*Fotoğraf: AA/Arşiv
Yazının İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
Gıda sistemi dediğimizde, tarımsal girdilerden başlayarak, gıdanın üretimi, işlenmesi, taşınması, paketlenmesi, depolanması, tüketimi ve bu süreçte ortaya çıkan kayıp ve atıkları içine alan bir süreçten bahsediyoruz.
Bilindiği üzere, 1950'lerden başlayarak, yeşil devrimle birlikte gıda sistemine yeni bir yaklaşım hâkim oldu. Bu yaklaşımın üretim ayağında pek çok yapısal sonucu oldu: Yüksek verimli tahıl çeşitlerinin geliştirilmesi, sulama altyapısının genişletilmesi, en son teknolojik ve sermaye girdilerinin kullanılması, melez tohumların, sentetik gübrelerin ve pestisitlerin teşviki, arazilerin toplulaştırması…
O günden bugüne, kişi başına gıda arzı yüzde 30’dan fazla arttı. Azotlu gübre kullanımı sekiz katına, sulanan alanlar iki katına çıktı. Bununla birlikte ve buna paralel olarak, 1980’lerden itibaren hâkim hale gelen neoliberal küreselleşmenin getirdiği uluslararası ticaretin serbestleşmesi, gıda üretimi ve tedarik zincirlerinin dikey entegrasyonu, teknoloji ve gıda işlemede yenilikler, pazarlamaya bağlı olarak tüketici talebindeki değişikliklerle birlikte şirketleşmiş gıda rejimi evrimini tamamladı ve tarım-gıda sistemine hâkim oldu.
Bu gıda rejimi, farklı zamansal ve mekânsal düzlemlerde tarım-gıda sistemini yeniden şekillendirdi ve şekillendirmeye devam ediyor.
Gıda rejiminin çelişkileri
Mevcut gıda rejimi, kendini bir küresel kalkınma ve açlıktan kurtulma vaadi olarak sunsa da sosyal ve ekolojik çelişkileri bünyesinde barındırıyor. Gıdanın etrafındaki üretim, dağıtım ve tüketim ilişkilerinin dönüşümü, artan gelir ve servet eşitsizliğiyle birlikte, toplumların özellikle yoksul kesimlerinin gıdaya erişiminde çeşitli kısıtlar ortaya koyuyor.
Şirketleşmiş gıda rejimi, bir yandan ekolojik tahribatın ve iklim krizinin derinleşmesine sebep oluyor, diğer yandan çevresel sorunlar karşısında yoksul kesimleri kırılgan hale getiriyor.
Dünya çapında, tüm nüfusu beslemek için gerekenden fazla gıda üretiliyor. Ancak yaklaşık 819 milyon insan aç, 821 milyon insan yetersiz besleniyor, beş yaş altı 154 milyon çocuk bodur, 15 ila 49 yaş arası 613 milyon kadın ve kız çocuğu demir eksikliği çekiyor, 2 milyar yetişkin fazla kilolu veya obez. 2019'dan 2021’e kadar, üretimde çok büyük bir azalma olmamasına rağmen, yetersiz beslenen insan sayısı 161 milyon arttı.
Bu beslenme krizi; büyük ölçüde çatışma ve iç savaş, tahmin edilemeyen hava koşulları gibi iklim değişikliğine bağlı sebepler, uzun/küreselleşmiş tedarik zincirlerinin Covid-19 pandemisi dolayısıyla aksaması gibi etkilerin birleşiminden kaynaklanıyor.
Bu süreçte artan gıda fiyatları, azalan gelir ve büyüyen gelir eşitsizliğiyle birleştiğinde, giderek daha fazla hane, gıda güvencesizliği yaşar hale gelmekte.
Emisyonların üçte birinden sorumlu
Öte yandan, Nature Food'da yayınlanan yeni bir çalışma gıda sisteminin, küresel emisyonların üçte birinden (yüzde 34) sorumlu olduğunu söylüyor.
IPCC raporuna göre bu oran, gıda sistemi boyunca ekin ve hayvancılık faaliyetlerinden yüzde 10-12; ormansızlaşma ve turbalık arazi bozulması dahil, arazi kullanımı ve arazi kullanımı değişikliğinden yüzde 8-10; tedarik zinciri faaliyetlerinden yüzde 5–10 olarak ayrılıyor.
Bu tahmin, gıda kaybı ve atıklardan kaynaklanan sera gazı emisyonlarını da içeriyor. Her yıl, dünya çapında üretilen gıdanın üçte biri, üretimden tüketime bir aşamada çöpe gidiyor.
