Altın madenciliğinin kamu yararına olmadığı, 1990’larda etkili olan ‘Bergama hareketi’nin başlattığı yasal süreçte, mahkeme kararı ile tespit edilmişti. Ancak hemen akabinde başlatılan karşı kampanyada Bergamalı protestocular, ülke çıkarlarına aykırı hareket etmekle itham edildiler.
Devam eden süreçte, ciddi çevresel tahribata yol açan ve önemli riskler barındıran altın madenciliği, ekonomik kazançla ve ülke çıkarlarıyla özdeşleştirildi. Doğal çevre ve bu çevreye bağlı kırsal yaşam karşısında altın madenciliğine mutlak bir öncelik veren bir dizi yasal değişiklik yapıldı.
1990’ların sonlarından itibaren siyasi iktidarların maden şirketlerinin önündeki her türlü engeli kaldırmaya yönelik tutumu, İliç’teki faciaya giden yolların taşlarını döşedi. Yaşanan facianın en önemli nedeni, bu tarihten itibaren, altın ve altın madenciliği alanını şekillendiren kural tanımazlık ve kuralsızlıktır.
Altın madenciliğinde ‘kamu yararı yok’
Altın madenciliğinin önünü açan kural tanımazlık, ‘Bergama hareketi’ olarak bilinen toplumsal hareketin kazanımlarına karşı başlatıldı.
Bergama hareketi, çok uluslu bir şirketin Bergama’da yürütmeye başladığı altın madenciliği faaliyetlerine karşı yöre halkının seferber olmasıyla 1990’ların başlarında doğdu. Hareket, siyanür gibi ağır kimyasallar kullanılarak yapılan altın madenciliğinin doğal çevreye vereceği zararları, oldukça etkili bir şekilde kamuoyunun gündemine taşıdı.
Daha da önemlisi, ‘siyanür kullanarak yapılan altın madenciliğinde kamu yararı olmadığına’ dair mahkeme kararları ile madenin ‘çevre’ izinlerini 1998 yılında iptal ettirdi.
Dönemin siyasi iktidarı, yargı kararlarına uymayarak, ısrarla faaliyet izinleri verme yoluna gitti. Ancak 2001 yılında bu izinler de, Bergama hareketinin yargı yoluyla yürüttüğü mücadeleyle engellendi.
Türkiye gerçekten bir hukuk devleti olsaydı ve yargı kararlarına uyulsaydı, doğası itibarıyla oldukça vahşi olan altın madenciliği serüveni böylece başlamadan bitmiş olabilirdi. Ancak böyle olmadı.
Altın madenciliğini aklamak
Bergama hareketinin hukuki kazanımları, siyasetçi, bürokrat, akademisyen ve gazeteci gibi çeşitli figürler tarafından yürütülen bir ‘karşı kampanya’ ile aşıldı. Bu kampanya ile yargı kararlarına rağmen altın madenciliğinin önünü açmak üzere hem altın madenciliği hem de Bergamalı protestocular hakkında çeşitli spekülatif ve temelsiz iddialar ortaya atıldı.
Türkiye’nin çok büyük altın rezervlerine sahip olduğu, altın madenciliğinin ülke ekonomisi için elzem olduğu, hatta ülkeyi ekonomik krizden çıkaracağı iddia edildi. Bunların yanı sıra, Bergama hareketinin dış güçlere hizmet ettiği, hareketin Alman vakıfları tarafından organize edildiği ve bazı protestocuların Almanya adına casusluk yaptığı gibi mesnetsiz iddialar, gazete haberleri, köşe yazıları, TV programları ve bedava dağıtılan bir kitap aracılığıyla kamuoyunun gündemine taşındı.
Altın madenciliği, ülke çıkarlarıyla özdeşleştirildi
Bergama hareketine karşı yürütülen bu karşı kampanya ile altın madenciliği ekonomik kazançla ve ülke çıkarlarıyla özdeşleştirildi. Öte yandan, Bergamalı protestocuların dile getirdiği çevresel sorun ve riskler ise protestocuların ‘gizli’ amaçlarını örtmek için kullandıkları bir kılıf olarak sunuldu. Böylece, altın madenciliği ile çevresel tahribat arasındaki sıkı ilişki dikkatlerden uzaklaştırıldı ve kamuoyunun gündeminden düşürüldü.
