* Fotoğraf: Pexels
Çevre kirliliği ve iklim değişikliği, içinde bulunduğumuz yüzyılda küresel olarak etkisi hissedilen en somut sorunlardan sayılabilir.
Bu iki sorun dünyanın farklı yerlerinde farklı önem derecelerinde ele alınıyor. Örneğin temiz ve yenilenebilir enerji kullanımının yaygınlaşması açısından farklı ülkeler farklı uygulamalar geliştiriyor. İngiltere, Hollanda gibi ülkeler bir enerji kaynağı olarak rüzgârı verimli bir şekilde kullanmaya çalışırken gelişmemiş ülkelerde bu dönüşüm sosyoekonomik sebeplerden ötürü çoklukla gerçekleştirilemiyor.
Paris Anlaşması gibi ülkeleri iklim değişikliği konusunda harekete geçirmeye çağıran çalışmalar bugün uluslararası toplumda kabul görüyor. Bu önemli konuya biraz farklı bir yerden bakarak ekonomik faaliyetlerin çevre ve iklim üzerindeki olumsuz etkilerine tarihsel bir arka plan çıkarıp, farklı iktisat okullarının sorunları nasıl ele aldığına bakalım.
Çevre kirliliği ve iklim değişikliğinin tarihi
Sanayi Devriminin ardından sistematik bir şekilde gelişen kapitalist üretim ilişkileri kitlesel üretimi dünya çapında yaygınlaştırırken, ortaya çıkan üretim bolluğu bir yanda insanların temel ihtiyaç maddelerine erişimini kolaylaştırdı diğer yandan da hammadde ve doğal kaynaklar üzerinde daha önce görülmemiş bir yük bindirdi.
Her ne kadar bilim insanları çevrenin insan faaliyetlerinden ötürü tahrip edilmesinin izlerine ilk defa Neolitik Çağ’da rastlandığına inansa da Neolitik Çağ ve sonrasında yaşanan çevre sorunları, çevrenin kendini yenileme kapasitesinin üzerine çıkmadığı için doğrudan gözlemlenebilecek küresel etkiler yaratmadı. Kullanılan teknolojilerin doğaya uyumlu ve yıkıcılığı az teknolojiler olması çevrenin kendi kendini yenilemesine imkân verirken tahribatın etkilerini azalttı. Kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıktığı Avrupa’da bu süreçten önce var olan feodal ilişkiler de doğrudan tarıma dayalı bir ekonomi yarattığı için çevre sorunları yine doğanın kendini yenileyebilme kapasitesini aşmayarak insanların yaşamlarında gözle görülür etkiler yaratmadı.
Feodal Avrupa’da kapalı köy ekonomilerinin yok olmaya başladığı, topraksız kalan köylülerin şehirlere ulaşarak modern anlamda bir işçi sınıfının köklerini oluşturduğu ve sermayenin tek elde toplanmasını sağlayacak merkantilist politikaların uygulandığı süreç sonunda hem kapitalizmin hem de Sanayi Devrimi’nin önü açıldı.
Karl Marx’ın ‘ilkel birikim’ olarak adlandırdığı, üretici gruplarının mülksüzleştirilmesi yoluyla geleneksel üretim bağlarından koparıldığı bu dönemde uluslararası ticaretin hızlanması ve Avrupalı devletlerin deniz aşırı sömürgeler elde etmesiyle anakarada tarımdan sanayii üretimine yönelen ekonomilerin hammadde ihtiyacını karşılayacak sömürü ilişkileri doğmaya başladı. Avrupa ekonomilerinin ihtiyaç duyduğu hammaddeyi karşılamak için Hindistan, Karayipler ve Meksika gibi yerlerde açılan plantasyonlar bir yandan bölgesel biyoçeşitliliği yok ederken diğer yandan da bu bölgelerde yaşayan yerli halklara ağır çalışma şartları yükledi.
Kapitalizm tarihçisi ve dünya sistemi kuramcısı Immanuel Wallerstein bu dönemde dünya üzerinde iki tip ekolojik tahribattan bahseder: İlk olarak plantasyonlarda gerçekleştirilen kitlesel tarım üretimi ekolojik bir kriz yaratırken diğer yanda Avrupa ekonomilerinde keresteye olan talebin hızla artması kıtada ormanların hızlı bir şekilde yok edilmesine sebep oldu.
