Bir işi istenilen şekilde bitirmek, “başarmak” olarak adlandırılıyor. “Başarı”, başarmak eylemi ya da başarılan iş olarak, başaran da “başarılı” olarak adlandırılıyor. Yaygın olarak kulaklarımızda olan Arapçadaki eş anlamları da aynı sırayla; “muvaffak olmak”, “muvaffakıyet” ve “muvaffakıyetli” olduğunu hemen hepimiz biliyoruz. Başlıkta yer alan “katkı sunan”, “yardım eden” anlamını taşıyor.
Sosyalizme alternatif olamadı-olamaz
Kapitalizmin merkezlerinde “tarihin sonunu”n tanımlanmaya cüret edildiği yıllarda eş zamanlı olarak kendisine “zararlı” olan hatta “yararlı” olmayan her şeyden kurtulma çabası “yeni” insanı “üretme” hedefini de gündeme getirmişti. Tüm insanlara refah ve mutluluk getirebileceği iddiası, başka bir ifadeyle ‘sınıfsız, sömürüsüz bir kapitalizmin’ yaşanabileceği vaadi, o günlerde hafızalarda henüz canlı olan sosyalizm deneyimlerine alternatif olarak yaygınlaştırılmaya çalışılmıştı. O zamandan beri, hemen hemen hiçbir şeyde “nedensellik”(ği) sorgulaması istenmeyen, yaşananlar dışında başka bir alternatif(ler) olabileceğini aklına dahi getirmesine-düşünmesine adeta müsaade edilmeyen kuşakların varlığı için büyük çaba harcanıyor. Söz konusu çaba ya da ideolojik bombardıman, kısa sayılamayacak bir süre için etkili de oldu. Fakat, bugünün dünyasına ve Türkiyesi’ne baktığımızda sermaye sınıfı açısından tam bir başarıdan söz edebilmek elbette mümkün değil. Sistemin başardıklarını ve başaramadıklarını tersinden sınıfın ve beraberinde yaşayabilmek için çalışmak zorunda olanların da başaramadıkları ve başardıkları olarak tanımlayabilmek mümkün. Ancak, birinci çeyreği bugün bitecek olan 21. yüzyılda kapitalizmin başarısızlıklarını, “yaşamın krizini” ve son olarak COVID-19 gibi yarattığı felaketleri varlığı için kazanıma dönüştürmedeki maharetinin henüz ‘eline su dökülemeyecek’ düzeyde olduğunu da teslim etmemiz gerekir.
Bugün 2025’in son günü
Geleceğin daha iyi planlanabilmesi için yaşananların muhasebesini yapma geleneği henüz tamamıyla unutulmadı. Bununla birlikte, uzunca bir süredir ilk ve orta eğitim-öğretim programında yer verilmediğini, AKP’nin üniversitelerinde de dikkate alınmadığını, yok sayıldığını izliyoruz. Bu yazı, ilk bakışta yılın muhasebesinin yapıldığını çağrıştıracak olsa da o pencereden bakıldığında oldukça eksikli olduğu görülecektir. Bu haftaki yazımın amacı, özellikle muhalefetteki siyaset kurumlarının “körleştiği”ni ve bu nedenle iktidarı yeni bir başarıya taşıyabileceğini düşündüğüm bu duruma olgular üzerinden özel olarak dikkat çekebilmek. Bunu da özellikle, birçoğu yılın son bir-iki ayında gündeme gelen konuları ele alarak yapmak istiyorum.
Önce ekonomi ve mutfak: Türkiye’de bölüşüm
AKP hükümetleri en azından son iki dönemdir, ülkenin en zengin yüzde 10’u dışındakiler için refah sağlayamıyor. Öyle ki sayıları en fazla 8 milyon 600 bin kişi olan bu grupta olanların yıllık kişi başına ortalama geliri 121 bin 619 euro. Buna karşın, sayıları 43 milyondan fazla insanın yıllık ortalama geliri yalnızca 3 bin 482 euro. Oysa, gayri safi milli gelir (GSMG) Türkiye’de eşit olarak paylaşılabilseydi kişi başına 22 bin 830 euro düşecekti. Türkiye’de bu gruplamaya göre zenginler “en alttakilerden” 35 kat daha fazla gelire sahip. En alttakiler, 2025 yılında ortalama gelirin ya da kişi başına düşen GSMG’nin yalnızca yüzde 15’i oranında bir gelire sahip oldu. Buna karşın, Türkiye’de zenginlerin her biri, ortalama gelirin-kişi başına düşen GSMG’nin 5 katından daha fazla gelirin sahibi oldu.
