28 Kasım'da Güney Afrika'nın Durban kentinde başlayan görüşmelerde sonuç alınacak mı?
Kyoto Protokolü'nün devamı gelecek mi? Karbondioksit, Metan gibi sera gazı salımlarını önlemeyi amaçlayan Kyoto Protokolü'nün 2012'de sona erecek olan karbon ticareti ve kolaylaştırma mekanizmaları Durban'da yeniden tartışılıyor.
"12 milyar tonluk kömür rezervimizi kullanmamamız düşünülemez" diye açıklama yapan Türkiye iklim görüşmeleri baş müzakerecisi Mithat Rende'nin sözleri, salım azaltımı konusunda Türkiye'nin daha yıllarca sürece katkı yapmayacağını gösteriyor.
Kyoto Protokolü emisyonların yüzde 32'sini gerçekleştiren ülkelere azaltım şartı getiriyordu. Protokolü onaylamayan ve salımların yaklaşık beşte birini yapan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) zaten yükümlülük altına girmemişti.
Yine yaklaşık beşte birinden sorumlu Çin'in ve ayrıca diğer gelişmekte olan ülkelerin sera gazı azaltım yükümlülükleri yoktu.
Türkiye 2009'da protokolü imzalarken kendisini yükümlülük altına sokmadı. İmzacı gelişmiş ülkelerden istenense sadece bağlayıcı olmayan, çok yetersiz bir yüzde 5 azaltımdı.
Kyoto seçkin ABD üniversitelerinde tasarlanan karbon ticaretinin ilk denemelerini yaparken 2010 yılında dünyada sera gazı emisyonları açısından yeni bir rekor kırıldı ve iklim krizine bir adım daha yaklaşıldı. Şu an dünya iklim krizinde en kötü senaryoya doğru gidiyor.
En son Cancun zirvesinde sonuç çıkmamıştı ancak konuşmalarda bağlayıcı olmayan ülke vaatleri tam gerçekleştiğinde bile kritik +2 derecelik ısınma sınırı değil +3.2-3.5'lar düzeyine ulaşılabileceği hesapları yapılıyordu. Bu öngörüler bugünkü konjonktürde iyimser kalmış durumda.
Çin, Brezilya gibi ülkeler, "150 yıldır kirletenler ödesin" diyerek azaltımı gelişmiş ülkelerden bekliyorlar. ABD ise Obama'nın mart ayında açıkladığı gibi yine imzacılar arasında yer almayacak. G8 zirvesinde yaptıkları açıklamada Rusya, Japonya, Kanada da şimdiden karbon azaltım taahhüdüne girmeyeceklerini bildirdiler.
Bolivya, Ekvator, ada devletleri ve Venezuela gibi bazı ülkelerle, iklim adaleti hareketlerinin ekoloji ve iklim adaletine yönelik yoksul ülkeleri ve doğanın haklarını koruyan önerilerinin de öne çıkması zor.
Durban görüşmeleri de bu ortamda başladı. 2012'de sonlanacak etkisiz ve çok eleştiri alan Kyoto mekanizmalarının devam etmesinin sağlanması "başarı" olarak anılacak, zira o konuda bile umutlar az. Bu demektir ki 2010 yılında kırılan karbon salım rekoru daha pek çok kez kırılacak.
Türkiye
Türkiye'de hükümet politikaları "2023'de ilk 10 ekonomi arasına girmeyi hedefliyoruz" şeklinde gerçekleşmesi mümkün görünmeyen bir hedefe sahip.
Bu hedefi önemseyenlere Birleşmiş Milletler'in çalışmalarını hatırlatmak gerek; Türkiye, Hindistan, Çin gibi ülkeler bugünkü ABD ya da Avrupa tüketim seviyesine geldiklerinde kapitalist kâr, rekabet ve bunun gerektirdiği büyüme temelli hükümet politikaları sonucu, hem doğal kaynaklar ve ekolojik denge hem de kirliliğin emilebilmesi açısından en az bir dünyaya daha ihtiyacımız olacak, yani bu mümkün değil.
Şu anki ekonomi ve nüfus büyüklüğünde bile insanlık bir yılda dünyanın kaldırabileceğinin 1.5 katını tüketiyor. Yani dünya tükeniyor.