Sonraları Birinci Sanayi Devrimi olarak adlandırılan dönemde İngiltere gibi kapitalist öncülerde buhar ve dokuma teknolojileri gelişip büyük fabrikalarda kitle üretimine imkân verirken, bu üretimi gerçekleştirmek için kömür gibi fosil yakıtlara oluşan yoğun talep yeni doğmaya başlayan metropollerde hava kirliliği, insan ömrünü azaltan zehirli gazların salınımı, çevreye zarar veren üretim sonrası fabrika atıklarının gelişi güzel tahliyesi gibi olumsuz sonuçlar gözlemlenmeye başladı. Büyük fabrikaların açığa çıkardığı sera gazlarının yoğun olarak salınmaya başlaması küresel ısınmayı tetiklerken çevre üzerinde insan faaliyetlerinden doğan bozulmalar çevrenin kendini yenileme hızını aşmaya başladı.
Fosil yakıt kullanımından kaynaklı sera gazı salınımına yoğun nüfuslu sanayii kentleri de eklenince Birinci Sanayi Devrimi’nin kısa vadede çevresel ve uzun vadede ise iklimsel bozulmalara yol açacak ana faktörlerini saymış oluruz. Bu dönemde bir yanda nüfusun artan taleplerini karşılayacak endüstriyel ve tarım üretiminin yarattığı atıklar çevresel tahribatı arttırıp doğal kaynaklar üzerinde ciddi bir kirlilik yaratırken diğer yanda endüstri bölgeleri olan şehirler yoğun karbon salınımından kaynaklı sera etkisi ile giderek ısınmaya başladı. Şehirlerde kolera salgınları ve asit yağmurları gündelik hayatın parçası haline gelirken demiryolu sistemindeki yenilikler çevre tahribatını büyük şehirlerden taşraya doğru taşıdı.
Birinci Sanayi Devrimi’nde üretimin ana sektörü tekstil iken ardından gelen İkinci Sanayi Devrimi’nde ana sektör otomotiv sektörü oldu. Demir-çelik, petrokimya gibi ağır sanayi sektörlerinde üretim yapan büyük tekeller dünya çapında üretime başlamasına ek olarak İkinci Sanayi Devrimi sırasında daha önce gözlemlenmemiş ölçüde büyük katılımlı savaşlar gerçekleşti.
Tarihçi Eric Hobsbawm tarafından ‘aşırılıklar çağı’ olarak adlandırılan 20. yüzyılda iki büyük dünya savaşı ve çok sayıda da küçük çatışma gerçekleşti. Yeni gelişen silah teknolojileri ve nükleer enerjinin kullanımı doğrultusunda çevreye verilen tahribat inanılmaz boyutlara ulaştı.
Bu şekilde Neolitik Çağ’dan 20. yy'ın ortalarına kadar hızlı bir şekilde geldiğimizde çevre kirliliği ve iklim değişikliğinin bir ekonomik sistem olarak kapitalizme içkin fenomenler olduğunu görebiliriz. Bundan sonraki kısımda bu fenomenlerle mücadelede farklı iktisat okullarının nasıl çözümler sunduğunu inceleyelim.
Farklı iktisat okullarının çözüm arayışları
İlk olarak iktisat biliminin ana akım düşüncesi sayılan Klasik İktisat ve onun ardılı Neo-Klasik İktisat’ı ele alalım. Klasik İktisat’ın üyeleri çevre problemlerinin görece olarak yeni sayıldığı ve etkilerinin bugüne kıyasla oldukça az hissedildiği bir dönemde yaşadılar. Ekolün kurucu babalarından Adam Smith bazı doğal kaynakların kıt olduğunu kabul etse de ‘görünmez el’ adını verdiği tam rekabetçi serbest piyasaların mal ve hizmetlerin değerini arz-talep ilişkisiyle dengeye getirerek kıt kaynaklar üzerindeki baskıyı ikameleriyle çözeceğini böylece tahribatın kendi kendine engelleneceğini varsayar.
