Eğer çocukluğunuz gibi ilk gençliğiniz de doksanlara denk gelmişse ve eğer doksanlarınızı bu ülkenin doğusunda bir kentte, kasabada ya da köyde geçirmişseniz elinizde kırık dökük bir çocukluk, az umut ve çokça da direniş kalır.
Sokakların mavzerlerle kaplı olduğu, yolda yürümenin sıradan bir günlük pratik olmaktan çıkıp derin bir mücadeleye dönüştüğü, içinden mehter marşları yükselen beyaz Torosların tozu dumana katarcasına geçtiği bir kasabaydı benim çocukluğumun mekanı. O zamanlar yani doksanların başında Sezen Aksu’nun kasetine adını veren Kemal Burkay şiiri çınlardı kulaklarımda; “Gülümse” derdi yumuşak sesiyle Sezen Aksu, “gülümse...”
Gündüzleri bu şarkıyı dinler geceleri de şehrin bir Akdeniz iklimine büründüğünü görür gülümserdim rüyalarımda. Ama bu rüyaya inat, Viranşehir’in ne iklimi ne de insanlarının büründüğü ruh hali Akdeniz değildi, ne o tarihlerde, ne de öncesinde...
Zira devletin mantığıyla aşiretin mantığının tetikçilik , kıyam ve talan üzerinden benzeştiği ve egemen (kişi) dışında kalan herkesi, her kesimi ezdiği bir coğrafyaydı burası. Ben bu gerçeği öğrendiğimde daha yeni çözmüştüm okumayı ve yazmayı, bir de 10 Kasımlar’da ağlamayı.
Daha 90’lar gelmeden, ben ilkokulun ilk sıralarında siyah önlüğe alışmaya çalışırken, ilk tanıklığımı etmiştim din, şeref, vatan ve millet adına işlenen cinayetlerden birine. Bu cinayet evimizde kalan Ermeni olduğunu öldürüldükten sonra öğrendiğim babamın yakın dostu Orhan abinin katliydi. Orhan abi devletten hayli beslenen aşiretlerce Viranşehir’den sürülmüş bir ailenin çocuğuydu. Mallarına el konulmuş, aile üyeleri katledilmişti ve aileden geri kalanlar soluğu İstanbul’da almıştı. İnce ve uzun boylu, yakışıklı ve çok kibar bir adamdı Orhan abi. Üzerinde başka bir dünyanın kokusu var gibiydi. Kazandığı, ailesinden kalma bir araziyle ilgili davayı takip için gelmişti.
Belli aşiretlerin el koyduğu malını geri alma hakkını kazanmıştı mahkemeden.
Ancak bu hakkı almak ve kullanmak için hayatta kalması lazımdı. Kalamadı.
Küçücük bir çocuk olan tetikçi Orhan abiyi ensesinden vurdu. Orhan abinin cenazesini bizde olan ablası ile birlikte annem ve babam götürdü İstanbul’a. Tetikçi bulundu hapse mahkum edildi. O toprakları da Orhan abinin ailesi hiçbir zaman kullanamadı. Aşiretçilik, kıyam ve talan böylece sürüp gitti.
TIKLAYIN - 90'LARIN HAK MÜCADELELERİ
90’lar geldiğinde devletin varlığı her yerde en ağır biçimde hissediliyordu.
Cümlelerini, Orhan abinin öldürüldüğü zamandan tanıyorduk; Vatan, millet, şeref ve namus.
Tıpkı aşiret mantığı gibi devletin aklı da tahammülsüzdü. Ne çocukken ne de gençken mevsim Akdeniz olmadı Viranşehir’de anlayacağınız.
Gençler okul sıralarını bırakıp ölmeye gitti mesela. Ülkenin doğusundan ve batısından gençler de okul sıralarını bırakıp dağa çıkan bu gençlerle savaşmaya gönderildi.
