Çağlar değişti, kültürler değişti, ideolojiler değişti, sistemler değişti, iktidarlar değişti ama iktidar değişmedi. Hiç değişmedi ve kendini hep korudu. Kendini korumakla kalmayarak farklı zaman ve mekânlarda kendisine bulaşan farklı fikir, ideoloji ve inançları da kendine benzetti.
Kendisine bulaşanları kimi zaman birer canavara dönüştürdü.
İsa Peygamber’in, hani o, bir yanağa vurulunca diğer yanağı da uzatmayı öğütleyen Hıristiyanlığı hiyerarşik ve baskıcı bir mekanizmaya kavuşturarak işkence tezgâhlarıyla, cadı avlarıyla, endüljanslarıyla anılan bir Hıristiyanlığa dönüştürmedi mi?
Devletin, dolayısıyla da iktidarın sönümleneceği iddiasındaki Marks’ın komünist ütopyasını katı devletçi, baskıcı ve totaliter bir sisteme dönüştürmedi mi?
En masum ve haklı mücadeleler, en çağdaş ve ilerici devrimler, en kutsal inanç ve ideolojiler bile iktidara bulaştıktan sonra başkalaşıma uğradılar ve iktidara benzeştiler. O, kendisine bulaşan her şeyi kendine benzeştirir.
Anarşistler iktidarı iyi çözümlediler ama onlar da somut bir proje geliştirerek öngördükleri sistemi kuramadılar.
Yine de bu, Bakunin’in “Anarşi ve özgürlüğün amaç ve hedef, devlet ya da diktatörlüğün ise araç olduğunu iddia ediyorlar. Biz de buna karşılık diktatörlüğün kendini ebedileştirmekten öte bir amaç ve hedefi olamayacağını iddia ediyoruz” biçimindeki tespitinin geçerliliğini korumadığı anlamına gelmez.
Ama iktidarı, iktidarcı anlayışı ortadan kaldırmak da kolay değil. Sorun egemen sınıfı devirmekle, devleti ve onun iktidar araçlarını ele geçirmekle çözülmüyor.
Çözülmüş olsaydı, teoride devletin, dolayısıyla da iktidarın sönümleneceğini iddia eden sosyalist rejimler çözerdi. Oysa bu rejimler bile iktidara teslim olarak bürokratik, totaliter bir hal aldılar ve nitekim çok geçmeden yıkıldılar.
Bir şeyin kökü ne kadar derindeyse, onu söküp atmak da o kadar zor olur. Görünürdeki kısmını keserek ya da budayarak kökü kurutamayız, aksine güçlendiririz çoğu zaman.
Bu bağlamda iktidarı sınıflı toplumla birlikte ele almak, onun görünürdeki kısmını görmek anlamına gelir ki, eksik teşhis eksik tedaviyi getirir. Sınıflaşma ve devletleşme şüphesiz iktidar için bir milattır ve iktidar bu dönemle birlikte kurumlaşır “Leviathan”a dönüşür.
Ama sınıflı toplum öncesi topluluklarda rastlanan iç ve dış çatışmalar, alan tutma savaşları gibi kimi veriler, uygarlık öncesinde de iktidarın ilkel formlarının olduğunu gösteriyor. Belki de sorunu insanın sosyal bir varlık olarak ortaya çıktığı dönemle birlikte ele almak gerekiyor.
Görece sosyal bazı hayvan türleri arasında bile kimi iktidar formları yaşanırken, en ilkel haliyle bile hayvanlara kıyasla daha sosyal olan insanda yaşanmamış olması düşünülemez.
Ayrıca iktidar, sadece devlet vb. örgütlü kurumlarda yoktur. Yaşamın her alanında iktidarlar ya da iktidarcıklar vardır. Örgütlü tüm kurum ve kuruluşların yanı sıra çarşıda, pazarda, mahallede, sokakta… İnsan ilişkilerinin olduğu her yerde iktidar formları bulunuyor. Toplumun en küçük hücresi olan çekirdek ailede de. Eşler arasında, kardeşler arasında bunu görmemek mümkün değil.
Devlet ya da devletimsi iktidarlar da asıl gıdalarını buradan almakta ve palazlanmaktadırlar. Zaten iktidarın sönümlenememesinin en önemli nedeni, toplumsal ilişkilerde yaşanan iktidarcı anlayış ya da zihniyettir.
Bu durumda şöyle bir soruyla karşı karşıya geliyoruz: İktidar bir kader midir? Şayet iktidar bir kader ise, bu kaderi yine insanın kendisi yazmış ve yazdığı bu kaderi yaşıyor.
Bu kaderi insan kendi eliyle yazmışsa, iktidarın olmadığı bir kaderi de pekâlâ yazabilir. İktidar ya da iktidarcı ilişkiler tümden sıfırlanamazsa bile, etkileri minimalize edilebilir.
Ama bu, kolay değil. Siyasal devrimler yapmaktan çok daha zor bir şeydir. Bin yılların kültürleştirdiği bu zihniyeti kırmak için uzun soluklu bir mücadele gerekmektedir.
Anti iktidarcı zihniyet devrimleri ve iktidarcı anlayışların yaşam bulmasına olanak tanımayan siyasal sistemler – ki âdemi merkeziyetçi demokratik konfederal sistemler referans olabilir – bu hastalığın tedavisinde yegâne yol gibi görünüyor. (AB/APK/KU)