672, 679, 686… Tertip tertip atıldık. Hala 657’ye tabi olanlar numara büyütmeyi bekliyor, gergin ya da belki boşvererek, duruma göre değişir. İhraç sonrası hikâyeler okuduk, en çok akademiden. Bu da bir çeşit sermaye sorunu, ancak anlatabilenin hikâyesi duyuluyor. Küçük bir not da ben düşeyim, öncesine giderek.
1999 Eylül’ünde, 1. sınıftaydım, okul açılalı –yanılmıyorsam- bir hafta olmuşken yaşandı Ulucanlar Katliamı. 26 Eylül’de Ulucanlar Cezaevine kapatılmış on siyasi tutsak öldürüldü, işkenceyle, yakılarak, kurşunlanarak öldürüldü. Televizyonda haberini izlemek dışında bir şey yapmak lazımdı. Ne yapılabileceğine dair hiçbir fikrim yoktu. Sonra İlef kantininde bir döviz gördüm. Renkli kartonun üzerine tahta kalemiyle, hızlıca yazılmıştı. Ulucanlar Katliamı'nın ardından Siyasal alt kantinde toplantıya çağırıyordu. Gittim, kimseyi tanımadığım toplantıda bir köşede oturup dinledim. Herkes birbirini tanıyordu, herkes çok şey biliyordu, çok öfkeliydi. Ben de öfkeliydim ama onların bildiğini bilmiyordum, onları da bilmiyordum. Sanırım birkaç gün sonrasında yine İlef kantininde birisi bana "Sen geçen gün toplantıdaydın değil mi?" dedi ve okula başlamış oldum. İlk ders, eğer solcu olmak istiyorsan döviz yazmayı öğrenmelisin. Kızlar döviz yazarlar. El yazım korkunç, üstelik ölçek büyüdükçe düz çizgiyi de kaydırıyorum, aşağı doğru eğiliyor yazı. Dövize yazılacak çok şey vardı, çok yazdım, öğrendim. Kızların işinin döviz yazmak olmadığını da…
3. sınıftaydım ve 25 Kasım yaklaşıyordu. Bir şey yapmak lazımdı ama 25 Kasım o yıl pazar gününe geliyordu okul da kapalı. Eser hocayla kocaman bir afiş yapmaya karar verdik. Sobacı hocanın yardımıyla 26 Kasım sabahında İlef giriş kapısının hemen karşısına gerçekten kocaman bir afiş asmıştık. Bir kadının tüm bedenini sarmış gazete görselinin altında “Dün kadına yönelik şiddet haber oldu. Peki bugün?” yazıyordu.
Döviz ve afiş, biri beni öğrenci hareketine diğeri kadın hareketine kattı. Onlar olmasaydı da olurdu bu ama onlarla oldu. Gazeteci olmak hevesimden daha birinci sınıfta vazgeçtim. Lisans boyunca uçuşan ideolojik aygıt, hegemonya, kültür endüstrisi, kamuoyu, kamusal alan laflarını yakalayıp yerlerine yerleştirmeye çabaladığım yüksek lisansta sıra tez yazmaya geldi. Medya deyince ilk elden, hatta çoğunca hiç akla gelmeyenleri; bizim memlekette ise hepten suç aleti/unsuru sayılanları, anlayıp öğrenmeye çalışan bir tezle bitirdim yüksek lisansı. Literatürdeki yaygın karşılığıyla radikal medya[1]. Yazdım diyemiyorum, benim için yazmak hep zor ama en zoru oydu, çalıştım. Buraya bakmak benim iletişim çalışmalarında dolaştığım alanı genişletti, ondan anladığım şeyi çoğalttı, önüme okuyup çalışılacak meseleler koydu. Bütün bunların yanında söyleyecek bir sözümüz olduğunda onu duyurmanın yollarını ve elbette bu yolları arşınlayanları daha kıymetli kıldı.
Yaygın medya toplumsal muhalefetin içerip dönüştüremeyeceği kısmını dışarıda bırakır. İşçi sınıfı mücadelesini görmedi ya da işçilerin anlattığı biçimiyle dinlemedi fakat XVIII. yüzyıldan beri işçi sınıfı basını var. Yasaklandığında tabutlarda, ağaç kovuklarında, iş aletlerinin arasında saklanarak dağıtılan işçi gazeteleri var. Yaygın medya öğrenci muhalefetini sözü olmayan bir kavgacı topluluk olarak kurdu. Kantinlerde birbirine saldıran karşıt görüşlü gruplardan bir tanesi düzenli biçimde polisten dayak yiyordu (!) Fakat öğrenciler dertlerini anlatacak sayfaları hep buldu; fanzinler, dergiler, afişler, afişler, pankartlar hazırladılar, duvarlara yazdılar, pul yapıştırdılar (şimdi buna sticker deniyor ama bence pul daha güzel, mektubu, haber göndermeyi, tanıdık birinden haber almayı çağrıştırıyor). Yaygın medya etnik, mezhepsel azınlıkları da görmedi ama onlar radyolar kurdular, ses kayıtları dolaştırdılar elden ele ve dillerini kendi seslerinde korudular. Yaygın medya kadınları gördü, yalnızca belirli biçimlerde ve kadınları fazlasıyla görünür kıldı tabi belirlediği biçimlerde. Fakat kadınlar kendilerini farklı halleriyle, farklı dertleri ve itirazlarıyla anlatmanın çaresini hep buldular. Matbaa borçlarına, yazıya sıkışmalara, sürekli yaşanan teknik sorunlara rağmen kimisi birkaç sayı kimisi uzun yıllar çıkabilen dergilerinden vazgeçmediler. Yakalarına rozetler iliştirdiler, çantalarına kurdeleler bağladılar, bir örnek eşarplar takıp yürüdüler ve itirazlarını, iddialarını bedenlerinde taşıdılar. En çok 8 Martlarda, meydanları, alanları, kentlerin sokaklarını mora boyadılar. Ellerinde sigaralarıyla yürüdükleri köprüde sigaralarının dumanıyla haber gönderdiler. Tarlalardan atölyelere, tezgâhlara iş şarkıları söylediler, ilendiler, ah ettiler ama sözlerini söylemenin bir yolunu hep buldular. Eğer bunlara bakmazsanız işçiler yalnızca çalıştı, öğrenciler dövüştü, kadınlar sustu zannedersiniz.