Üreticiler kırılganlaşıyor
Tarım-gıda sistemi iklimi değiştirirken, iklim değişikliğine bağlı sıcaklık artışı, mevsimlerde yaşanan kaymalar, giderek artan su sıkıntısı, daha sık gözlemlenen aşırı hava olayları, zararlılar ve yangınlar da tarım-gıda sistemini olumsuz yönde etkilemeye başladı.
Sel, fırtına, aşırı sıcaklar gibi hava olayları, hayvanlara ve ekinlere zarar vererek, üreticileri ekonomik ve sosyal açıdan daha da kırılgan hale getiriyor.
Bunun yanında, mevsimsel kaymalar haşere popülasyonlarını arttırma potansiyeli taşıyor ve daha çok pestisit kullanımına sebep oluyor.
İlkbaharın erken başlaması, ekinlerin yeterli su ve besin değerine erişmeden önce büyümesiyle veya erken tomurcuklanan ekinlere don vurmasıyla sonuçlanıyor.
Daha sıcak kışlar ve çok sıcak yazlar, gıdanın depolanmasının maliyetlerini arttırıyor-- ki bu da soğutma eksikliğinden kaynaklı gıda israfının önünü açıyor, ya da soğutma için daha çok enerjinin kullanılmasına, dolayısıyla daha çok karbon salımına sebep oluyor.
Yangın mevsimlerinin uzaması üreticilerin sağlığına, yaşam alanlarına, hem de ana geçimlikleri olan üretime çok büyük tehdit oluşturuyor. Tüm bunlar, fiyat dalgalanmaları yaratarak gıda güvencesizliğini derinleştiriyor.
Son olarak, artan sıcaklıklar ve atmosferde artan CO2 seviyeleri yalnızca gıda arzını ve güvenliğini etkilemiyor, aynı zamanda erişilebilir gıdanın kalitesini de düşürüyor.
*Fotoğraf: AA/Arşiv
İklim adaletsizliğinden gıda adaletsizliğine
Ezcümle, tarım-gıda sistemi, iklim değişikliği ile bir kısır döngü içinde birbirini etkiliyor: hem iklim değişikliğinin baş müsebbipleri arasında hem de iklim değişikliğinden çok fazla etkileniyor.
Hâkim gıda rejimi, açlığa veya yetersiz beslenmeye çözüm olamıyor, ekonomik, sosyal, politik ve ekolojik krizlere karşı da dirençli değil. Bu sebeple kriz dönemleri, bu rejime içkin, çoktan var olan sorunlara eklemlenerek yapısal sorunları daha da derinleşiyor.
Tüm bu etkilerin, iklim değişikliğine sebep olmayan zincirin zayıf halkalarını, örneğin, küçük üreticileri ve yoksul tüketicileri daha kırılgan hale getirdiğini, bu anlamda hem bir gıda adaletsizliği hem de iklim adaletsizliği yarattığını söyleyebiliriz.
Politik ve akademik alanda birçok aktör, tarım-gıda sisteminin iklim değişikliğiyle arasındaki bu ilişkinin farkında. Ancak, bu aktörlerin kimileri, bu meselenin yeşil devrimin az önce saymış olduğumuz temel dayanak noktaları ile çözülebileceğine inanıyor.
Bu perspektif, haberlerin, raporların, akademik yazının başlığına hep aynı söylemi yerleştiriyor: Nüfus artışı ve beslenme alışkanlıklarındaki değişiklikten dolayı 2050 yılına kadar gıda talebini karşılamak için üretimin yüzde 60 artması gerekiyor, ancak, etkili bir adaptasyonun yokluğunda, dünya çapında verimin yüzde 30 kadar düşmesi bekleniyor.
Teknik müdahaleler ile çözülemez
Bu söylem apolitik (ve hayli teknik gözüken) bir çözümün kapısını aralıyor. İklim değişikliği ve riskleriyle başa çıkmanın yolu, genelde kuraklığa dayanıklı tohumlar, iklim-akıllı tarım teknolojileri, tarım sigortası planları ya da erken uyarı sistemleri gibi teknik çözümlerle, dar anlamda üretimi ve verimi arttırmada görülüyor.
Ancak, iklim değişikliği ve tarım-gıda sistemi arasındaki birbirini besleyen döngüyü kırmayı amaçlayan bir yaklaşım, teknik müdahalelere sıkıştırılamaz.
