Ömer Madra: Çevre, iklim ve kadın gibi, ilk ağızda aralarında nasıl bir bağlantı olduğunu düşünemediğimiz konuların, biraz derinine girince fevkalade bağlantılı olduğunu görüyoruz; bu konuda biraz bizi bilgilendirir misiniz?
Semra Cerit Mazlum: Dediğiniz gibi ilk anda pek düşünülmeyen, geri planda kalan bir konu bu, fakat hem iklim değişikliği özelinde hem de genel olarak küresel çevre krizi bağlamında bir toplumsal cinsiyet boyutu söz konusu. Çevre sorununun aynı zamanda toplumsal cinsiyet eksenli bir sorun da olduğunu söyleyebiliriz. İklim değişikliği konusunda bu daha fazla kendisini gösteriyor. Küresel adalet sorunu, eşitsizlik sorunu, aynı zamanda insan hakları sorunu ve kadın hakları sorunu. Özellikle dün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olması dolayısıyla iklim değişikliğini bugün de bu yönüyle tartışalım, ele alalım diye düşündüm. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de iklim değişikliği sorununun ihmal edilen bir yanı bu; iklim değişikliğiyle ilgili olarak geliştirilen, önerilen politikalarda, IPCC’nin raporlarında da bu sorunu görüyoruz benzer bir şekilde.
Genel olarak dünyada kadınlar ekolojik krizden, çevresel bozulmadan en fazla etkilenen nüfus grubunu oluşturuyorlar. İklim değişikliğinden, biyolojik çeşitliliğin kaybından, çölleşmeden, tehlikeli, zararlı atıkların kontrol dışı doğal alanlara bırakılmasından, hemen, ilk elde etkilenenler kadınlar oluyor genellikle. Bunun kadınların toplumsal cinsiyet rolleriyle bağlantılı bir yanı var. Toplumsal olarak kadınlara atfedilen görevler, toplumsal roller, toplumda yerine getirdikleri işlevler doğrudan doğal kaynaklarla bağlantılı. Özellikle yoksul ülkelerde kadınlar, hayatlarını sürdürmek için doğal kaynaklara birinci elden bağımlı durumdalar. Böyle olduğunda da doğal kaynaklarda, doğal çevredeki bozulma hemen ve öncelikle kadınları etkiliyor. Bu anlamda çevresel bozulmanın kurbanları olarak karşımıza çıkıyor kadınlar. Fakat başka bir boyutuyla da sürdürülebilir yaşam deneyimlerine sahip olanlar kadınlar; özellikle kırsal kesimde, çevrenin bilgisine, yerel bilgiye sahipler. Bu da bir anlamda kadınları bu krizle, çevredeki bozulmayla başa çıkabilme, daha doğrusu önceden önlemler alabilme, kendisini değişen koşullara uyarlayabilme konusunda biraz daha avantajlı duruma getiriyor erkeklere göre. Fakat hem bu kurban olma durumundan, hem de doğayla daha barışık, daha uyum içinde yaşama ve onun bilgisine sahip olma potansiyelinden dolayı bu konuyla içiçe olan kadınlar nedense çevreyle ilgili kararların hep dışında kalıyorlar. Bu Türkiye’de de böyle, genel olarak dünyada da böyle.
Özellikle büyük uluslararası kuruluşların uyguladıkları kalkınma programlarına baktığımızda, çevreyle ilgili programlara da baktığımızda, kadının rolü, kadının bu programlardan etkilenme derecesi dikkate alınmıyor, kadın unsuru bu programların hep dışında kalıyor maalesef. Cinsiyet körü bir perspektifle hazırlanıyor bu çevre ve kalkınma programları. Uygulanan politikaların, araçların erkekler ve kadınlar üzerinden ne türden sonuçlar yaratabileceği, onların hayatlarını nasıl değiştirebileceği sorusu ele alınmıyor, toplumsal cinsiyete uygun bir şekilde öneriler, çözümler geliştirilmiyor programlarda.