Normal şartlarda üniversite kantininde veya bir kafede birbirlerine gülümseyecek gençler birbirini öldürdü yıllarca. Çocuk yaştaki ömrümün ikinci cinayet tanıklığı da bu yıllara denk gelir.
Güzel bir bahar günü hava ılıktı, biz ise ortaokulluyduk erkek kardeşimle. Önümüzdeki İpek Yolu’nu ve üzerinden vızır vızır geçen tırları aşıp Öğretmen Evi’nin önüne varacaktık ki bir beyaz Toros geldi. Plakasız Torostan inen ve yüzünü defalarca gördüğümüz, bıyıkları sarkık adam elindeki tabancayı arkası dönük adamın ensesine dayadı. Bir el, sonra bir el daha ve adam kanlar içinde yere düştü. Üzerinde açık renk takım elbise kanlar içindeydi, fırlayan gözlüğü ayağımızın dibinde.
Adama baktık ve kardeşimle sustuk. Biz susarken beyaz Toros gitmişti.
Bizi gördü mü bilmiyorum ama biz sustuk. Eve geldik anneme bile bir şey anlatamadık. İçeri girdik ve sustuk. Sonra öğrendik ki öldürülen avukatmış. Bir zamanlar savcılık yapmış, sonra insan hakları savunuculuğu için avukatlığa geçmiş, özenle seçilmiş bir avukat. Devlet dilinde ve aklında insan hakları savunuculuğunun, terör savunuculuğuyla aynı şey olduğunu o gün öğrendim.
Zaman ilerledi lise çağları geldi ve ben okuldaki sıra arkadaşımın dağa çıktığına, gece bir sünnet düğününde gülüştüğüm güneş gözlü kızın da aynı yolu seçtiğine, çıplak cesedinin kentin çöpleriyle yüklü römorkun üzerinde arsızca teşhir edilmesine de tanıklık ettim.
Devletin güvenlik dersinden geçtiğim için gittiğim üniversitede insanların tecrit ve tehdit etmesine de alıştım. Çalışmak için başvurduğum bir devlet dairesinde genel müdürün “nerelisin” sorusuna verdiğim yanıt nedeniyle azarlanarak kovulduğum da oldu.
Ancak tüm bunlar olup biterken Akdeniz ikliminin tüm ülkeye hakim olacağı günleri umut etmeyi de bırakmadım. Zira Akdeniz bir kapı ötemizdeydi, çok da uzak değildi.
Sonra siyasetlerin renginden bağımsız bir umut doğdu.
Silahlar konuşmuyorken iklimi iliklerinizde hissetmek de konuşabilmek de mümkündü. Ancak burası neticede Ortadoğu’ydu.
Hegemonyanın tesisinin tamamlandığı yanılgısına farklı görüşlerin ve kesimlerin rızasına ihtiyaç kalmadığı düşüncesi eşlik etti.
Bloklar, karşıdakini yok etmeye çalışa çalışa çöktü, toplumsal barış pergel pergel dağıldı.
Simdi yine kimliğinin ve ne yaptığının hiçbir önemi olmaksızın, bir kadının çırılçıplak bedeni sergileniyor bir meydanda. Kırık geçen bir çocukluğun tamirinin mümkün olmadığı da yazıyor o gözümüze sokulmak istenen fotoğrafta.
Öldürülen çocuklar, fırında saklanırken taranan çocuklar, gencecik yaşta toprağa düşen askerler, polisler.
Artık bazı anneler, hesabını soruyor gencecik ölü çocuklarının.
Bazı anneler vatanı için, “kimdir devlet, devlet benim” diye haykırabiliyor.
Barışın habercisi midir bütün bu alışılmadık sesler bilmiyorum.
Ancak yükselen kadın seslerinin, ölümün kol gezdiği bir ülkede, umut uyandırdığı açık.
Ve aşiret ve devlet aklının kesiştiği eril düzende en büyük acıyı yaşayan kadınların sesleridir, içimizde kalmış o Akdeniz iklimine duyduğumuz özlemi yaşatan. (ANYT/HK)