Nisan ayında İletişim Yayınları tarafından yayımlanan, Tanıl Bora ve Levent Cantek'in derledikleri Linç Öyküleri, günümüzde toplumsal olarak yüzleştiğimiz belki de en büyük sorunu gün yüzüne çıkarıyor: İnsan olma duyarlılığı...
Şehirleşmenin arttığı, sokak kültürünün tehlikeli sayıldığı ve bu yüzden insanların kendilerini ancak siteler içinde, güvenlikler arasında huzurlu hissettikleri bir çağın kaçınılmaz katılımcılarıyız.
Samimi olmadığımız kişilere selam vermeyi lüzumsuz gördüğümüz için selam almaktan çekinir olduk. Tam da bu noktadan baktığımız zaman görüyoruz ki, aynı dili konuştuğumuz, aynı mahallede yaşadığımız, belki aynı takımı tutup benzer takıntılara sahip olduğumuz insanlarla bir türlü kurmayı başaramadığımız düzgün bir iletişim yoksunluğundan doğuyor linç. Ve doğduğu yapıyı besleyerek kendini yeniden üretiyor. İnsanın, insana ve kendisine olan güvensizliğini pekiştiriyor. Lincin nerede ve hangi sebeple olursa olsun tek bir sonucu var: Onarılamaz yıkım. Yani, Ayhan Geçgin’in öyküsünde incelikle özetlediği gibi, insan “bu, karanlık değil diye düşünüyor, bu sanki bir duvar. İnsan içinde yol alıyor ama yine de çıkamıyor.”
Kitapta 16 yazardan 16 farklı linç öyküsü yer alıyor. Bora ve Cantek’in tabirleriyle, bu “feci namussuz hikayeler”in yazarları Bora Abdo, Oya Baydar, Gaye Boralıoğlu, Pelin Buzluk, Behçet Çelik, Veysi Erdoğan, Mehmet Eroğlu, İlban Ertem, Ayhan Geçgin, Hakan Günday, Akif Kurtuluş, Pınar Öğünç, Yıldız Ramazanoğlu, Mine Söğüt, Ahmet Tulgar ve Yalçın Tosun...
Küçük detayların büyük ayrımcılıklara yol açtığını satır satır okuduğumuz bu öyküler, kimi zaman mağdurun kimi zamansa bir zanlının dilinden anlatılıyor; bazen yan mahallemizden izler taşıyor bazen belki de hiçbir zaman gidemeyeceğimiz coğrafyalardan haber yolluyor.
Ayrımcılığın farklı noktalardan ele alındığı kitapta, kadın-erkek eşitsizliği, azınlıklara yönelen ayrımcılık ve dışlama, hayvanlara yönelik saldırılar, cinselliğin yorucu tabuları da yer alıyor.
Yıldız Ramazanoğlu'nun “42. Saniye” öyküsünde de sorguladığı gibi “Ne yani kızlar kamyonla oynamaz mı, erkekler de kucağına plastik bebeği alıp bir bebekle nasıl ilgileneceğini, onu nasıl tutması gerektiğini öğrense fena mı?”
Birbirinden özgün bu hikâyelerin her biri, ayrı bir duyarlılık yaratıyor. Köşe başımızda bir canlı katledilirken sessiz kalıp gözlerimizi yumarak olay yerinden geçmenin, çığlıkları duymamanın utancıyla yüzleşiyoruz. Yüzleşmek, bir adım ileriye gitmek için elimizdeki yegâne biletimiz oluyor. Zaten kitabın faillerden ve mağdurlardan ziyade, bizim gibi gözlemciler için derlendiğini söylemek pek de yanlış bir ifade olmaz. Bir nevî, toplumsal duyarsızlığa dikkat çekmenin en edebi hali…
Kitapta bütün hikâyelerde yaşanan linçlerin nedeni, tamamiyle bir bilinçsizliğin ve kolektif bir kötülüğün oluşturduğu gaddar öfke gösterilerinden başka bir şey değil. Öfke duygusu beyinden saniyeler içinde akıp geçerken, onu tekrar ve tekrar canlı tutmak için belleğini ve anılarını zorlayan topluluklar yakıp yıktıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi olay mahallinden çekip giderler. Geriye, yaşananların izini unutmayacak olan mağdur, gördüklerine inanamayan gözlemciler kalır. Belki bir de akasya ağaçları ve kediler...
Bununla ilgili Bora ve Cantek şöyle diyorlar kitabın girişinde: “Linç mağdurlarıyla konuşursanız eğer, uğultuları, toplaşmaları, küfürleri, itişmeleri,kalabalığın birbirini iştahla teşvik etmesini, dehşetle, o anı yeniden yaşar gibi hatırlıyorlar. “Vur ulan vur, diye bağrışıyordu kalabalık... Vur bir daha vur!”
Sonuç ne olursa olsun, bilincin silikleştiği zihinlerde suskunluk sarmalına katılan herkes, linç eylemini bile isteye kabul etmiş sayılır. Hikâyelerde gördüğümüz üzere kitleler, yeni bir fikir karşısında kendilerini olabildiğince soyutlayan, hatta bu yeni fikri kendilerine yapılan olumsuz bir eleştiri, bir saygısızlık olarak değerlendirip cezayı kendi ellerindeki kaba kuvvetle vermeyi uygun görenlerden oluşuyor.
Ayrımcılık doğurgandır. Ayrımcılık iletişimsizliktir. Ayrımcılık linçtir. Linç, bilinçsizliktir. (EZF/EKN)