Bir çok uluslararası kuruluşun uyguladığı programlara baktığımızda, somut programları incelediğimizde, aslında geleneksel cinsiyet rollerini pekiştirici, sorunları devam ettirici, orada bir dönüşüme, değişime yol açmayan çözümler önerdikleri görülüyor. Kadınları dahil etmeye çalıştığında bile bu programlar, genellikle kadınları varolan toplumsal statüler içerisinde, varolan toplumsal roller içinde tutmaya daha eğilimli sonuçlar doğurduğunu görüyoruz. Böyle bir genel resim var karşımızda; fakat iklim değişikliği özelinde bu daha çarpıcı hale gelmiş durumda.
Rio İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Rio Konferansı’nın önemli çıktılarından bir tanesi, fakat öteki Rio çıktılarından, ürünlerinden ve genel olarak Rio sürecinden farklı bir şekilde, nedense iklim değişikliği bu açıdan, yani sadece cinsiyet boyutu açısından ele alınmadı genellikle. Bu bütün süreç boyunca, 92’den günümüze kadar geçen süre içerisinde, anlaşmaların, hem sözleşmenin, hem protokolün yazılmasında, hem müzakere süreçlerinde, hem iklim değişikliğiyle başa çıkmak için hem sonuçlarına uyum sağlamak için geliştirilen politika araçlarına baktığımızda bunların tam anlamıyla cinsiyet perspektifinden yoksun olduğunu görüyoruz. İklim rejiminin toplumsal cinsiyet körü olduğunu söylememiz mümkün. Bu pek anlaşılır gibi değil tabii, eşitsizliklerle bağlantılı, toplumda varolan adaletsizlikleri takip eden bir sorun olduğu için iklim değişikliği, böyle olmaması gerekir. Bu eşitsizliklerin de en başında da kadın ve erkek arasındaki eşitsizlikler geliyor.
Küresel iklim değişikliğinin belki de insanlık tarihinin en büyük eşitsizliği olduğunu söyleyebiliriz. Bunun da en önemli göstergelerinden biri, kadın-erkek eşitsizliği üzerindeki etkisi oluyor herhalde. Siz müthiş bir örnek vermiştiniz Bangladeş’teki tsunaminin etkileri ile ilgili olarak.
Evet, iklim değişikliğinde yani sıcaklık artışındaki sorumluluklar konusunda eşitsizlikler var. Kimin katkısı daha fazla? Burada büyük bir fark var, hem de sonuçlar açısından farklar var. Kim daha fazla etkileniyor diye baktığımızda, yoksulların ve özellikle yoksul kadınların daha fazla etkilendiğini görüyoruz. Bunun somut örneklerinden bir tanesi de iklim bağlantılı ya da hava olaylarıyla bağlantılı doğal afetler. Bu alanda giderek artan sayıda yapılan çalışmalar var ve ilginç bulgular ortaya konuyor. Özellikle 2007’de yapılan bir çalışma, 141 ülkede çok sayıda doğal afeti, -iklimle bağlantılı afetler de dahil olmak üzere- ele alıyor. Bu afetlerin sonuçlarını toplumsal cinsiyetle ilişkisi açısından inceliyor, kadınların hayatta kalma oranlarına bakıyor.
Kimin araştırması bu?
LSE’den Eric Neumayer isimli bir akademisyenin çalışması. Bu çalışmanın bulguları hem BM’in hem de iklim değişikliğinin toplumsal cinsiyetle ilişkisi üzerine çalışanların çok sık başvurdukları bir çalışma. Çünkü çok kapsayıcı bir örneklem söz konusu burada.
Bu analizin bulgularına göre, bu 141 ülkede kadınlar doğal iklim değişikliğiyle bağlantılı doğal afetler de dahil olmak üzere tüm doğal afetlerde erkeklerden daha fazla ölüyorlar. 14 kat fark var kadınlarla erkeklerin ölüm oranları arasında. Bu tabii çok çarpıcı bir sonuç. Çünkü biz afetlere genel olarak insani bir sorun olarak bakıyoruz, ortaya çıkan insani sonuçları açısından bakıyoruz, fakat şöyle bir saptama var; “varolan eşitsizlikler doğal afetlerde kimin öleceğini de belirliyor” diyor araştırmacılar.
