Toplumsal hayatın köklü bir dönüm noktası olan Gezi Direnişi, siyasetin yönelimleri ve dilleri üzerinde de turnusol rolü oynadı.
Kimileri devrim zehabına kapıldı; kimileri AKP iktidarının günlerini saymaya başladı; kimileri pek açık etmese de birkaç yıldan beri zinde güçlerin zindeliğinden şüpheye düşmekle birlikte bir zinde güç sürprizi umdu vs.
Gezi’ye dair birçok açıdan birçok yazı yazıldı ve daha da yazılacak. Ancak Gezi Direnişinin temel matrisini AKP iktidarının demokrasi lafızlarını parçalaması ve onun makyajının akışını hızlandırarak otoriter yanını daha bir açığa çıkarması oluşturdu diyebiliriz.
Bu gerçekliğin kısa bir süre sonra farkında olan Başbakan Erdoğan, iktidarına yönelik bu ilginç, şaşırtıcı ve dirençli hareketi bizatihi hareketin talepleri üzerinden karşılayamazdı. Direnişin ilk günlerinde, Fas ziyaretine gidinceye dek, Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nın yapılacağını ısrarla beyan eden Başbakan Erdoğan, Gezi Direnişçilerinin taleplerine karşıt ve genel olarak eylemin talepleriyle sınırlı bir pozisyon alarak Topçu Kışlası ‘tartışmasına’ girmişti. Nasıl olsa karşısındakiler üç beş çapulcuydu! Ancak Gezi Direnişini bu açıdan aşamayacağını ve onu etkisiz kılamayacağını (Çünkü Topçu Kışlası projesi bir fecaatti ve mesele yalnızca Topçu Kışlası’ndan ibaret değildi. M. Ali Alabora boşuna hedef alınmadı) kısa sürede anlayan Erdoğan, Fas dönüşü başka bir strateji geliştirdi: Gezi Direnişini itibarsızlaştırma!
İtibarsızlaştırmanın en kestirme ve en etkili yolu olarak harekete darbeci olduğu ve dış mihraklarca yönetildiği iftirası atıldı. Bu iftira, bir de AKP’lilerin mağduriyet ifadeleriyle ve Gezi Direnişinin İslam dışı (ya da İslam’a hakaret içeren) bir hareket olduğu iddialarıyla süslendi. İftira, yalan, tehdit, komploculuk harmanlandı ve Başbakan Erdoğan tarafından kullanılan o çok tehlikeli dilin rengi oluşturuldu. Ayırımcı, çatışmacı, üstenci, kibirli, bir kesimi bir diğer kesim üzerine sürmekte bir beis görmeyecek kadar tehlikeli, komşunun komşuyu ihbar etmesini önerecek kadar seviyesiz ve bütün bunların toplamı olarak kullanılan bu muktedir dilin kendisi, siyasi hayatta son derece sorunlu bir durum arz etmekte.
Muhalefeti yargıyla, polis zoruyla, tehditle, şantajla, iftirayla bastırmaya çalışan iktidar, bir de onu itibarsızlaştırmak için darbecilikle ve dış mihrakların aracısı olmakla itham ediyor. Elbette doğal olarak farklı siyasi taleplere sahip ve çeşitlilik gösteren muhalefet kesiminden darbeciliği, vesayet rejimini, milliyetçiliği, başka tür otoriterlikleri vs. savunanlar vardır ve var olmaya da devam edeceklerdir. Tıpkı iktidarın da çoğu kez farklı kanatlardan oluşması gibi; toplumsal hayatın doğasıdır bu. Başbakan Erdoğan’ın ve onun hık deyicisi medyasının geliştirdiği bu stratejinin altında, tüm muhalefeti darbeci başlığı altında kategorize ederek etkisizleştirmek ve itibarsızlaştırmak yatmakta. Böylece Başbakan Erdoğan ve yandaş medyası, darbeciliğin kanlı sicilinden ve kirinden bu yolla da beslenebileceğini göstermiş oldular!
Mutlak iktidar!
İktidarı mutlaklaştıranlar, kendilerini de mutlaklaştırırlar. Ya da kendilerini mutlaklaştıranlar, iktidarlarını da mutlaklaştırırlar. Ancak bu mutlaklaştırma bir sanıdan ibarettir. Çünkü gerçekliğin karşısında mutlaklığın bir hükmü yoktur. Kendi yarattıkları illüzyonun ortasında öyle bir aktörlüğe soyunurlar ki, onların dünyasında yalnız ve yalnız güce yer vardır. İktidar, gücün kaynağıdır ve ihtiyaç duydukları gücü buradan alacaklardır. Ancak bu mutlaklaştırma illüzyonu, iktidar sahiplerini mutlak egemenlik için daha çok güce, daha çok güç için de mutlak egemenlik sağlamaya dönük bir fasit dairenin içine düşürür. Bu daire, iktidarın kurdudur.