Türkiye dünya sera gazı salımlarının yüzde 1'ini gerçekleştirirken, sera gazı salımı artışlarında ilk sıralardan aşağı hiç düşmüyor. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) tarafından kömür ve doğalgaz kullanılarak yapılacak elektrik üretim lisansları da çok büyük miktarlarda veriliyor. Türkiye'de 50 bin MW kurulu kapasite var.
Mevcut 16 bin MW doğalgazlı üretim kapasitesi üzerine 17 bin MW doğalgazla elektrik üretimi lisansı verildi. 30 bin MW da inceleme aşamalarında.
İthal Kömür için mevcut 11 bin MW kömür santrali üzerine sekiz bin MW lisans verildi ve lisansların bir bu kadar daha artması bekleniyor. Oysa bu politikalarla gerçekçi olarak ulaşılacak toplam rüzgar ve güneş miktarı önümüzdeki beş yıl için mevcut lisanslarla birlikte sadece 8bin MW.
Türkiye iklim değişikliği konusunda adım atıyormuş gibi göründüğü noktalarda bile kaygısının ekolojik olmadığını belli ediyor. İklim Değişikliği Eylem Planı, toplumun karşı çıktığı HESler konusunda "temiz enerji olan HES potansiyelinin yüzde 38'inin kullanıldığını, tamamının kullanılacağını" bildiriyor.
Türkiye'nin iklim değişikliği görüşmelerinde aldığı resmi tutum, uluslararası ölçekte rekabetçi, maliyetlere odaklanan ve inisiyatif almaktan çok sanayisindeki maliyetleri düşünerek süreçte genel olarak çözümü engelleyen politikaları besleyen gerici bir konum.
İklim değişikliğinden çok etkilenecek Akdeniz kuşağındaki Türkiye, Kopenhag görüşmeleri dahil hiçbir görüşmede sera gazı salımı artışını sınırlamak adına herhangi bir taahhütte bulunmamış, herhangi bir rakam telaffuz etmemiş durumda.
Buna rağmen gelişmiş ülkelerin yer aldığı Ek-1 listesinde yer almak istediği gibi, sera gazı konusunda teknik ve mali yardım almak için de mücadele ediyor.
Yani "emisyon artışına bile sınır koymam ama yardım isterim" çizgisinde. "2023 yılında dünyadaki ilk 10 ekonomiden biri olma" hamaseti, iklim görüşmelerine gelince Abdullah Gül'ün Kopenhag'daki iklim zirvesinde ifade ettiği gibi "daha gelişmemiz gerek, kişi başına gelirimiz, enerji kullanımımız düşük, sera gazı artışına dair sınır koyamayız" argümanına dönüşüyor.
Yenilenebilir enerjide niyet
Türkiye'de karbondioksit salımına neden olmayan rüzgar ve hidroelektrik gibi temiz olduğu söylenen enerji yatırımları ekolojik hedeflerle gerçekleştirilmiyor. "Yenilenebilir enerji" kavramı hep yerli enerji kaynakları ile birlikte "yenilenebilir ve yerli kaynakların geliştirilmesi" şeklinde kullanılıyor.
Burada hedef temiz enerji değil. Dünyada gelişmekte olan ekonomiler başta olmak üzere petrol ihtiyacı artarken, rezerv sınırlı. İşte Türkiye'nin amacı döviz riski, politik risk ve petrol fiyatı risklerinden arındırılmış ve maliyeti kontrol edilebilir bir enerji isteği. Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) "yerli ve yenilenebilir" konusunda yatırım yapmak için ağzı sulanan sanayicilerin sözcülüğünü yapıyor.
"Sektörlerin enerjiye sürekli olarak rekabetçi fiyatlara ulaşması için [enerjide] yatırımların sürekliliği şarttır"; "2009 yılında enerji tüketiminin yüzde 70'inden fazlasını ithalat ile karşılanmıştır ve bunun yarıdan çoğu Rusya'dandır. Tek kaynağa bağımlılık, hem ekonomik, hem de siyasi risk unsuru barındırmaktadır. ...enerji sektöründe özellikle yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının desteklenmesi gerektiğine de inanıyoruz."
Amaç enerji maliyetlerini ucuzlaştırıp üretimde risklerden kaçınmak ve bir yandan da elektriği üretip halka satarak daha çok kar etmek olunca karbon salımlarını engellemek göstermelik bir hedef olarak bile hükümetlerin gündemine girmiyor. Sektördeki özelleştirmeler enerjiyi tamamen kâr hesaplarına teslim etti.