Sosyoekonomik haklar açısından kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizlikler ve toplumların sosyal normları, sosyal kurallar, kültürel kurallar, kadınların doğal afetlerden daha fazla etkilenmesine neden oluyor. Hem afetlerde hayatını kaybetme konusunda böyle bir eşitsizlik var, hem de kurtarma çalışmaları ve hayatların normale döndürülmesi sırasında da cinsiyetler arasında bir fark ortaya çıkıyor.
Buna da değinmeden önce belki başka araştırmaların bulgularına değinmek gerekir. Sizin de sözünü ettiğiniz Bangladeş'te 1990’ların başında yaşanan kasırgada ölenlere bakıldığında kadınların erkeklerden daha fazla olduğunu görüyoruz. Burada daha çarpıcı bir rakam var, ölenlerin yaklaşık yüzde 90’ı kadınlar.
Neden böyle oluyor? Nasıl bu kadar korkunç bir fark çıkıyor ortaya?
Bazı yerlerde de tam tersi oluyor, az sayıda örnek var bu konuda, ama bazı yerlerde de erkekler daha fazla ölüyorlar. Honduras’ta Mitch tayfunu sırasında da erkekler daha fazla ölmüşler. Tamamen siyasal kültürle, toplumsal kültürle bağlantılı bir durum. Örneğin Bangladeş’te olduğu gibi, Asya’da geçtiğimiz yıllarda yaşanan tsunami sırasında Endonezya ve Sri Lanka’da kadınların daha fazla öldüğü, her ölen 4 kişiden 3’ünün kadın olduğunu görüyoruz. Bu kültürel normlara bağlanıyor afetler sonrasında yapılan çalışmalarda.
Kadınlara atfedilen konum, roller, kadından beklenen davranış kalıpları aslında bu süreci besliyor. Örneğin tsunami sırasında kadınlar evlerini terk etmiyorlar, çünkü kadınların yanlarında erkekler olmadan evden çıkmaları, ayrılmaları yasak bu toplumlarda, kültürel olarak kabul edilmeyen bir davranış biçimi. Kadınlar erkekleri bekliyorlar. Ölüm bile gelse erkekleri bekliyorlar. Bilgilendirme konusunda farklar var; erkekler daha fazla sokakta olduğu için, kamusal hayatın içine karışmış oldukları için uyarı sistemlerinden haberdar olup kendilerini koruyabiliyorlar, fakat özel alanda, evde sıkışmış olan kadınlar bu tür bilgiye ulaşamıyorlar, uyarılardan haberdar olamıyorlar.
Yine toplumsal cinsiyetle bağlantılı hiç aklımıza gelmeyecek başka önemli bir şey de kadınların sahip oldukları beceriler. Örneğin tsunami sırasında kadınların ölmesinin nedenlerinden birisi kadınların yüzme bilmemesi olarak gösteriliyor. Çünkü kız çocuklarına yüzme öğretilmiyor, doğu kültürlerinde yüzmek erkeklerin yapabileceği, yapması gereken bir iş olarak kabul ediliyor. Ağaçlara tırmanmak, yüksek yerlere tırmanmak, yüzme gibi beceriler, bu tür doğal afetler sırasında hayat kurtarıcı beceriler. Kız çocuklarına öğretilmediği için onlar sellere kapılarak hayatlarını daha fazla kaybediyorlar. Başka afetlerde de bu türden rakamlar var; kuzeyde de daha gelişmiş toplumlar da da benzer bir tablo çıkabiliyor karşımıza. 2003’de Avrupa’daki sıcak dalgası sırasında da ölenlerin çoğu kadınlardı, yaklaşık yüzde 70’inin kadınlar olduğu bildiriliyor raporlarda.
Neden?
