F Tipi (2012), Gitmek: Benim Marlon ve Brandom (2008), Sesime Gel (2014) ve Unutma Beni İstanbul (2011) filmleriyle tanıdığımız Hüseyin Karabey’in son filmi İçerdekiler, 2018’de izleyicilerle buluştu. Melih Cevdet Anday’ın 1965’te kaleme aldığı iki perdelik tiyatro metninden sinemaya uyarlanan filmin başrollerinde Gizem Erman Soysaldı, Caner Cindoruk ve Settar Tanrıöğen yer alıyor. 25. Uluslararası Adana Film Festivali’nden iki ödül ile dönen İçerdekiler 23. Sofya Uluslararası Film Festivali ve 24. Nürnberg Türkiye Alman Film Festivali’nde de yarıştı. Ve Nürnberg’ten En İyi Kadın Oyuncu ile döndü. Ayrıca Temmuz ayında Maine International Film Festival’inin de yarışma filmi.
Karabey’in büyük bir ustalık ve yoğun bir emekle beyaz perdeye aktardığı İçerdekiler bize iki saatlik bir psikolojik-gerilim sunuyor. Suç unsuru olarak kabul edilen bir bildiriyi yazmakla itham edilen ve 185 gün boyunca tecrit altında tutularak sorgulanan bir öğretmen. İşinden, karısından ve hayatından memnun olmayan ama iktidarın emirlerine uygulamaktan da geri kalmayan bir komiser. Son olarak da kendi ilkelerine sıkı sıkıya bağlı bir kadın. Üç güçlü karakteriyle İçerdekiler patriyarkanın, gücün, güce tapmanın, iktidar olmanın, korkunun, zayıflıkların ve dönüşümün hikâyesi. 1965’te yazılan eser tam anlamıyla zamandan bağımsız ve bizler hâlâ içerdeyiz.
Bu muhteşem eseri sinemaya büyük bir titizlikle aktarmayı başaran filmin yönetmeni Hüseyin Karabey ve başrol oyuncusu Gizem Erman Soysaldı ile bir araya gelerek İçerdekiler ’in yolculuğu üzerine konuştuk.
İçerdekilerin yolculuğu nasıl başladı? Sizi bu hikâyeye çeken şey neydi?
Hüseyin Karabey: Oyunu ilk kez 17 yaşında izlediğimde beni çok etkilemişti. O zaman aklımda sinema yoktu ama sonrasında defalarca gözaltına alındım ve cezaevinde kaldım. O dönemlerde aklıma hep bu oyun geldi. Sinemaya başladıktan sonra İçerdekiler’i sinemaya aktarmaya karar verdim. 2010’dan beri bunun için yoğun bir emek verdik ama İçerdekiler ilk filmim olamayacak kadar profesyonellik istiyordu. Ayrıca oyunu sinemaya bu kadar geç aktarmamızın bir nedeni de muhalif sanatçılar olarak uzun süreden beri hiçbir fondan destek alamamamız. Biz de yeni bir formül olarak öğrencilik yıllarımızdaki yapım koşullarına geri döndük. Yani filmi, oyuncular da dahil herkesin ortaklaşa çabasıyla gerçekleştirdik.
Kültür Bakanlığı ya da herhangi bir kurumdan fon almadınız yani.
H.B.: Hayır, İçerdekiler kolektif bir emeğin ve dayanışmanın ürünü. Oyuncular, yaratıcı ekip kendi emeklerini ortaya koydu ve ortak bir dayanışmayla filmimiz ortaya çıktı. Filmimizde çalışan emekçilerin hepsinin parası ödendi bu birliktelik sayesinde.
Peki bilinen bir metni beyaz perdeye uyarlamak zor oldu mu? Uyarlama sırasında tiyatro metninin içeriğinde değişiklik yaptınız mı?