Uluslararası Para Fonu’nun takdirini kazanan iktidarın ‘yeni’ ekonomi heyetinin hazırladığı Orta Vadeli Program (OVP) kapsamında 2026 yılı bütçesinde de zenginler, patronlar vergiden neredeyse muaf tutuldu. Bütçe geliri olarak hedeflenen toplam 15 trilyon 632 milyar TL’lik vergi gelirinin yalnızca 1 trilyon 741 milyar lirasını banka, döviz bürosu, otomotiv fabrikası ve hastane sahiplerinin de aralarında olduğu patronlar, “kurumlar vergisi” adıyla ödeyecek. İşçilerin, memurların ücretleri, maaşları ellerine geçmeden yapılacak “gelir vergisi” kesintileriyle ise 3 trilyon 558 milyar TL toplanması hedefleniyor.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından 2026 yılı için asgari ücretin 28 bin 75 TL olarak belirlendiği ve her asgari ücretli başına Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından patronlara bin 270 TL ‘destek’ ödeneceği açıklandı. Aynı gün, Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu Aralık 2025 için yoksulluk sınırının 94 bin 913 TL, açlık sınırının 30 bin 655 TL olarak hesaplandığını paylaştı. Başka bir ifadeyle, 2026 yılında yoksul ve aç olanların sayısının daha da artacağı ilan edilmiş oldu. Özetle, mutfaktaki tencerenin hali ve geleceği bu durumdayken, muhalefet olarak bu durumu toplumsal itiraza dönüştürmeyi başaracak ne yapılabildi?

AÇLIK SINIRININ ALTINDA KALDI
Asgari ücret: Net 28 bin 75 TL
Hukukilikten uzaklaşan yargı
Yıllardır savcılıkların soruşturma dosyaları henüz “davalı” tarafın bilgisi bile olmadan ortalığa saçılıyor. Birçok insanın özel yaşamıyla ilgili olaylar magazinsel olanlar başta olmak üzere, her şey kamuoyunun paylaşımına açılıyor. Son aylarda futbolda hakemlerin, futbolcuların, yöneticilerin bahis oyunlarıyla Eylül 2025 tarihinde Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilmiş olan TV kanalı ekibi üzerinden de yapılan uyuşturucu partilerine katılanlar üzerinden ardı ardına iki soruşturma gerekçesiyle kişilerin özel hayatları yine gündeme bomba gibi düşürüldü. Yıllardır Gezi, kayyımlar, Kobanî, Roboski, Barış Akademisyenleri, Çorlu tren kazası, kent uzlaşısı, İBB, İzBB vb. davalarda kendini siyasallaştıran ve sistemli bir biçimde itibarsızlaştıran yargı sistemine sanki son iki operasyonla iadei itibar kazandırılmaya çalışıyor. Bir yandan da dört bir kanaldan kamuoyu bu konularla meşgul edilmeye çalışılıyor. Kamuoyu da neredeyse tüm “bedeni” ve “zihniyle” bu gündeme odaklanmış durumda; “sadece bakıyor, müsaade edilenleri takip ediyor ve bilgilerin tümüne sahipmiş gibi yorumluyor.” İşaret edilen, varılması gereken hükme kendisinin zaten ulaştığını düşündüğü bir hale getirildi. Kendi yaşadığı yoksulluğa, açlığa, durumun daha da kötüleşeceğinin habercisi 2026 yılı bütçesine, asgari ücrete bile ses çıkar(a)mıyor. Kamuoyunda en azından gündem belirleme rolü açıkça ortada olan böylesi bir tablo karşısında muhalefet birkaç küçük eylemin dışında izleyici olmanın ötesinde ne yapabildi?