O da büyük ölçüde bedenin savunma mekanizmalarıyla ilgili bir şey, daha fazla yaşlılar hayatlarını kaybetmişlerdi bu sıcak dalgası sırasında Avrupa’da. Genel olarak bakıldığında burada da bir cinsiyet boyutunun olduğunu görüyoruz bu tür doğal afetlerde. Bu sadece bir yanı tabii, iklim değişikliğiyle bağlantılı yaşadığımız, yaşayacağımız sorunların, cinsiyeti etkileyen yanlarından yalnızca birisini oluşturuyor. Başka boyutları açısından da düşünmek lazım, bir yandan da hem Türkiye’de hem dünyada iklimle bağlantılı bu türden doğal afetlere hazırlık çalışmalarının, hazırlık stratejilerin, programların, önlemlerin mutlaka toplumsal cinsiyet boyutu dahil edilecek şekilde hazırlanması lazım. İhmal edilmeyecek bir sosyal olgu söz konusu burada, bunu mutlaka bu hazırlık ve adaptasyon çalışmalarında gözönünde bulundurup toplumun ona göre hazırlanması, kurumların buna göre hazırlanması gerekiyor.
Çok çarpıcı örnekler. Bir de yakında tekrar iyice gündemin ön sıralarına yükselecek olan su meselesi var konuşmamız gereken. Büyük çapta bir susuzluk söz konusu; su kaynaklarının azlığı ve kuraklıkla bağlantılı olarak kadınlara çocuklar ve aile için su bulma yükümlülüğü de düşüyor. Bu da tabii çok ağır bir ek yük getiriyor sanırım.
Evet. İklim değişikliğinin en önemli ve somut gözlenen sonuçlarından bir tanesi de kuraklık ve onunla bağlantılı olarak susuzluk. Kadınlar suya erişmek konusunda daha fazla sıkıntı yaşıyorlar. Hem kentlerde hem kırsal alanlarda iki farklı yüzü var bunun kadınlarla bağlantılı olarak; kent yoksulu kadınlar başka şekilde etkileniyorlar suyla ilgili politikalardan, kırdaki kadınlar daha farklı etkileniyorlar. UNDP’nin geçen sene açıkladığı İnsani Gelişme Raporu’nun konusu iklim değişikliğiydi; orada da çarpıcı rakamlar vardı. Özelikle Afrika ülkelerinde, kuraklığın daha yaygın bir şekilde görüldüğü ve iklim değişikliği nedeniyle daha fazla arttığı ülkelerde, kadınların su toplamak, eve su getirmek için harcadıkları zaman artıyor, çünkü bu iş geleneksel olarak kadınların görevi, toplumda kadınların yerine getirmesi gereken bir iş olarak görülüyor bu toplumlarda. Su erişilebilir olmadığı için, evlere su sağlanamadığı için, genellikle kadınlar, uzak çevrelerden hergün eve su taşımak zorunda kalıyorlar. Halihazırda saatler sürüyor bu su getirme işi; temizlik yapmak için, yiyecek hazırlamak için, evdeki aile üyelerinin bakımını sağlamak için bütün su taşınmak zorunda. Kadınlarla birlikte kız çocukları da bu su taşıma işine katılıyorlar. Kuraklıkla birlikte suyun daha az erişilebilir hale gelmesi ya da daha uzak mesafelerden getirilebiliyor olmasıyla birlikte, suyu bulmak için gidilen yollar, taşımak için geçirilen süre giderek daha fazla artıyor. Neredeyse günün yarısını su getirmekle geçiriyorlar.
Ben gayet net hatırlıyorum, Indepentent’ta okumuştum bir kaç yıl önce, burada da dinleyicilerle de paylaşmıştık bu haberi; Sahraaltı Afrika ülkelerinden birinde 4 saat gidiş 4 saat geliş olmak üzere, kadınların toplam 8 saatini su bulmak için geçirdiği bölgeler var. Kadınların ve bir tanesi döner dönmez testilerini kırmış ve oracıkta kendini bir ağacın dalına asıvermiş umutsuzluktan.