H.B.: Uyarlama esnasında zorluk yaşamadık. İçerdekiler’i çekmek istememin bir sebebi de Türkiye Tiyatrosu’nda sinematografiye bu oyun kadar uygun bir eserin neredeyse olmaması. Zaten işin özünde de sinema var bence. Diyaloglar çok gerçek. Biz sadece sinemanın kabul ettiği bölümleri koruyup kalan kısmı ayıklayarak ve eksilterek bu hale getirdik. Bir ay prova yaptık ve bu süreçte oyuncuların da kendilerinden metne kattıkları oldu. Ama ana metnin yüzde doksanına sadık kaldık. Zaten benim amacım ana metne sadık kalmaktı. Sadece bir kuş öğesi eklendi.
Bir tiyatro metnini sinemaya aktarıyorsunuz. Bu bile kendi başına oldukça zorken bir de hikâyenin tek mekânda geçmesi sizin için zorlayıcı oldu mu?
Gizem Erman Soysaldı: Benim için çok özel bir deneyimdi. Eğer bir aylık prova sürecini geçirmemiş olsaydık çok zor olurdu. Setter abi, Caner ve ben bir ay boyunca sabah akşam prova yaptık. Karakterlerle ilgili tartıştık, konuştuk, çalıştık, ezber yaptık. Hüseyin’in filmi kronolojik ve sahneleri uzun akıtarak çekmesi de bizim için çok büyük bir avantaj oldu. Açıkçası bizim için konforlu geçti. Bence dar bir alanda çekim yapmak yönetmen ve set ekibi için daha zor oldu.
H.B.: Evet, tek mekân yönetmeni de görüntü yönetmenini de daha çok zorlayan bir tercih ama bu bizim yüzleşmek istediğimiz bir zorluktu. Oyuncular için de çok zor aslında. Gizem mütevazi davranıyor ama tek mekânda oyunculuk çok zordur. Karakterlerin hislerini oyuncu olarak siz hissedemezseniz o duygular seyirciye de geçmez. İçerdekiler de o nüanslar gerçekten bir aylık çalışmanın ve kameranın o büyüyü bozmadan yakalamasının ürünü.
İçerdekiler çok güzel bir festival yolculuğu yaşadı. Ben de filmi ilk olarak Malatya Film Festivali’nde izlemiştim ve filmi ilk dakikasından son anına kadar yay gibi gerilerek izledim. Film bu başarısıyla da hak ettiği değeri alarak birçok ulusal ve uluslararası festivallerden ödülle döndü. Film festivallerden başarılar elde ederken izleyicilerden nasıl tepki aldı?
H.B: Festivallerde çok iyi tepki geldi. Senin hissettiğin gerginliği alan kişiler salonda zaten koltuklarına yapışıp kaldılar. O gerilimi yaşatamasaydık olmazdı zaten.
G.E.S.: Senin yaşadığın durumu biz de çok duyduk. “İki saat yerimizden kıpırdayamadık.”, “Tek mekânda üç oyuncuyla yerimize çakılıp kalacağımızı düşünmemiştik.” gibi çok güzel tepkiler aldık. Ben filmin psikolojik-gerilim türünde olacağını tahmin etmiyordum. Senaryoyu okuduğumda benim için bir dramdı. Ancak birçok seyirciden bu tabiri duyduk ve sonrasında izleyici gözüyle tekrar izlediğimde ben de aynı şekilde hissettim.
Peki sol kesimden herhangi bir tepki geldi mi?
H.B.: Ankara’da sadece bir tepki aldık onun dışında bir eleştiri gelmedi. Hatta 80 darbesi sonrasında ağır işkenceler görmüş biri “Ben bu karakteri tanıyorum.” dedi.
Bir şekilde cezaevine girmiş, benzer bedelleri ödemiş insanların biz böyle değildik demesini anlar, buna saygı duyarım. Zaten cinsellik filmde bir metafor. Karakter başka bir şeye de takıntılı olabilirdi ve takıntılı olduğu o şeye ulaşamayınca yine aynı şiddeti gösterebilirdi. Filmin zaten derdi bu. Kişinin olağanüstü koşullarda yaşadığı dönüşüm. O olağanüstü koşullar bizim kişiliğimizi dönüştürmek için var. İşkence işte bu yüzden korkunç bir şey. Bu yüzden suç. Bununla mücadele edebilmek, direnebilmek için herkes farklı bir saplantıya sahip olabilir. Bazıları direnirken ufacık bir karınca ile arkadaşlık kurar ve o karıncanın gitmemesi için uğraşır. Başkaları limon çekirdeğinden filiz üretmeye çalışır. Festivallerde filmi izlemeye gelen psikologlar, uzmanlar “Bizim yıllardır aldığımız eğitimim özünü anlatmışsınız. İnsan sebepsiz yere şiddete maruz kalırsa sebepsiz yere şiddet uygulamaya başlar. Siz bunun nasıl çözüleceğini de göstermişsiniz.” dediler.