Türkiye’nin siyasi itibarı canlı yayında beş paralık oldu
Geçtiğimiz hafta, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Suriye Dışişleri Bakanı ile Şam’da ortak basın açıklaması sırasında, canlı yayında dünyaya seslenirken, görevliler tarafından sözü kesildi ve konuşması sonlandırıldı. Bakan, önce şaşırdı, kısa bir zaman içinde durumu kabullendi ve Türkiye’den eğitimli mevkidaşıyla tokalaşıp programı sonlandırmak üzere iki konuşma kürsüsünün ortasına kadar yürüdü, birlikte kameralara poz verdi. Türkiye’nin “geçici Suriye Hükümeti” ile olan ilişkilerini, bu konuda kamuoyunda oluşturulan ekonomik ve sosyal (göçmenler evlerine dönecek, yıkılan ülkeyi “biz” inşa edeceğiz vb.) beklentiyi herhangi bir tartışma konusu yapmadan sormak istiyorum; yalnızca dünyanın gözü önünde ve naklen yaşanmış bu olay ve Türkiye’nin Suriye yönetimiyle ilişkilerinin gerçek içeriğinin toplumun gözünde açıklığa kavuşabilmesi için muhalefet ne yaptı? Konu, ertesi gün gündemimizde bile değildi.
Hava sahası ihlalleri
Aralık ayında Karadeniz üzerinden üç farklı insansız hava aracının Türkiye hava sahasına girip İzmit’te ve Balıkesir’de düşenlerinden köylülerin enkazlarını görüp haber vermesiyle yetkililerin ve kamuoyunun bilgisi oldu. Üçüncüsünün ise radar sisteminde fark edildiği ve savaş uçakları tarafından Ankara/Çankırı semalarında havadan havaya füzeyle düşürülmesine karşın, önce Karadeniz üzerinde düşürüldüğü açıklanmıştı. Yıllardır hava sahası ihlallerinin önlenmesi ve güvenlik gerekçesiyle, milyarlarca doları erken uyarı ve füze sistemlerini satın almak için harcayan iktidara kamuoyunu da bilgilendirecek bir soru soruldu mu, tutum alındı mı? Çocuklarımızın açlığına, eğitimsizliğine, yoksulluğa çözüm aramak yerine savaşa, silaha harcanan trilyonlarca liranın, 2026 yılı bütçesinin yüzde 11’inden daha fazlasının bu harcamalar için ayrıldığının görünür olması, halkın itirazının duyulabilmesi için muhalefet ne yapabildi?
Toplumsal muhalefet
İktidarın elinde toplumsal rıza için şiddet dışında hiçbir aracın kalmadığı uzun zamandır siyaset bilimi uzmanları tarafından bilimsel verileriyle ortaya konuyor; yazılıyor, dile getiriliyor. Buna karşın, genel seçimlere yönelik kamuoyu anketlerinde AKP’nin oy oranının alt sınırı neredeyse yüzde 25’lerde sabitlendi. Daha aşağıya inmiyor. Ancak, zaman zaman farklılık görülse de “kararsız” ve “oy kullanmayacak” olanların payı artıyor. Bir de günümüzde “göçmenlerin ülkelerine gönderilmesi” ve “barış görüşmeleri karşıtlığı” söylemlerinin sahipliğini yapan, “Neonazileri” çağrıştıran marjinal partilerin oy oranlarının bu içeriklerdeki söylemlerini yoğunlaştırdıkları dönemlerde zaman zaman yükseliş göstermesi dikkat çekiyor. Ancak, muhalefetin toplamda bile sandıkta iktidarı değiştirecek oy oranından oldukça uzakta olduğunu izliyoruz. Pek çok neden sıralanabilir. Bununla birlikte, başta kararsız seçmenler olmak üzere, toplumun büyük bölümü için ön sıralarda yer alan nedenlerden biri “iktidarın değiştirilebileceğine ilişkin umudun kalmamış olması”, ikincisi de “iktidar giderse yerine kimi koyabileceğiyle ilgili kararını verebilecek verisi yok, iktidar için alternatif olabilecek partiyi göremiyor”.
