisseden, evleri, aileleri ve çocukları olan, lizavetta’yı korkusundan öldürme anındaki raskolnikov’a benzeyen iki ‘sıradan’ insan onlar. biri pastacı ve savaşa para için gittiğini kabul ediyor. diğerinin ise babası asker ve o “onur”u için gitmiş savaşa. bir de oğluna bir şeyleri göstermek ve anlatmak için. pastacının çok az gördüğü ve kendisini nasıl karşılayacağını bilmediği bir karısı var.
bu iki sıradan insan, savaş ve savaşta yaptıkları gündeme geldiğinde, zamanı bir gün öncesine, yani savaşın sürdüğü güne çekerek, yeniden birbirini öldürecek iki düşman hâline gelebiliyorlar.
baştaki soruyu yineleyeyim: peki neden?
her ne kadar alışıldık yanıt “vatan için” olsa da aslında napolyon’un ‘herkes kendisinde olmayan için savaşır’ demesini doğrularcasına, yani sadece ya “onur” veya “para” için!
ha bir de şu seçenek var tabi, sıradan insanlar için: anlatacak bir hikâyeleri olsun diye de savaşıyorlar bazen... tıpkı ergenliğe yeni girmiş erkek çocuklar gibi! insan soyunun yaşı 650 bin yıla ulaştı ama hâlâ 13-14 yaşında olmak çok acı değil mi!
bellerindeki silâhlar dışında bir de, bu iki nedene eşlik eden, aslında tam olarak tanımlayamadıkları, belirsiz, ân’a ve duruma göre değişen bir de ‘vicdan’ları var.
tüm bu formülün içinden nasıl bir sonuç çıkarırsınız?
usta şair refik durbaş’ın dediği gibi söylersek;
“savaş ne yana düşer usta, barış ne yana?”
dilek güven şöyle diyor bu konuda:
savaşın yıkımı ve acıları, yaraları ile yazılmış bir çok oyun film vs vardır ama savaş ve barış konusunu bu açıdan ele alan metin az. oyundaki şu cümleyi çok seviyorum. ‘seni dün öldürsem beni kahraman ilan edecekler, bugün öldürsem katil diyecekler!’ işte bu nasıl bir ikilem.ve açmaz. kim belirler bunu niye nasıl??? gerçekten de oyunun dediği gibi vicdan??? ben yugoslavya savaşıyla ilgili bir oyun yapmıştım ve o oyun için çok okumuş araştırmıştık. yıllarca aynı mahallede otur, komşuluk yap, insani ilişkide ol ve sonra savaş çıksın, komşunu öldür, kes, tecavüz et... bu akıl ve duygu ve düşünce tutulması....
tabii oyunda bunları söylemiyor kimse. ama aynı sorular akla geliyor ve konunun tartışmasına büyük bir katkı sunuyor, “hiç kimsenin öyküsü”.
sağlam ve akıcı bir metni, olabildiğince doğrudan, minimalist bir sahne tasarımı ve zorlamanın ve süslemenin olmadığı bir yaklaşımla ve gerçekçi bir şekilde sahneye koyan dilek güven, başta anıl kır ve ertunç uygun’un müthiş performansları olmak üzere harika bir iş başarmış olan tüm ekibin bu oyununu izlemeli ve en azından durbaş’ın aslında yanıt istemediği ‘şimdi benden uzakta gibi görünen bu olası savaş yanıma, odama, evime gelse ne yapardım’ sorusunun yanıtını düşünmelisiniz
bu soruya yanıt vermeden önce bir noktayı daha dikkâte almalısınız ama:
savaşlara karar verenler, ondan bir çıkar umanlar, insanları savaşlara yollayanlar, başta kendi yakınları olmak üzere asla o savaşların ön cephelerinde olmazlar, ama ülkelerindeki herkesin sırtında üniformaları olmasa bile birer sivil ve potansiyel asker olarak yanlarında durmalarını isterler, bunun için okullar, cezaevleri, tımarhaneler kurarlar...
focault’un ayrıntılarıyla ortaya koyduğu onlarca kitapta yazdığı gibi. düşünmeyen ve sorgulamayan insanların yaratılması ve hazırda tutulması o ‘aslında asker olmayan sıradan insanlar’, onlar için her şeyden daha çok önemlidir.
tiyatro ise bu ve benzer soru(n)ların en sık, en kolay ve en doğrudan sorgulandığı imkânlardan birisidir. o yüzden en çok da tiyatroya karşıdırlar, savaştan yana olanlar. o yüzden yasaklar, sınırlamalar, zorluklar en çok onları sevenlere, yapanlara, gösterenlere uygulanır.
oysa o vardır ve hep var olur. bir yerden pırtlar, çıkar gelir ve önünüze durur, sizi içine alır ve sorusuna, sorununa dahil eder. kropstiyatro da adı gibi bunun gerçekleşmesini sağlayan ve geleceğe bir umut taşıyan o 170 topluluktan birisi olarak yaşamımızın içinde olacağını söylüyor. iyi ki de söylüyor.
program broşüründe dedikleri gibi:
umut meğer ne önemliymiş insan yaşamında, belki de tüm yaşamlarda, bir ağaçta, bir çiçekte, bir köpek, bir caretta carettada mesela…yok olmaya başlayanın değerini, yok olmaya başladığında anlıyor insan. umut ne kadar yaşamaya, geleceğe, eylemeye, artık bu son dediğiniz anda bile devam etmeye iteliyorsa insanı, umutsuzluk da o kadar bitiriyor yaşamı, ölüm oluyor, çöl oluyor, kuraklık ve açlık oluyor, bitiş oluyor. bizler kafalarımızda cümleler, içimizde kıpırtılar, sesler, görüntüler, haykırışlar ve fısıltılarla bir araya gelip günlerce isim düşündük bu yeni doğana. sonra bu düşüncemizi toprağa bırakıverdik, ona can suyu verip açsın ve umut olsun diye, birlikte düşünelim, söyleyelim, yüzleşelim eğer tiyatro bir dokunma biçimiyse dokunalım diye… o tohumu attık ya toprağa, birlikte ekinleri toplayalım hasat yapalım diye…
öyleyse onu hep birlikte “olduralım” bence...
üstelik de kimseyi öldürmeden! öldürmek zorunda kalmadan!
hem de barış istediğimiz, savaşa, savaşlara karşı çıktığımız anda...
hem de bedeli bu ülkede barış isteyen herkesine gelen olsa da...
yine başka bir ustanın brecht’in dediği gibi
“duvara tebeşirle yazılan / savaş istiyoruz! / en önce vuruldu / bunu yazan”
“savaş isteyenler gitti, barış isteyenler hep varolacak.” (ms/ekn)
künyeyazan: erdi mamikoğlu; yöneten: dilek güven; yönetmen yard.: ali sığa; oyuncular: anıl kır / ertunç uygun; dramaturji: kropstiyatro ekibi; ışık tasarım: yüksel aymaz; müzik: emin serdar kurutçu; dekor-kostüm: rabia kip; afiş-konsept: hakan fidan; fotoğraf: gökhan yolcu; konduvit: esra akbaş; ışık kumanda: umut barış taşdemir oyun tarihleri ve yerleri: 28 kasım, 14, 24 aralık saat 20.30 tatavla sahne. tatavla sahne adres: firuzağa cad. taktaki yokuşu 2/b cihangir-istanbul tel: 0212-2335230 |