Bu iddialar vasıtasıyla, yargı kararıyla kapatılan madenin hükumet kararıyla yeniden açılmasının zemini oluşturuldu. Ayrıca protestoların kolluk kuvvetlerince sert bir şekilde bastırılması ve Bergamalı protestocular hakkında çeşitli davalar açılması gibi pratikler de meşru kılındı. Protestocular daha sonra tüm bu davalardan aklandı, ancak Bergama hareketi uzun süre Alman vakıflarıyla birlikte anılmaya devam etti.
Çevreyi madencilikten koruyacak mevzuat kalmadı
Altın madenciliğinin önünü açmak için benimsenen bu kanun/kural tanımaz tutum, AKP iktidarları döneminde kuralsızlığa doğru evrildi. Bu dönemde, doğal çevre ve bu çevreye bağlı kırsal yaşam karşısında altın madenciliğine mutlak bir öncelik veren bir dizi yasal değişiklik yapıldı.
2004 yılında yeni bir madencilik yasası (5177 sayılı yasa) çıkarılması ve madencilik ile ilgili çeşitli yasada (örneğin, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Çevre Kanunu, Orman Kanunu ve Milli Parklar Kanunu gibi) değişiklikler yapılmasıyla başlayan bu çaba, takip eden yıllarda da bir dizi yasal değişiklikle devam etti.
Bütün bu değişikliklerle birlikte, doğal çevreyi ve doğal çevreye bağlı toplumsal yaşamı, altın madenciliğinin yaratacağı kaçınılmaz tahribat karşısında koruyacak bir mevzuat neredeyse kalmadı. Böylelikle tarım arazileri, meralar, ormanlar, akarsu yakınlarını da içeren pek çok alanı kapsayan binlerce maden ruhsatı verildi.
Açık ocak ve yığın liç yöntemlerine de ruhsat verildi
Altın madenciliği özelinde, bu ruhsatların bir kısmı - Uşak Eşme, Ordu Fatsa ve Erzincan İliç’te olduğu gibi - çevresel tahribata daha da yoğun bir biçimde yol açan ‘açık ocak’ ve ‘yığın liç’ yöntemi kullanan madenleri kapsadı. İliç’teki maden, Eşme’deki Kışladağ madeniyle birlikte, Bergama hareketinin kontrol altına alınmasının ve altın madenciliğinin önünün açılmasının ardından açılan ilk madenlerden biriydi.
2009 yılında inşaat ve 2010 yılında maden çıkarma faaliyetlerinin başladığı bu alan, Eşme’deki madenin ardından en büyük ikinci rezervi içeriyor. Aynı Eşme’deki gibi, İliç’teki maden sahası da bir köyü, Çöpler Köyü’nü, tamamen ortadan kaldırdı. Maden, birkaç kez kapasite artırımı yaparak giderek genişledi. İliç’teki madenin kuralsızca büyümesinde etkili bir diğer neden ise yöre halkının tepkisizliği oldu.
Yöre halkı ikna edildi, direniş gösterilmedi
İliç’i, benzer bir kaderi paylaştığı Eşme ve Fatsa gibi diğer yörelerden ayıran önemli bir unsur, yöre halkının ne madenin faaliyete geçmesine ne de kapasite artırmasına karşı neredeyse hiçbir direniş göstermemesi oldu. Yöre halkının bir kısmı, maden şirketi henüz faaliyetlerine başlamadan önce, yöre halkına yönelik yürütülen faaliyetler ile ikna edildi.
‘Sosyal sorumluluk’ olarak adlandırılan bu faaliyetler, civar köylerin muhtarlarına ABD gezisi organize edilmesi, yöre halkına madende istihdam olanakları sağlanması ve altın madenciliğinin yöreye ekonomik katkıda bulunması gibi konularda yapılan bilgilendirmeleri ve birtakım altyapı hizmetleri sunulmasını kapsıyordu.