Muhalefet partileri
Müzmin bir muhalif olarak, her dönemin iktidarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak mücadele eden biri olarak, yazımın birinde böylesi bir başlığı kullanacağım aklıma gelmezdi. Yaşadığımız toplumsal, ekonomik ve siyasi sorunların temel nedeni (şimdilerde ‘kök’ demeyi tercih edenler de var) ve onun belirleyiciliğinde sonrasındaki ara neden(ler) ve son nedenin neler olduğu yalnızca dönemin hükümetin politika ve eylemlerinden kaynaklanmadığı çok açık. Hele ki 2023 genel ve 2024 mahalli seçimleri ile Ekim 2024 siyasi tokalaşma sonrasında yaşanan, yaşamakta olduğumuz sorunlar yalnızca iktidarın yarattığı meseleler olarak tanımlayabileceğimiz sınırları oldukça aştı. Bir bütün olarak muhalefetin tecrübesizliği, bilgisizliği vb. ile de açıklanabilir bulmuyorum. Mesele daha çok yapılmak istenen ve istenmeyenlerle, hedefleriyle ilgili.
Bununla birlikte, yukarıda sıraladığım ve hepimizin aklına bir çırpıda geleceğinden enim olduğum başlıklarda muhalefet partileri çoğu zaman durumun olumsuzluğunu tanımlamanın ve iktidarı halka şikâyet etmenin ötesine geçemedikleri aşikâr. Her bir başlık için ana muhalefet partisi başta olmak üzere, özellikle sol, sosyalist partilerin ne vadettikleri, vaatlerinin hayata nasıl geçirileceğine ilişkin derli toplu, bütünlüklü, topluma ulaşabilen bir anlatımları maalesef yok. Alternatifiz demekle alternatif olunmadığını, önemli olanın neyle, nasıl, ne yaparak alternatif olunduğunu, iktidarın yaptıklarıyla, yaşattıklarıyla farklılığın ne olacağının açık, anlaşılır ve görünür bir biçimde toplumla paylaşılabilmesi olduğunu dünya âlem biliyor.
Ancak, bu iktidara karşı ittifak olamıyorsa bile ortak tutum almaları gereken muhalefetin zaman zaman birbiriyle polemiğe girmelerine, hatta suçlamalarına ne demeli? İktidara karşı “tek başına”, yalnızca kendisi için doğru olan politika ve tutumlarla mücadelenin yarattığı yalnızlık, başarısızlık ve zaman zaman iktidar için yarattığı avantajlar görülmeli. Ve bu durum bir sorun olarak kabul edilmeli. Çünkü, yaşananlar toplumsal algıyı olumsuz etkiliyor. Toplumun geniş kesimlerinde; yaşadığı sorunların iktidarın kararı olmadan çözülemeyeceği, muhalefetin “beceremediği”/alternatif yaratamadığı duygusunu pekiştiriyor. Oysa zaman zaman da olsa muhalefet partilerinin özellikle de sol, sosyalist ve sosyal demokrat partilerin bir araya gelerek iktidara karşı ortak tutum alışları yalnızca başarı getirmiyor, toplumsal umudu da yükseltiyor, pekiştiriyor.
Kısa bir not olarak da olsa paylaşmak istiyorum. Dikkat edilirse “barış süreci” yukarıda sıralanan örnekler arasında yok. Çünkü o başlıkta tartışılması gereken pek çok başlık ve konu var. Tek başına en az bir yazının konusu olabilecek kapsamda. O nedenle, bu yazıyı daha da uzatmamak için ertelemeyi tercih ettim.
Öncelik, umudu yitirmemek ve büyütmek olmalı
Daha önce “umutsuzluk” ve “umudu büyütmek” başlıklarındaki düşüncelerimi paylaşmıştım. Bugünden baktığımda her şey bir yıl öncesine göre daha iyi değil. Aksine, kendi içine kapanmış bir muhalefet ile umudunu kaybedenlerin sayısının her geçen gün daha da arttığı bir toplum söz konusu. Dileğim, sandığın kurulmasını ve sandıkta iktidarın değiştirilmesini hedefleyen siyasi öznelerin bu vahim durumu dikkate alan ve tersine çevirecek planlı (yol haritalı değil) faaliyetlere daha fazla zaman kaybetmeden başlayabilmeleri.

Umutsuzluk
Bana soracak olursanız; barış için de demokratik toplum için de iktidarın değişeceği ve demokratik cumhuriyeti yaratabileceğimizle ilgili umudumu (henüz) koruyorum. Sağlıklı, umutlu, mücadelelerle kazanacağımız başarılarla dolu yeni bir yıl diliyorum.
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun bianet'te yayımlanan tüm yazılarını görmek için tıklayın.
(OH/TY)