Bir başka Klasik İktisatçı Thomas Malthus çevre, ekonomi ve insan ilişkisine farklı bir bakış açısından yaklaşarak nüfus ve ekilebilir araziler arasında endişe verici bir ilişki olduğunu iddia eder. Sanayi Devrimi ve gelişen teknolojiyle beraber yaşanan nüfus patlaması doğal kaynaklar üzerindeki baskıyı arttırmıştır. Malthus’a göre, nüfus geometrik olarak hızlı bir şekilde artmaya başlarken ekilebilir arazilerin oranı aritmetik olarak artmaya devam etmiş ve böylelikle doğal kaynakların üzerindeki baskı artarak artan talebe cevap veremeyecek noktaya ilerlemektedir. Malthus’un getirdiği yenilikçi bakış açısı sonrasında yanlışlansa da kapitalist üretim ilişkilerinin ön gördüğü sınırsız büyüme yaklaşımının sürdürülebilir olmaktan uzak olduğuna yönelik ilk eleştirilerden biri sayılabilir.
1950’li yıllar ile küresel olarak etkisini iyiden iyiye hissettiren çevre ve iklim problemleri sonucu Neo-Klasik ekolün içerisinde ‘çevre ekonomisi’ gibi alt dallar oluşmaya başladı. Bu alt dallar doğal kaynakların tükenmesi, biyolojik çeşitliliğin yok olması, iklim krizi ya da ormansızlaşma gibi çevresel problemlere piyasa mekanizması içerisinde cevap vermeye çalıştı ve sorunların kaynağını çevre ve doğal kaynakların piyasa sisteminin dışında kalarak doğru fiyatlandırılamamasından kaynaklı gördü.
Çevre ve iklim problemlerinin tam rekabetçi koşullarda işleyen bir piyasada çözülebileceğini iddia eden bu yaklaşım doğal kaynakların piyasa ekonomisine etkin bir biçimde dahil edildiğinde arz ve talep doğrultusunda oluşacak doğal fiyatların, bu kaynakların verimsiz kullanılıp israf edilmesinin önüne geçeceğini, ayrıca piyasa şartları ve teknolojik gelişmelerin üzerine yük binen doğal kaynakların ikamelerini bularak bu kaynakların tahribatını azaltacağını iddia eder. Bu görüşün temel bakış açısı çevresel problemlerin ve iklim krizinin ‘piyasa aksaklığı’ kaynaklı olduğu, çözümünün ise dışsallıkların piyasa süreçlerine eklemlenmesi yoluyla olacağını iddia eder.
Ancak doğal ya da çevresel olarak atfedilen kaynakların piyasa süreçlerine eklemlenmesi konusunda bazı çekinceler bulunmakta. İlk olarak bu kaynakların üzerinde kurulacak mülkiyet ilişkilerinin nasıl düzenleneceği meçhul, ayrıca doğal kaynaklar üzerinde adil bir paylaşımı denetleyecek uluslararası kurumların sahip oldukları otorite ve yaptırım güçleri pratikte yaptırım sağlamaktan uzak. Ayrıca teknolojik gelişimin doğal kaynaklar üzerindeki baskıyı düşüreceği varsayımına da bazı çekinceler getirildi. Örneğin Marksist iktisatçı David Harvey, teknolojik gelişmenin doğal kaynaklar üzerindeki baskıyı azaltmayacağını bunun aksine bir ekolojik pazar yaratarak daha fazla kar dürtüsünü doğuracağını belirterek Neo-Klasik İktisatçıları eleştirir.
Neo-Klasik ekolün çevre konusunda en çok ilgi gören yaklaşımlarından biri de ‘Çevresel Kuznets Eğrisi’ (ÇKE) adı verilen ve milli gelir ile çevre kirliliği arasında bağlantı kuran yaklaşımdır. Simon Kuznets’in ortaya attığı bu yaklaşıma göre ülkelerin sanayileşme süreçleri doğrultusunda çevrenin kirlenmesi ve tahribatı kaçınılmaz bir durumdur. Çünkü gelişmekte olan ülkeler için kalkınma ve refah seviyesini arttırma çevreye verilen zarara göre daha önemli bir ön plandadır. Bu noktada Kuznets, teknoloji seviyesi düşük ve üretim verimsizse çevrenin uğrayacağı tahribatın korkunç olacağını ancak kalkınma hedefleri tutmaya başlayıp refah yani milli gelir ortalaması 10 bin dolar gibi bir eşiği aştığında kirlenme düşeceğini ve ekonominin bütün olarak kirlilik yaratan sektörler yerine daha temiz sektörlere yöneleceğini iddia eder.