Madenden en doğrudan etkilenenler, Çöpler Köyü sakinleriydi. Ancak aralarında meralarını kaybetmekten, hayvancılığın ve geleneksel geçim kaynakları olan peynirciliğin bitmesinden ve hatta, köy mezarlığının maden alanında kalması nedeniyle, yakınlarının mezarlarını taşımaktan hoşnut olmayanlar vardıysa da, sessiz kaldılar.
2011 yılında yaptığımız görüşmede köylülerden biri bu durumu, “her bir köylüde çok hayvan vardı; oraya dediler mera da yapacağız falan ama yok. Kazdılar kazdılar, mera kalmadı. Şimdi hepsini sattık. Arsa yapacağız dediler falan filan götürdüler hepsini,” diyerek ifade ediyordu.
‘Bir şeyin içine girdik, hep beraber boğuluyoruz’
Köylülerin bir kısmının madene ilişkin memnuniyetsizliği ve maden şirketine güvensizliği, madenin faaliyetiyle birlikte deneyimledikleri çevre tahribatıyla başladı.
Bir köylü, bu durumu şöyle dile getiriyordu: “Bizi mahvettiler. Ağaçlandıracağız falan filan. Biz safız, tahsilimiz yok. Bir şeyin içine girdik, hep beraber boğuluyoruz şimdi. Ben şimdi kabul etmiyorum, ama sen diyorlar buraya imza verdin, geçti artık. Hep imza attık yaktık kendimizi. Okuryazarlığımız yok ne bileceğiz kandırdılar bizi. Benim 500 koyunum vardı, 150 milyar gelirim vardı yıllık”.
Ekonomik beklentiler, şirketin elini güçlendirdi
Bu tür projelerde şirketler lehine kullanılmak üzere revize edilmiş olan ‘acele kamulaştırma yasası’ da köylülerin arazilerini satmasında etkili oldu. Köylülerden biri bu duruma “kamulaştırılacağı haberi de gelince zaten insanlara, bakıyor ki bu arsa 2.000 liraya gidiyor, şirket 10.000 lira veriyor, hemen sattı,” diyerek işaret ediyordu.
Diğer yandan, maden alanına altı kilometre uzaklıkta olan İliç ilçesi ise ekonomik beklentiler nedeniyle madenciliği olumlu karşıladı. Yöre halkının tepkisizliği, mevcut gevşek mevzuata dahi tam olarak uyulmamasına yol açtı. Şirket, kapasite artırımı için gerekli olan ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) onaylarını kolaylıkla alabildi. Hatta açık ocak genişletme başvurusunda ÇED onayı alması dahi gerekli görülmedi.
Kuralsızlığın sonuçlarını yaşıyoruz
Sonuç olarak, 1990’lardan bu yana maden şirketleri lehine oluşturulan bu ‘kuralsız’ ortamda maden şirketi, tamamen kendi çıkarları doğrultusunda, kontrolsüzce hareket etti.
2022 yılında madende siyanür taşıyan bir borunun patlamasıyla meydana gelen kaza, bu kuralsızlık ve kontrolsüzlüğün ilk sonuçlarından biriydi. Ancak, son derece tehlikeli sonuçları olan böyle bir kaza dahi ne genelde maden şirketlerine yönelik kural ve kontrolün artmasıyla ne de İliç’teki madene yönelik tedbirlerle sonuçlandı.
Siyasi iktidarların, maden şirketlerinin önündeki her türlü engeli kaldırma yönündeki tutumu, 1990’ların sonundan 2002’ye kadar, yargı kararlarını tanımamakla başlamıştı. Takip eden yıllarda ise yasal mevzuatın sıklıkla değiştirmesiyle devam etti. Bu yıllarda artan kayırmacılık ve otoriterlikle de sarmalanarak derinleşti. Nihayetinde İliç’teki facia, bu kuralsızlığın ve kontrolsüzlüğün doğrudan bir sonucu oldu. (HÖ/TY)
Bu yazı, İklim Masası ve bianet işbirliği ile yayımlanmıştır.
İklim Masası, iklim kriziyle ilgili güvenilir bilgileri kamuoyunda yaygınlaştırmayı hedefleyen bir haber servisidir. Yazarları, haberleştirdikleri konularda uzmanlığı bulunan bilim insanlarından oluşur.