Enerji yoğunluğu ve kirlilik sorun değilmiş
"12 milyar tonluk kömür rezervimizi kullanmamamız düşünülemez" diyen Türkiye iklim görüşmeleri müzakerecisi Mithat Rende'nin açıklamaları, sera gazı azaltımı konusunda Türkiye'nin ödün vermeyeceğini gösteriyor. Rende "Nükleer enerjiye önceden girmeliydik" diyerek ekoloji hakkındaki görüşlerini perçinliyor.
Türkiye'deki mevcut enerji yoğun üretim ve sanayi yapısının dönüşümü düşünülmüyor, Türkiye'nin çimento ihracatında dünya üçüncüsü olması, başarı olarak sunuluyor.
Oysa bu enerji ve madde yoğun üretimin neden Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden Türkiye'ye kaydığı sorgulanmıyor.
Ekolojik ayak izi ve madde-enerji hesabı üzerinden ülkeler (ve ülke içi bölgeler-sınıflar) arasında gerçekleşen eşitsiz değişime karşı çıkmak gerekirken, Türkiye enerji yoğun mallar üretmenin tüm çevresel ve insani maliyetlerini üstlenmiş daha doğrusu kendi emekçilerine ve halkına yüklemiş durumda.
Üç tehdit
Bu noktadan bakıldığında üç tehdit var. Ekonomideki neoliberal uygulamalar ve ekonomik krizler zaten emekçiler açısından ciddi bir sorun.
Enerji krizi endüstrileşen tarım nedeniyle gıdada fiyatları vuruyor.
İkinci olarak ekolojik krizin ortaya çıkartacağı çeşitli afetler, doğanın kirletilmesi, tarımın etkilenmesi, gıda fiyatlarının yükselmesi en çok ezilen dışlanan kesimleri etkileyecek.
Üçüncü olarak "enerji ve iklim krizlerine karşı önlem alıyoruz" denerek şirketlere açılacak garantili kar alanları ile -örneğin yenilenebilir enerji yasasında verilen enerji alım garantileri ile şirketlere kâr garantisi sağlandı- çalışan çoğunluğa, ezilenlere, yoksullara yeni yükler yüklenecek.
Deprem nasıl kentsel dönüşümün kâr için gerekçesi yapılıyorsa enerji ve iklim krizi de bizden toplanan vergilerle birilerine kâr olacak.
Çözüm nerede?
Solun ve muhalefetin iklim tartışmaları çerçevesinde görüşleri üçe ayrılıyor.
Küresel iklim adaleti ve anti-kapitalist kampanyalar küresel bir emisyon vergisinin gerekli olduğunu ve bunu devletlerin uygulaması gerektiğini söylüyorlar.
Haklı olarak karbon ticaretinin kâr ve finansal spekülasyona ve havanın metalaştırmasına yol açmasına karşı çıktıklarını ifade ediyorlar.
Robin Hahnel gibi sol muhalifler ise, karbon ticaretinin devam etmesini ancak gelişmiş ülkelere sınır koyan ve karbon ticaretine olanak veren Kyoto sistemindeki sera gazı emisyon kısıtlamalarının tüm ülkeler için geçerli olması gerektiğini savunmanın önemini dile getiriyorlar.
Bu tartışmalar oldukça önemli, ancak görüşleri bu yazıda açmak mümkün değil. İki görüş de gerçekçi olmaya çalışırken şirketlerin ve ülkelerin uzlaşmaz hırsları karşısında gerçekçi değiller.
Şirketler pazar derdinde
Enerjiye talebi sınırlayan önlemler sermayenin işine gelmiyor, örneğin aylık 400 kwh kullanım aşıldığında katlanır tarifeler getirmek ya da toplu ulaşımı kaliteli yaprak otomobil talebini azaltmak mümkün. Kışkırtılmış, aşırı tüketimi engelleyen eşitlikçi kamusal mekanizmalar kurmak gibi temel çözümler nedense "enerji verimliliği" ve "yenilenebilir enerji" hayranlarının gündemine girmiyor.
Ted Trainer'ın gösterdiği gibi sadece yenilenebilir enerji yatırımları ile enerji ve taşımacılıkta sağlanacak verimlilik ile sera gazları sorununu çözmek mümkün görünmüyor.