ÇKE’ye getirilen eleştiriler çevre kirliliği ve özellikle iklim değişikliğinin yerel olduğu kadar küresel bir fenomen olduğuna yoğunlaşır. Kuznets’i eleştirenlere göre ülkeler refah ve kalkınmada belirli bir seviyeyi aştıklarında kirlilik yaratan sektörleri gelişmekte olan ülkelere ihraç ederek kirliliğin yalnızca yerini değiştirmektedirler. Eğitim seviyesi ve reel ücretler arttıkça insanların çevre problemlerine daha duyarlı hale geldikleri gözlemlenen bir gerçektir. Bu yüzden de gelişmiş ülkelerin kamuoyunda kirlilik karşıtı hareket ve tepkiler oluşur. Devletler ise, bu tepkilere çözümü kirlilik yaratan sektörleri gelişmekte olan çevre ülkelerine ihraç ederek aşar. İklim krizinin küresel etkileri göze alındığında bu durum çözümden çok erteleme yaratır.
Çevre sorunları ve iklim krizine yönelik çözüm arayan bir diğer okul Marksist ekoldür. Karl Marx'a göre kapitalizm, ekolojiyi piyasa ekonomisi çerçevesinde ele alır bu yüzden de nasıl ekonomik kriz kapitalist üretim biçiminin doğal sonucuysa ekolojik kriz de öyledir. Buradan hareketle Marx ekolojik krizleri ikiye ayırır: Birinci tip ekolojik kriz sermaye birikimini devam ettirmek adına hammaddelere yönelik aşırı kullanımdan doğarken, ikinci tip ekolojik kriz kapitalizmin yerleşmesiyle etkisini iyice hissettiren şehirler ve kırlar arasındaki uyumsuz ilişkiden doğar. Marksist görüş temel olarak ekolojik krizlerin kaynağını sömürüye dayalı üretim ilişkilerinin doğurduğu eşitsiz paylaşımda bularak kapitalist üretim biçiminin yarattığı emek sömürüsünün daha sonra ekolojik sömürüye yol açtığını iddia eder. Çevresel tahribat ve iklim değişikliği kapitalizmin kronik sorunlarının sonucudur ve vergilendirme, fiyatlandırma gibi uygulamalarla önlerine geçilemez. Bunun yerine yapısal değişikliklere ve daha adil paylaşım süreçlerine ihtiyaç bulunmaktadır
Keynesyen ve Post-Keynesyen ekollere göre çevre ve ekoloji konuları realist bir bakış açısı ve çoğulcu bir yöntemle ele alınmalıdır. Karbon vergisi gibi uygulamalar piyasa temelli olup kısa vadede etki vererek sosyal maliyetlerin üstesinden gelebilecek bir yöntemdir. Vergi yoluyla doğal kaynakların tüketiminin maliyetleri bir nebze olsun aşılabilecektir. Post-Keynesyenler bu uygulamaların aktif bir şekilde uygulanabilmesi için ulusal ve uluslararası düzeyde kurumlar, devletler ve örgütler arasında etkin bir iş birliği olmasını savunurlar.
Ekolojik İktisat
Çevre ekonomisi olarak ele alınan yaklaşım esasen Neo-Klasik ekolün bir uzantısı olarak sınıflandırılabilecekken Ekolojik İktisat doğayı ve çevreyi piyasa mekanizmasına göre değil öncelikli odak olarak ele alan bu yaklaşım hem doğa bilimci hem de sosyal bilimci disiplinler arası ve bu açıdan kendine özgü bir yaklaşımdır.