Bu türden çok dramatik olaylar yanında somut sonuçları var kadınların hayat kalitesini etkileyen. Kız çocukları yalnızca su getirmek için 8 saat harcadıktan sonra örneğin okula gidemiyorlar; bu en basit, hemen akla gelen sonuçlardan bir tanesi. Çünkü o ev işlerinin sürdürülmesi lazım, hane halkına bakılması gerekiyor ve bunun için de su gerekiyor en başta. Bunu yapanlar, yapmakla görevli görülenler de kadınlar olduğu için, başka temel haklarından vazgeçmek zorunda kalıyorlar; eğitim hakkından yararlanamamak bunların başında geliyor. Bu başka sorunların da habercisi oluyor, başka stratejik ihtiyaçlarının karşılanmaması anlamına geliyor kadının. İklim değişikliği karşısında daha kırılgan, daha zayıf, daha korumasız hale gelmelerinin nedenlerinden bir tanesi de, kadınların erkeklere göre daha az eğitimli olmaları. Bu sorun hakkında bilgilenme eksikliği var, bu sorunun çözümü için yapılabilecekler, hangi yollarla uyum sağlanabilir, sonuçlarıyla nasıl başa çıkılabilir gibi bilgileri eksik . Afetlerle ilgili olarak da durum böyle; kadınların eğitim seviyelerinin düşük olması, okuma-yazma bilmiyor olmaları, hem afet sırasında ölüm oranını arttırıyor hem de afet sonrasındaki yardım fırsatlarından yararlanamamaları sonucunu doğuruyor.
Kent yoksulları kadınlara değinmeden geçmeyelim; Özellikle suyun fiyatlandırılması politikası konusu, son zamanlarda dünyada neo-liberal politikaların somut yansımalarından bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor. Suyun fiyatlandırılması demek hane halklarının su için daha fazla ödemesi demek, temel insan haklarından biri olan suya ulaşmak için daha fazla bedel ödemeleri anlamına geliyor. Bu tabii ki yine varolan eşitsizliklerle birleşerek etkiler doğuruyor hane halkları üzerinde, yoksullar bunun ekonomik maliyetlerine daha fazla katlanmak zorunda kalıyorlar. Çünkü bütçelerin içerisinde suya ödenen paranın rolü giderek fazla oluyor. Dolayısıyla ilk elden yine yoksul kadınlar, kentlerin yoksul bölgelerinde yaşayan kadınlar, suyun fiyatlandırılmasından, hayat kalitesidaha fazla etkilenen toplum kesimlerini oluşturuyorlar.
Önümüzdeki hafta başlayacak olan Dünya Su Kongresi’nde de bunların konuşulacağını zannedersiniz, oysa hiç bu şekilde değil, özel sektörün nasıl daha iyi örgütlenip sudan kâr elde edebilecekleri gibi bir konuya odaklanıyor bu kongre.
Evet, alternatif su forumu, sorunun bu yanıyla, insani yanıyla daha fazla ilgileniyor. Resmi su forumu programı, maalesef, “suyun fiyatını nasıl arttırabiliriz?”, “sermayeyle nasıl işbirliği yapabiliriz?”, “özel sektör - kamu sektörü işbirliği” başlıkları altında değerlendiriliyor.
Türkiye’de de su kullanım hakkıyla ilgili bir düzenleme yapıldı biliyorsunuz; özel sektörün su ile ilgili daha fazla yatırımlar yapması, baraj yaptıkları alanlarda suyun kendilerine tahsis edilmesi söz konusu. Herkese ait olan su kaynağı, enerji üretimi amacıyla özel sermayeye tahsil ediliyor bu anlaşmalarla. Türkiye bunu konferans programının, su forumu programının önemli bir konusu haline getirdi aynı zamanda. Böyle bir çelişki var su forumuyla ilgili olarak.
Bunu tekrar konuşma fırsatı bulacağız. Dünya Su Forumu sırasında veya Alternatif Su Forumu esnasında, aynı tarihlerde tekrar konuşma fırsatı bulacağız. Son olarak biyoyakıtların dünya çapında bir problem yaratacağından da bahsetmiştiniz kadınlar açısından?
