Geçen hafta, Fethiye Lisesi'nde okuyan bir genç kızın erkek arkadaşı tarafından oyuna getirilerek seri tecavüz kurbanı oluşunu okuduk gazetelerde. Bu vakanın umutla bakabileceğimiz tek tarafı, mağdurun tecavüze uğradığını ailesine söylemiş olmasıydı kanımca.
Bu olayın öncesinde ve sonrasında taciz ve tecavüz vakalarına ilişkin pek çok haber yer aldı basında ve görünen o ki bu haberleri okumaya devam edeceğiz. Aslında, Hüseyin Üzmez davasından bu yana kadına yönelik taciz ve tecavüz saldırılarının, kadın hakları savunucularının da etkisiyle basınımız tarafından daha çok gündeme taşındığını gözlemlemek mümkün.
Bu haberlerin nasıl bir çerçeve ile verildiği, kullanılan dilin ataerkil ideolojiyi besleyip beslemediği ayrıca araştırılması gereken bu konu. Ancak unutmamak gerekir ki çocukların merkezinde yer aldığı tecavüz vakalarının gazetelerde daha çok yer edinmesi, bu utanç verici olayların özellikle son zamanlarda sıklaşmasından değil daha çok görünürlük kazanmasından kaynaklanıyor.
"Kol kırılır, yeni içinde kalır" mantığının zayıflamaya başlamasının bir delili olarak görmek mümkün bu haberleri. Bir şeyler değişiyor, değişmeli. Artık zaman, taciz ve tecavüz vakalarını üçüncü sayfa haberi olarak değil, kadın haklarına yönelik çok ciddi ihlallerin somutlaşmış örnekleri olarak okumak zamanıdır, ne kadar geç kalmış olsak da.
Çocukları korurken suça ortaklık etmek
Duyduğumuz ve duymadığımız pek çok tecavüz olayının arasından Fethiye'de yaşanan olaya dikkat çekmek istememin önemli bir sebebi var.
Basında mağdurun hangi lisede okuduğu, adının ve soyadının baş harfleri verildiği için, Fethiye halkının mağdurun kim olduğunu çıkarması zor olmasa gerek. Bu olay basında yer almamış olsaydı dahi, mağdurun yaşadıklarının en azından mahalle halkının korkuyla anlattığı bir hikâyeye dönüşmüş olduğunu tahmin edebiliriz.
Benim korkum işte tam da bu noktada, bu kız çocuğunun yaşadıklarının toplum tarafından aktarılış biçiminde.
17 yaşındaki bu kız çocuğunun yaşadıklarını anlayabilmem, anlayabilmemiz mümkün değil. Bu dramın toplumdaki yansıması ise tablonun çok silik kalmış arka fonunu oluşturuyor.
Mağdurun yaşadıklarını duyup da kızına "Bak işte, falanca, erkeklerle gezeyim derken başına neler geldi...Bundan sonra okuldan çıkınca doğru eve, onunla bununla gezmek tozmak yok....Gördün mü, falancanın erkek arkadaşı falancayı nasıl tuzağa düşürmüş, erkeklere güvenmeyeceksin, evden okula- okuldan eve, yolda kafanı kaldırmadan gidip geleceksin..." deme ihtimali olan anne babalardan, ağabeylerden bahsediyorum.
Garip bir koruma mekanizmasının işleyişini sağlayan bu söylem, sizce de çok önemli bir ayrıntıyı örtbas ederek, suça ortaklık etmiyor mu?
Kabul etmek gerekir: Sorun kızlarımızın sokağa çıkmasında, erkeklerle dolaşmasında değil... Sorun erkeklerimizin, kadınları üzerinde iktidar kurabilecekleri "şeyler" olarak görmesinde.
"Sevdikleri" kadınların bedenlerini kendi malları olarak düşünmelerinde, bu bedeni namus kisvesi altında "el değmemiş" olarak teslim almak isterken, aynı bedeni iktidarlarının uygulandığının bir kanıtı olarak başkalarına anlatma, sergileme ve hatta devretme hakkını kendilerinde görmelerinde.