Küresel ısınmayı tetikleyen ve bu fasit daireye sebep olan ekonomik, sosyal ve politik dinamiklerin ele alınması, bu noktalardaki dönüşümlerin hâkim şirketleşmiş gıda rejimini yıkarak, yeni bir rejimin inşa edilmesine aracı olacak şekilde kurgulanması gerek.
Yeni bir gıda rejimi kurmak
Bu yeni rejimi kurmanın ilk yolu gıdanın bir hak olarak tanınmasında geçiyor. İnsanların elde ettikleri gelirden bağımsız, sağlıklı bir hayat sürmesi için sağlıklı ve besleyici gıdaya düzenli erişiminin olması gerekiyor.
Açlığın ve yetersiz beslenmenin üstesinden gelmek için, hükümetlerin, gıda üretimini devam ettirmenin ötesine geçmesi ve gıda hakkını güvence altına alan politikaları tanıması ve aktif olarak desteklemesi lazım.
Bu da piyasa temelli bir tarım-gıda sisteminden hak temelli bir tarım-gıda sistemine geçiş anlamına gelmektedir. Birçok toplum için, özellikle temel geçim kaynağı tarım olan ülkelerde, bu, toplumun kendi gıdasını üretme kapasitesini, imkanlarını ve yeteneklerini desteklemek anlamına gelir.
Bu bağlamda, İngiltere’de gıda hareketi aktörleri tarafından kaleme alınan Halkın Gıda Politikası’nda da ifade edildiği gibi, sosyal ve çevresel ihtiyaçları ve değerleri önceleyen ve gıda hakkını garanti altına alan bir gıda politikasını oluşturmanın yolu gıda egemenliğini gerçekleştirmektir.
Bir hak olarak gıdaya erişim
Gıdaya erişimi bir hak olarak tanınmalı. Ancak, gıdaya erişimin yanında, gıdaya nasıl erişildiği de önemli bir sorun. Gıda sisteminde yer alan her aktörün, gıdaya nasıl erişileceğiyle ilgili karar mekanizmalarına katılımı güvence altına alınmalı.
Örneğin, yoksul bir hanenin gıda ihtiyacına yönelik yapılan ayni ve nakdî yardımları düşünelim. Süpermarketten alışveriş yapmak için verilecek bir alışveriş kartı, gıda egemenliğinin tanımı olan “insanların ekolojik olarak sağlıklı ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilen sağlıklı ve kültürel olarak uygun gıdalara erişim hakkı ve halkın kendi gıda ve tarım sistemlerini belirleme hakkı”na ne kadar yaklaşabiliyor?
Gıda egemenliği
Tanımından da anlaşılabileceği gibi, gıda egemenliği prensipleri ve temel ilkeleri bize bu noktada bir açılım sunar. Bu ilkeler, gıda sisteminin kontrolünü, demokratik bir yönetim için, gıda sisteminin aktörleri olan üreticilere ve tüketicilere verir.
Bu ilkelere göre gıda, finansal spekülasyonlara açık, kâr odaklı piyasalar için değil, insanların beslenmesi için üretilir. Gıdayı üretenlerin bilgiyi de üretenler olduğunu kabul eder ve insan onuruna yakışır bir hayat sürmeleri için, adil ücrete ve karar alma mekanizmalarında adil katılıma erişmeleri gerektiğini savunur.
Ayrıca, gıda egemenliği, gıda sistemlerinin yerelleşmesi gerektiğinin altını çizer. Kısa gıda tedarik zincirleri ve yerel gıda ağları, ideal olarak üretici ve tüketicinin direkt teması ve/veya aracı sayısının azalması anlamına gelir. Bu da, küresel sermaye piyasalarının zincirin üretim ayağına müdahalesinin azalmasına, böylece ekonomik kontrolün yerelde korunmasına kolaylık sağlar. Gıda sistemi, çoğunlukla küçük ölçekli üreticiler için adil ücret, yerel kimliklerin, kültürün ve bilgi kaynaklarının korunması gibi üreticiyi koruyan prensiplerle birlikte düşünülmektedir.[1]
Zincirin her halkasını ekolojik yapmak
Son ve iklim değişikliği ile de doğrudan ilişkili olarak, zincirin her bir halkasının ekolojik olması önceliklidir. Tarım-gıda sistemi, hem ekolojik üretim, dağıtım ve tüketimin iklim değişikliğinin azaltımına katkı sunmasını,hem de iklim değişikliğinin etkilerine karşı üretimin ve tedarik zincirlerinin dayanıklılığını ve adaptasyonunu sağlayacak şekilde yeniden kurgulanmalı.