Filmin ilk yarısında öğretmen ile komiser, ikinci yarısında ise baldız ile öğretmen arasındaki iktidar ilişiklerini izliyoruz. Her iki durumda da karakterler güçlü ve kişiliklerinden ödün vermiyor. Ancak odanın iktidarını elinde tutan ezene dönüşüyor. Buradan yola çıkarak ezen-ezilen ilişkisini film üzerinden nasıl yorumluyorsunuz?
G.E.S.: Aslında iktidarı ele geçirince insanların nasıl değiştiği daha önce deneylerle de hep tanık olduğumuz bir şey. Günlük hayatta bile her an iktidar el değiştiriyor. Çalışan oluyorsun, işveren oluyorsun veya çocuğuna, annene nasıl davranıyorsun… Aslında hepimiz kendimizi sorgulamalıyız. Çocuğumuza nasıl davranıyoruz mesela? O durumda iktidar bizde. Ya da çalışanımıza nasıl davranıyoruz? Acaba bu içimizde zaten var olan, içgüdüsel bir şey mi? Kontrol altına almamız gereken bir şey mi? Yoksa ataerkil sistemin bize dayattığı bir şey mi? Ben kendi adıma öyle düşünüyorum. İnsanın özünde olan şiddetin, iktidar zehirlenmesinin insanın özünde olan bir şey değil de, ataerkil sistemin bize yüklediği bir şey olduğunu düşünüyorum. Göçebe toplumda, yani yerleşik, ataerkil toplumda yaşamadan önce tecavüz yok, hırsızlık yok. Barış var, huzur var. Bugünlerde suç olarak adlandırdığımız hiçbir şey yok o zamanlar. Ne zaman ki yerleşik topluma geçiyoruz ve ataerkil sistem başlıyor, özel mülkiyet başlıyor, mülk kavramı geliyor, ondan sonra erkin doğayı, kadını sahiplenme ve katletme süreci başlıyor. Erk için sadece erkek demek istemiyorum çünkü kadın da bazen erkin yerine geçebiliyor. Film de, metin de, okuduğumdan ve oynadığımdan beri bana hep bunları sorgulatıyor. Zaten özünde de bu var filmin. Hüseyin’in dediği gibi yazar cinselliği metafor olarak hep üstte kullanıyor, altta ise hep bunları sorguluyor. Yani iktidar el değiştirirse biz ne yaparız? Ataerkilliği ve iktidarı sorguluyor. Bunu da aslında psikolojik bir deney gibi gösteriyor bir yandan.
H.K.: Çarpıcı olan da o zaten. Ben de şöyle düşünüyorum. Film ve keza oyun çok katmanlı. Yani iktidarla kurduğu ilişki de çok katmanlı. Birisi odanın hakimiyeti senin dediğin gibi. Komiserle tutuklu arasındaki ilişki. Tutuklu, komiser ne derse yapmak zorunda çünkü baskı altında ve istemediği bir yerde zorla tutuluyor. İkinci gelen kişi, yani baldız da belli bir süre sonra baskı altına alınıyor ve istemediği halde zorla tutulmaya başlıyor. Burada ben şöyle düşünüyorum: Mesela biz şimdi birilerinden çok rahatsızız. İktidar bizde olursa biz ne yapacağız peki? Bunu çok güzel sorgulatıyor bu metin insana. Mesela linç kültürüne karşıyız ama sosyal medyada biz de linç yapıyoruz. Birilerine korkunç şeyler söyleyebiliyoruz. Yani haklı olmak önemli değil orada. Önemli olan bu yöntemin olmaması. Ben son dönemde bizim bu tür sorgulamalardan çok uzaklaştığımızı düşünüyorum. Küçük iktidarcıklar yaratarak düşmana benzemeye başlıyoruz ve bu da asıl olanı sorgulamamızı engelliyor. İktidar kim olursa olsun ona bu tür erklerin verilmemesi gerekiyor. Yani onun iyi niyetine bırakılmamalı.