"Bizim oğlanı bir kız aradı" derken
Söz konusu olayın failleri tam da bu söylemin yarattığı aktörlerdir. Dayısının, amcasının veya aile erkanından başka bir erkeğin yüzünde yılışık bir gülümsemeyle "Var mı len bi manita, güzel mi bari, hişt ne yaptın öptün mü" gibi sorular yönelttiği, annesinin "Ahmet, bugün bizim oğlanı bir kız aradı" diye imalı imalı ve biraz da gururla verdiği habere babasının "Eee olacak tabi, erkek adam değil mi, yaşı geldi!" diye gülerek cevap verdiği ailelerde büyümüş çocuklardır bunlar.
(Böyle ailelerde büyümeseler bile, "Kızlarına sahip çıksalarmış" zihniyetinin meşrulaştırıldığı bir toplumda büyüdükleri kesin!)
Kendilerine tanınan özgürlüğün binde birinin ablasına, kız kardeşine tanınmadığını, böyle özgürlüklerle büyüyen "hafif" komşu kızlarının kınandığını görmüşlerdir. Kendileri bir değil birçok kızla çıkmak için teşvik edilirken, ablalarının erkek arkadaşı olması ihtimali karşısında öfke duymaları, olaya el koymaları söylenmiştir.
Söyleneni yapmalarının bedeli ne yazık ki pek çok kadının hayatıdır.
Yaşananlar yeniden ürettiğimiz bir söylemin ürünü
Fethiye vakasında faillerin aileleri belki de bu özellikleri taşımıyorlardır, amacım söz konusu olaydaki failleri ve ailelerini hedef almak değil. Amacım yaşanan bu olayın çok daha geniş bir tabloya ait olduğunu vurgulamak.
Yaşananların, aslında bize çok doğal gelen, üzerinde durup düşünmediğimiz ve farkında olmadan yeniden ürettiğimiz bir söylemin ürünü olduğuna dikkat çekmek. Bu öyle sinsi bir söylem ki kadınları aile namusunun simgesi olarak korumak isterken, erkeğin seks objesi haline de getirebiliyor.
Kadının bedeni, üzerinde pazarlıklar yapılan bir meta oluyor böylelikle. Ataerkil ideolojiye özgü bir ikiyüzlülükle, seks işçilerini bedenlerini sattıkları için dışlayan toplum, kızını başlık parası karşısında bir adama verirken sattığı "şeyin" birinci el bir beden olduğunu kırmızı kuşaklarla tescillemekten utanmıyor.
Bu söylem erkeğin ilk cinsel ilişkisini "milli olmak" adı ile faşizanca kutsarken, kadının ilk cinsel ilişkisini evlilik dışında ise cinayet sebebi haline getiriyor.
Gün gibi ortada, bu söylemin derdi kadının bedeni ile, cinselliği ile. Onu kontrol altına alabilmek için erkeğe sınırsız iktidar veriyor ve bu sınırsız iktidar her yaştan kadının bedeni üzerinde, çeşitli biçimlerde incelikle uygulanıyor.
Gönül ister ki, biz bu iktidara son verelim. Gönül ister ki "bedenim benimdir" demekten utanmayalım. Erkekleri gardiyanlık görevlerinden azledelim. Duyduğumuz her tecavüz vakasından sonra korkuya kapılıp eve kapatmayalım kızlarımızı, kendimizi.
Oğullarımızı kız kardeşlerini korumakla değil saymakla görevlendirelim. Bir şeyleri değiştirelim, zira değişebilir.
Fethiye olayının mağduru ailesine sorununu anlatabildiyse, bir şeyler olumlu yönde eviriliyor demektir. Artık zaman, böyle bir evrimin önünde duranlara karşı devrim başlatma zamanıdır, ne kadar geciktirilmeye çalışılsa da. (BB)