Agroekoloji yöntemleriyle çeşitliliğin korunması burada kilit rol oynuyor. Hayvan, bikti, mantar ve bakterilerin çeşitliliği, arazi kullanımında çeşitlilik, çiftçilik uygulamaları ve ekonomik çeşitlilik, iklimsel şokları en aza indirmek için koruyucu faktörler olarak ön plana çıkıyor.
Aynı zamanda, toprağı koruyucu yöntemlerin uygulanması, sentetik gübre ve pestisit girdisinin ortadan kaldırılması, karbon-yoğun üretimden çıkışı sağlar. Kısa tedarik zincirleriyle agroekolojik uygulamalar, emisyonların neredeyse yüzde 30-35’inden sorumlu olan hâkim tarım-gıda sisteminin aksine, çevreyi koruyarak, insanların gıdaya erişimini destekler.
İlk hedef adaletsizlikleri düzeltmek
Özetle, hâkim şirketleşmiş gıda rejiminde yerleşik olan ekonomik ve sosyal adaletsizlikleri düzeltmeden, ne tarım-gıda sisteminin iklim üzerindeki etkilerini azaltmak, ne de iklim değişikliğinin bu sistemi sekteye uğratmasını engellemek mümkün.
Ayak sürümek için var olan birçok sosyal ve politik teşvik de göz önüne alındığında, bugüne kadar bu paradigma içinden atılmış adımların yetersizliği ve yeni adaletsizlikler üretiyor oluşu, bu imkansızlığın kanıtı sayılabilir.
İklim krizine yanıt olarak sürdürülebilir, dirençli bir gıda sistemine geçiş, gıdayı bir hak olarak tanıyarak ve gıda egemenliği prensiplerini benimseyerek gerçekleşebilir. Böyle bir geçiş, kırda çiftçilerin ve tarım işçilerinin, kentteyse gıdayı tüketenlerin, dağıtanların, işleyenlerin, ezcümle tüm kullanıcıların desteğiyle mümkün.
Bu desteğin yaratılması için, şirketleşmiş tarım-gıda sistemine içkin olan eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri görmek, politikaların popülerleşmesi için buradaki kırılganlıkları giderecek çözümleri, ortak çıkarları görünür kılmak gerekir. İklim adaleti ve gıda adaleti birlikte gelecek!
[1] Bu paragraf, İstanbul Politikalar Merkezi-Mercator bünyesinde kaleme almış “İklim değişikliği bağlamında tarımda dönüşümün politik ekolojisi” raporundan esinlenmiştir.
(FA/DA/UK/GY/SO)
İklim ve Dünya Değişirken Yazı Dizisi*
Başlarken: Hayatımız, biz yaşarken tarih oluyor! - Ömer Madra
1 / Küresel iklim politikasının dışında bir ülke: Türkiye - Ebru Voyvoda
2 / İklim değişimi, güvenlikçi politikalar ve hayaletler - Özdeş Özbay
3 / Türkiye'nin enerji politikası: Yurtta yerli, cihanda Mavi Vatan - Emre İşeri
4 / İklim krizi ve fosil yakıtların çocuk sağlığı üzerine etkisi - Çiğdem Çağlayan & Funda Gacal
5 / Güzel günler göreceğiz, termiksiz ve güneşli günler - Elif Ünal
6 / Ya kapitalizm ya gelecek - Tuna Emren
7 / İklim haberciliğinin üç ayağı: Bilim, politika ve toplumsal adalet - Ece Baykal Fide
8 / Bilimi, mücadeleyi ve sanatı bir araya getirmek - Yasemin Ülgen
9 / Temiz enerji mi yoksa ihanet mi? - Serkan Ocak
10 / Ekonomik büyümeye dur demenin zamanı - Fikret Adaman & Gökçe Yeniev
11 / İklim mültecileri kapımızı çaldığında - Mehmet Mücteba Göktaş
13 / İklim krizi kadınları, kadınlar iklim mücadelesini etkiliyor - Merve Özçelik
14 / Edebiyatta iklim-kurgu – Buket Uzuner
15 / Yangınlar çağında Dr. Faustus ve çocuklar- Ömer Madra
* Bu yazı dizisi Oslo Metropolitan Üniversitesi Gazetecililk ve Uluslararası Medya Merkezi OsloMet (Oslo Metropolitan University Journalism & Media International Center) mali desteği ile yayınlanmaktadır.