Rüzgar ve güneşe yönelim bu kaynakların gün boyu sürekli olmaması gibi nedenlerle belirli bir kapasite sınırını geçemezken, biyoenerjinin enerji yoğunluğunun azlığı da düşünüldüğünde Trainer'a göre iklim sorununu bugünkü ekonomik sistem çözemeyecek. Sadece teknik çözümler değil kapitalizmi sorgulayan alternatifler gerek.
Enerji yoğun üretim, kışkırtılmış tüketim ve piyasada değişim değeri için sınırsız üretimin sorgulanması dikkate alınmalı. Büyümeyen bir "denge ekonomisi" yaratmanın gerekliliği üzerine gittikçe artan tartışmalar da önem arz ediyor.
Enerji açısından belediye ve kamusal temelli demokratik katılımcı politikalar ile enerji talebini insan refahını azaltmadan sınırlayacak bir planlama böylece mümkün hale getirilebilir.
Enerji kullanımının minimum olduğu pasif evler bugün artık mümkün. Danimarka'daki ısınmanın çoğunu sağlayan mahalli ısınma sistemleri bu şekilde verimli toplumsal çözümlerden. Türkiye'de Ege bölgesinde jeotermal ile ısınan ilçeler var. Ankara'da, İzmir'de, Bursa'da belediyelerin atıklardan enerji elde etme sistemleriyle karsız uygulamalar yapılıyor.
Sanayi siteleri ve yerleşim sitelerinde kojenerasyon uygulamaları enerjinin toplumsal hedefler gözetilerek verimli kullanılmasının örnekleri olabilir.
ABD'de enerjide şirket karlarını geriletmek için enerji, doğalgaz şirketleriyle tüketicilerin toplu sözleşme yapmasına yarayan belediyelerin yönettiği toplu tercih (community choice) uygulamaları ve yenilenebilir enerji kooperatifleri gibi kamusal ve kar hedefi gözetmeyen veya mevcut sistemi aşmayı hedefleyen mücadele ve çözümlerin mümkün olduğunu gösteren sayısız örnekle karşı karşıyayız.
Enerji yanında taşımacılıkta salım azaltımı açısından lokal ve bütünleşik ekonomilerin yaratılması ve güçlendirilmesi önemli.
Türkiye'deki Kürt hareketinin bu yöndeki vurgusunun iklim ve enerji krizi açısından da anlamı var.
Emek yoğun hizmet sektörlerinin herkese iş sağlayacak şekilde geliştirilmesi topluma çok yönlü faydalar sağlayacaktır. Endüstriyel yoğunluğu azaltılmış tarım uygulamaları hem iş sahası olarak hem de yerel ekonomiler açısından değerli.
Dünyanın ekolojik sınırlarının madde-enerji kullanımı ve atıklar açısından aşılmakta olduğu bir gerçek. Enerji krizi, ekonomi ve iklim krizleri olarak çok boyutlu bir kriz var. Birikimi sekteye uğratmamaya çalışan ve yeni adaletsizlik alanları üreten "çözümlere" değil toplumsal adalet ve ekolojik değerleri öne çıkaran çözümlere odaklanmak gerekiyor.
İnsan mutluluğunu tüketim ile modellemeyen, temel ihtiyaç maddelerini genişleyen kapitalist üretimin çarkından çıkarmakla işe başlayacak alternatifleri gündeme getirmeye çalışmalıyız.
Bu açıdan ulusal ve küresel mekanizmaları zorlamak, uluslararası ve çeşitli toplumsal hareketler arası alternatif bir ufuk yaratmak önemli olacak. (MY/YY)
* Mehmet Yusufoğlu / Marmara Üniversitesi, Kalkınma İktisadı, doktora
Kaynaklar
M.Rende, Türkiye İklim Müzakerecisi Mithat Rende ile Röportaj, Enerji dergisi, Yıl 16, Sayı 4, 2011.
TÜSİAD, Liberalization of The Energy Sector: Turkey and EU. 2009.
TÜSAİD Başkanı Ü. Boyner, "World Energy Outlook 2010 Türkiye Tanıtım Toplantısı", 2010.
O. Türkyılmaz, "BOTAŞ'IN GAZPROM'LA anlaşmasını sona erdirme kararı üzerine gündeme gelen bazı sorular",
T. Trainer, "Can renewables etc. solve the greenhouse problem? The negative case," Energy Policy, vol. 38, no. 8, pp. 4107-4114, Aug. 2010.
R. Hahnel, "Left Clouds over Climate Change Policy", Review of Radical Political Economists Journal, Published online before print, October 7, 2011