Evet, başta da söylediğimiz gibi, iklim değişikliğinin kendisini doğrudan toplumsal cinsiyetle ilgili. İklim değişikliğini önlemek üzere geliştirilen politikalarda da cinsiyet hiç nötr değil. Yani iki cins, kadın ve erkeklere karşı eşit sonuçlar doğurmuyor iklim politikaları da. Bu sera gazlarının azaltılmasıyla ilgili de böyle hem de adaptasyon politikaları açısından böyle. Her ikisinde de kadınları erkekler karşısında dezavantajlı bırakan sonuçları var maalesef. Özellikle sera gazlarının azaltılması, mitigasyon politikalarında piyasa mekanizmalarına dayalı bir sistem kurulmuş olduğu için, bu kendiliğinden zaten kadınları dışarıda bırakan bir etki işlevi görüyor. Onu bir yana bırakacak olursak, şu anda en başta gelen çözüm önerilerinden bir tanesi gibi görünen biyoyakıtlar daha da cinsiyetçi bir sonuç doğuruyor bütün dünyada. Çevresel boyutlarını daha önceki programlarda konuşmuştuk biyoyakıtların. Daha fazla su gerektiriyor, daha fazla kimyasal gerektiriyor ve ortaya çıkan biyoyakıt belki sağlayacağı yarardan daha fazla zarara yol açıyor.
Kat be kat üstelik, yeni raporların sonuçları inanılmaz. Kat be kat daha çok zarar veriliyor küresel iklim değişikliği açısından. Ama kadınlar açısından düşünmemiştim doğrusu.
Öncelikle nerede ekildiğine bağlı olarak ele almamız gereken bir yanı var biyoyakıtların. Geniş plantasyonlarda yetiştiriliyor biliyorsunuz bu biyoyakıt elde etmek için kullanılan hammaddeler, şeker kamışı, mısır gibi. Böyle olduğunda bu geniş plantasyonlara duyulan ihtiyaç nedeniyle, genellikle küçük toprak sahipleri -bunların başında kadınlar geliyor tabii ki- sahip oldukları topraklardan çıkarılıyorlar bu süreç içerisinde. Büyük sermaye tarafından yapılıyor bu üretim ve büyük işletmelerde gerçekleştiriliyor. Dünyada yoksul ülkelerde genel ortalamaya bakıldığında %10 civarında bir toprak sahipliği var kadınların. Brezilya örneğinde de bu böyle, en fazla biyoethanol üretimi yapılan ülkelerin başında geliyor. En başta kadınlar üretim yaptıkları küçük alanlardan çıkarılıyorlar, çünkü toplumsal zayıflıkları dolayısıyla hedef haline gelenler onlar oluyorlar. Hanenin geçimini sağlamak konusunda, kendi ihtiyaçlarını karşılamak konusunda tabii ki savunmasız kalıyorlar bu büyük politika karşısında.
Ayrıca ormanlar temizlenerek yapılıyor biyoethanol üretimi Brezilya başta olmak üzere, Uzakdoğu’da da Endonezya gibi ülkeler başta olmak üzere. Ormanlar da kadınların hayatta kalmak için, hanenin geçimini sağlamak üzere başvurdukları temel kaynaklardan birisini oluşturuyor. Yenebilir bitki çeşitlerini ormanlardan topluyorlar kadınlar, yakacaklarını ormanlardan karşılıyorlar, yine ilaç ya da tedavi amaçlı kullandıkları bitkileri ormanlardan elde ediyorlar. Aslında kırsal hayatın sürdürülmesi için gerekli olan girdi bu yaşam alanlarının yakınında olan ormanlardan kaynaklanıyor. Bu ormanların plantasyonlar için yok edilmesi, en temel, hemen erişilebilir durumda olan geçim kaynağını kadınlar için ortadan kaldırmak anlamına geliyor.
Çok aydınlatıcı oldu doğrusu, bu açılardan bakmaya alışık değiliz.
İstihdam konusunda da etkileri var, belki daha sonra değinebiliriz buna. Daha fazla erkekler bu sektörlerde çalışıyorlar, kadınlar çalıştığında onların aleyhine bir ücret sistemi işliyor, parça başına üretim gibi. Hem düşük ücretli kadın emeğini hem de çocuk işçiliğini özendiren bir istihdam yapısı var bu biyoyakıt sektörünün. Aslında çok sorunlu bir konu, hem çevresel açıdan hem de toplumsal cinsiyet açısından gerçekten uzun uzun düşünülmesi gereken bir sektör. (ÖM/EZÖ)
* Açık Radyo'da 9 Mart'ta yayınlandı.