İkinci bölümde öğretmen maruz kaldığı şiddetin aynısını baldızına uyguluyor. Kadının önce aile bağı çerçevesinde öğretmene saygı duyduğunu, sonrasında ona acımaya başladığını görüyoruz. Karakterin en sonunda gömleğini çıkarması bu baskı karşısında bir teslimiyet olarak yorumlanabilir mi sizce?
G.E.S.: Hüseyin’in dediği gibi ben de karakteri çok katmanlı görüyorum. Türkiye ve dünya sinemasında çok az rastlanan bir kadın karakter var karşımızda. Filme girdiği andan itibaren her an değişen ve dönüşen bir karakter. O dönemin koşullarına göre baktığımızda eniştesine karşı farklı bir sevgisi ve saygısı var. Benim hikâyenin alt metninde hissettiğim şu: Kadın eniştesinin entelektüel birikimine hayran. Muhtemelen sola dair tüm kitapları ona eniştesi vermiş. Çok büyük bir ihtimal aynı evde yaşıyorlar ve birçok şeyi de ondan öğrenmiş. Sonra senin de dediğin gibi bir acıma duygusu var. Eniştenin 185 gündür tutsak olması ve sonrasında onu o halde görmesi baldızın acıma duygusunu ön plana getiriyor. Ayrıca tedirginlik ve üzüntü de var. İki karakter karşılıklı birçok duygudan geçiyorlar ama sonunda kadının verdiği karar bir özgürleşme. Kendi kendine ve toplumun ona uyguladığı ataerkil baskıdan arınıyor. Hem kendisi özgürleşiyor hem de adamı özgürleştiriyor.
H.K.: Sonuçları itibari ile kadının yaptığı eylem, sürdürdüğü tartışma ve mücadele başından beri “Ben bir şey yapacaksam rızam ile yaparım.” fikrine dayanıyor. Sonunda da rızası ile beraber olmaya karar verdiğinde “Hayır, ben bu şekilde gidemem.” diyor, anahtarı geri veriyor ve o an ne düşündüğünü bilemiyoruz. Ama belli ki cesur, özgürleştirici ve iyileştirici bir karar. Karşısındaki ile empati kurarak bir karar veriyor. O karar da karşındakinde duygusal bir şok etkisi yaratıyor. Böylece onu iyileştiriyor.
Filme sizin sonradan eklediğiniz muhabbet kuşu öğesini ben filmin ilk dakikasından itibaren öğretmenin iradesi ile özdeşleştirdim. Film boyunca kuşun bir muhabbet kuşunun sadece son sahnede öğretmenin kendisini daha güçlü hissettiği, özgürleştiği anda öttüğünü görüyoruz. Buradan yola çıkarak kuş öğretmenin iradesini temsil ediyor diyebilir miyiz?
Kuş öğesi teknik bir ekleme gibi görünse de onun hikâyesi yazılmasaydı, kuş yarattığımız büyüyü bozan bir şeye de dönüşebilirdi diye düşünüyorum. Kuşun bence çok güzel bir hikâyesi oluştu. Herkes de bu hikâyeye yeni yorumlar katıyor senin gibi. Bana daha çok izleyen, tanık olan seyirciyi temsil ediyor gibi geliyor. Biz de bir kafesin içindeyiz, çok da müdahale edemiyoruz ve herkes gittiğinde yine o kuş gibi kafesimizin içinde kalmaya devam ediyoruz. Ya da senin dediğin gibi o da çok hoş bir yorum. Bence bir sorguda bir kuşun beslenmesi çok absürt bir şey. Adam insanlara işkence ediyor, bir yere tıkıyor ve bir kuşu sevdiği için kuşu da besliyor. Kuşu da kafeste besliyor. Aynı kuşu kafeste ama bir evde görsek bize tuhaf gelmez ama kuş için durum öğretmenle aynı. Yani o da hâlâ içerde. (YK)