AKP’nin geldiği nokta budur!
Muhalif olan hiçbir şeyi istemiyor.
Eleştirilemez, hesap sorulamaz, ben bilirim, ben yaparım; bunlar mutlak güç sevdasının ürünleridir. Kanal mı yapılacak, heykel mi yapılacak, köprü mü yapılacak, Topçu Kışlası Taksim’in göbeğine mi kondurulacak; hepsini Başbakan Erdoğan bilir! Bütün meslekler ve bilimsel bilgiler onun şahsında ‘tecelli’ etmiştir! Kimseye, hiçbir bilimsel kuruma danışmaya ihtiyacı yoktur. Lider dediğin böyle olur! Zaten toplumumuzda da tarihsel olarak hep bir lider sevdası olmuştur. (Liderlik ile demokrasi kültürünü bir tahterevalliye benzetiyorum. Demokrasi kültürü düşükse, liderlik kültürü yüksektir.)
Bu anlayışın siyaset alanındaki izleyeceği yol, yalnızca tek adamlığa gidişi değil, daha kötüsü, muhalefetsiz ya da muhalefeti etkisiz kılınmış bir ülke yaratmaktır. Yazının ilk kısmında muhalefeti etkisiz kılmaya çalışan iftiracı stratejiden söz ettim. Ancak bu etkisiz kılmanın ve mutlak iktidar gücü yaratmanın başka yolları da var. Örneğin medyayı tümüyle ele geçirmek, iletişim kanalları üzerinde sansür veya başka yollarla egemenlik kurmak ve özellikle iş dünyasını kendine biat ettirmek gibi.
AKP’nin geleneksel kültüründe biat, önemli bir yer tutmaktadır. Başbakan Erdoğan içine düştüğü kibir ve güç kirlenmesinin bir sonucu olarak, toplumun kurum ve kuruluşlarıyla kendine biat etmesini istiyor.
Medyayı tahakkümü altına alıyor. Hoşuna gitmeyen gazetecileri işten kovduruyor. Bu alandaki son örneği, TMSF’nin ihaleye çıkarttığı Akşam Gazetesi, Skyturk, Alem FM, Alem Dergisi’ni havaalanı da olmak üzere birçok büyük ihaleyi birlikte alan Cengiz Holding, Limak Holding ve Kolin İnşaat tarafından satın almaları oluşturuyor. Medya dünyasıyla hiçbir ilişkileri olmayan ve AKP iktidarıyla büyümeleri hızlanan holdinglerin bu medya organlarını satın almaları ilginç değil mi? Erdoğan’ın amacı, kendine yakın iş dünyasını medya patronluğuna zorlayarak, zarar dahi etseler, o kuruluşları aldırarak medyada muhalif bir alan bırakmamaktır.
İktidar gücü yoluyla kimi holdinglerin vergi cezalarını silen, kimilerine vergi cezası tahakkuk ettiren bir iktidarın iş dünyasına eşit davranmamasının nedeni ne olabilir? TÜPRAŞ incelemesi neye işarettir? Elbette hukuk çerçevesinde her firma denetlenmeli. Tamam da, neden eşit davranılmıyor? Bugünkü iktidarın 28 Şubat muktedirlerinden ne farkı var? Onlar da o zaman başta Ülker olmak üzere kimi firmalara baskı uygulamadılar mı?
Mutlak güç sevdasının dış politikada düştüğü perişanlıklar ve pespayelikler, başlı başına ele alınması gereken ibretlik bir konu. Şu kadarını söyleyeyim ki, El Kaide, El Nusra gibi örgütler başımıza bela olacaklar! Umarım böyle bir pislik başımıza boca edilmez ama Suriye, Suriye ile sınırlı değildir!
Sonuç olarak AKP iktidarı bir yandan baskıcı uygulamalarını artırırken, bir yandan da değerler üzerinden bir zihin sömürüsüne ve çarpıtmasına dayalı olarak üretilen demagojiye alabildiğine başvuruyor. Bu durum da bize, vesayet rejimini gerileten AKP iktidarının otoriter bir iktidar inşa ettiğini gösteriyor. Yani AKP iktidarı devleti dönüştürmüyor, onu ele geçiriyor! (HŞ/HK)