Ezilen, baskı altında tutulan, şiddete maruz kalan toplumsal kesimlerin kendi sözüne, sesine kulak kabartmazsanız yalnızca onlar hakkında konuşulanı duyarsınız. Örneğin günler süren sokağa çıkma yasaklarını sıradan bir güvenlik tedbiri olarak cümle içinde kullananların ağzından, günlerce evlerine kapatılan insanların çatılarına, pencerelerine çarpan ölüm sesini duyamazsınız. Evlerinden çıkabildikleri ilk anda kucaklarında, bavullarında taşıyabilecekleri kadar eşyayla, geride kalan eve bir daha giremeyeceğini bilerek yola düşenlerin ayrılma, kopma tecrübesini de duyamazsınız. Uzakta bir yerde süren bir “temizlik”ten bahsedenler orayı zırhlı aracın gözünden kaydedilenle görür. Ellerinde beyaz bayrakla, bayrak dediysem bir sopaya sarılmış beyaz bez parçalarıyla, elleri havada hastasını doktora götürmeye çalışanlara göz çevirmez. Oturduğu sokağa adım atabilmek için beyaz bayrak sallıyor olması örneğin gözüne çarpmaz bile. Çocuğunun ölü bedenini buzdolabının içinde bütün tutmaya çalışan annenin gördüğünü görmek mümkün değil elbette ama o annenin kirpiğindeki yaşı görmek mümkün. Annesinin sokakta yatan ölü bedenini bütün tutmak için onu hayvanlardan korumaya çalışan çocuğun gördüğünü görmek imkânsız ama o çocuğun uyumadan ardında durduğu pencereyi görmek mümkün. Bakarsanız, dinlerseniz.
Gelelim bildiriye… Bütün bunlara bakıp görenler, bu sağır edici silah sesini duyanlar çok şey yapabilir. Alkış tutabilir örneğin ve çoktur da tutan. Ellerin tetiğe gidebilmesini sağlayan da budur zaten, malum. Ve olmasın isteyebilir. Silahın değil sözün hükmü sürsün, savaşın değil barışın zamanı olsun isteyebilir ve azdır ama vardır isteyen. Pek çok az olan gibi istedikleri ve istemediklerini anlatabilme olanakları daraltılmışsa sözünü kendi mecrasında kurar. Bildiri yazar örneğin. Böyle oldu. O bildiride yazılanların altına imzasını attı çok sayıda okur-yazar. Size Bunları Söyletmeyiz korosu Bedelini Ödeyeceksiniz marşını çalmaya başladı. Söylediler. Olağanüstü Hal orkestrası Size Buralarda Ekmek Yok oratoryosu çalmaya başladı, en devletlisinden, kanun hükmünde. Yine söylediler. Üstüne dostları getirdi kendi ekmeklerinden bir parça koydu sendikanın masasına. Hiç yoktan kocaman sofraların neşesini de paylaştılar.
Dövizden ve afişten, ikisinin kişisel tarihimde yarattığı makas değişikliğinden bahsetmiştim. Üçüncüsü de bu oldu tabi, bildiri… Biriyle okula başladım, diğeriyle kendi varoluşum üzerine düşünme, özgürleştirme çabasına daldım. Sonuncusu nedeniyle ise okuldan mezun etmeye kalktılar. Gece yarısı yayınlanan bakanlar kurulu kararıyla, başka bir bildirime gerek olmaksızın… İlk ikisi vesilesiyle öğrendiklerimden biliyorum ki bu zamansız bir yılsonu tatili, bitecek ve okul başlayacak. (İK/BK)
[1] Meraklısı için alanın kurucu ismi sayılan John Downing’in Radikal Medya kitabı geçtiğimiz günlerde Türkçe’ye çevrildi.
* Fotoğraf: Murat Kula / Ankara / AA
Yarın: Melek Zorlu / "Vardık, Varız, Var Olacağız"
İHRAÇ EDİLEN AKADEMİSYENLER YAZIYOR/ KADINLARIN (K)a(H)(K)ahası
Beyza Kural'dan Başlarken - OHAL'de Kadınların (K)a(H)(K)ahası
1- Fatma Güler Eryıldız: Araştırmacı Kimliğimden İhraç Olmadım
2- Betül Havva Yılmaz: Yalnız Olmamaklık
3- Ece Öztan: KHK'ları ile Gittik, Kahkahalarımızla Döneceğiz!
4- İlkay Kara: İletişim Dediğin; Döviz, Afiş, Bildiri...
5- Melek Zorlu: "Vardık, Varız, Var Olacağız"