Genel olarak Ekolojik İktisat’ın başlangıç noktalarından biri olarak Roma Kulübü tarafından 1972 yılında yayınlanan Limits to Growth eser kabul edilir. Esere göre kapitalist sistemin ön gördüğü sınırsız büyüme hedefi doğal kaynakları tüketmekte; çevre, insanlar ve iklim üzerinde geri dönüşü olmayan hasarlar bırakmaktadır. Ekolojik İktisat’ın Neo-Klasik ekole getirdiği bir diğer önemli eleştiri ise Nicholas Georgescu-Roegen'in termodinamiğin ikinci kanunu olan entropiyi iktisata uyarlaması ile olmuştur. Entropi kanunu enerjinin kaybolmadığını ancak verimli halden verimsiz hale geçtiğini iddia ederken, Roegen bu kanunu doğal kaynakların tam ikame edilemeyeceğini kanıtlamak adına kullanmıştır.
Ekolojik İktisat’ın ilerleyen yıllarda en önemli isimlerinden olacak Robert Costanza, Herman Daily ve Joy Bartholomew ortak olarak ele aldıkları çalışmalarında yaklaşımlarının geleneksel piyasa temelli yaklaşımlardan farklı olarak ekolojik ve toplumsal refahı arttırmak olduğunu belirtirler.
Onlara göre yerel ve küresel ölçekte sürdürülebilirlik temel amaçtır ve bunu sağlayabilmek için doğal kaynakların sürdürülebilir olması ön koşuldur. Sürdürülebilirliği sağlayabilmek adına devlet ve örgütlerin regülasyonlar, vergiler, teşvikler ve cezalar gibi aktif politika araçları geliştirmeleri önerilmektedir. Bu uygulamaların uzun vadede başarılı olabilmesi için ise eğitimin Ekolojik İktisat görüşüne göre yeniden düzenlenip bireylerin bilinçlendirilmesi şarttır. Buna bağlı olarak kurumsal değişimin de orta ve uzun vadede bu politikaları kalıcı kılıp yeniden üretebilecek hale gelmesi sağlanmalıdır.
Kaynaklar
David Harvey,17 Çelişki ve Kapitalizmin Sonu,1. Baskı,çev. Esin Soğancılar,İstanbul : Sel Yayıncılık, 2015.
Değer Alper ve Adem Anbar,’’Küresel Isınmanın Dünya Ekonomisine ve Türkiye Ekonomisine Etkileri’’,Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 9, Sayı 4, (2007),s. 15-54.
E. K Hunt,İktisadi Düşünce Tarih: Eleştirel Bir Perspektif,1. Baskı,çev. Vedat Ulvi Aslan,Ankara : Phoenix Yayınları,2012.
Cengiz Zengin,’’Çevre, Ekolojik İktisat ve Büyüme’’(Basılmamış Doktora Tezi,Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,2020).
Eric J. Hobsbawm,Sermaye Çağı,1. Baskı,çev. Bahadır Sina Şener,İstanbul : Dost Yayınevi, 1995.
Immanuel Wallerstein,Modern Dünya Sistemi 1,1. Baskı,çev. Latif Boyacı,İstanbul : Yarın Yayıncılık,2012.
Karl Marx,Kapital Cilt 1: Sermayenin Yeniden Üretimi,2.Baskı,çev. Mehmet Selik, Nail Satlıgan, Erkin Özalp,İstanbul : Yordam Kitap,2019.
Mehmet Selik,100 Soruda İktisadi Doktrinler Tarihi,3. Baskı,Ankara : Efil Yayınları, 2015.
Murray Bookchin,Ekolojik Bir Topluma Doğru,1. Baskı,çev. Abdullah Yılmaz,İstanbul : Ayrıntı Yayınları,1996.
Mustafa Saatçi ve Yasemin Dumrul,’’Çevre Kirliliği ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: Çevresel Kuznets Eğrisinin Türk Ekonomisi İçin Yapısal Kırılmalı Eş-Bütünleşme Yöntemiyle Tahmini’’, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı 37, (2011),s. 65-86.
Recep Ulucak,’’İktisatta Çevreci Dönüşüm: Ekolojik Makro İktisat’’, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı 51, (2018),s. 127-149.
Robin Hahnel,Yeşil İktisat:Ekolojik Krize Karşı Koymak,1. Baskı,çev. Kolektif,İstanbul : BGST, 2014.
(DE/AS)