Covid-19 salgını gıda güvencesi, sağlıklı beslenme ve yaşam koşulları ile ilgili önemli sorunları daha çok görünür kıldı.
Pandemi var olan eşitsizlikleri artırdı. Yapılan bir çalışmada kayıt dışı çalışma alanlarında çalışanlar ile işsiz ya da bir iş güvencesinden yoksun olan kişilerin aşırı yoksulluk durumuna sürüklendiği belirtiliyor.
Sosyal ve ekonomik eşitsizlikler sağlıksız beslenmenin ve sağlık hizmetlerine erişimde güçlük yaşamanın en önemli nedenlerini oluşturuyor.
Pandemi nedeniyle yaşanan gıda tedarik zincirindeki kırılmalar üreticilerin gelir kaybına uğramasına ve yetersiz beslenme sorununun büyümesine yol açtı. Bu sorunlar dünya genelinde en çok küçük üreticileri ve toplumun kırılgan kesimlerini etkiliyor.
Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Grubu tarafından geçen yıl hazırlanan bir raporda dünyada 820 milyondan fazla açlık çeken insan olduğu ve 135 milyondan fazla insanın da aşırı açlık çeken kişi kategorisinde olduğu ancak Covid-19 pandemisi nedeniyle bu sayıların ikiye katlanabileceği belirtiliyor.
Aynı raporda pandeminin yol açtığı sorunların birleşik etkisinin ve dünya genelinde salgını önlemek için uluslararası bir işbirliği sağlama konusunda gösterilen zafiyetin son 50 yıl içinde görülmemiş ölçüde büyük bir gıda krizine yol açabileceği vurgulanıyor.
Kriz riskinin sadece yaşadığımız pandemi dönemi ile sınırlı olmadığını söylemeliyim. Önümüzdeki on yıllar içinde salgınlara yol açma potansiyeline sahip çok sayıda hastalık etkeni var. Neden bu durumda olduğumuz hakkında bir fikir edinmek için şu yazılara bakılabilir: Link1 Link2
Sağlık ve beslenme hakkı
İçinde yaşadığımız yüzyılın bir pandemi yüzyılı olacağını söylemek mümkün. Dolayısıyla yaşadığımız salgın sürecinin yol açtığı-açacağı sorunları önümüzdeki yıllarda neler yapılması gerekiyor sorusunu da dikkate olarak değerlendirmeliyiz.
Öncelikle yapılması gereken şeylerin başında sağlıksız beslenme sorununu çözmeye yönelik çalışmalar geliyor.
Salgının olumsuz etkilerine en duyarlı kesimlerin başında açlık çeken, yetersiz ya da sağlıksız beslenen kesimler geliyor. Açlık, yetersiz ya da kötü beslenme tüm dünyayı etkisi altına alan bir sessiz pandemi olarak niteleniyor.
Sağlıklı beslenme en temel insan haklarından biri. Devletler bu hakkın sağlanması ve garanti altına alınmasından sorumlu. Sağlık ile beslenmenin yakın ilişkisi düşünüldüğünde, beslenmenin sosyal bir hak olan sağlık hakkıyla doğrudan ilişkili olduğu da çok açık. Geçmişte de bu hakkın sağlanması konusunda çeşitli eksiklikler vardı, ancak günümüzde sağlıklı beslenme hakkı devletler için yerine getirilmesi gereken bir kamusal görev-yükümlülük olma vasfını giderek yitirerek bireylerin tercih ve alışkanlıkları ile düzenlemeleri gereken bir kişisel sorumluluğa indirgendi.
Sağlıksız beslenmek bir bireysel sorunmuş gibi algılanıyor. Doğru bilgiye sahip olunduğunda bireysel tercih ve alışkanlıkların düzenleneceği ve böylece sağlıklı beslenmenin mümkün olacağı şeklinde bir anlayış var. Bu anlayış elbette yanlış değil. Bir insanın her konuda olduğu gibi beslenme konusunda da doğru ve yararlı bilgilere sahip olması olumlu sonuçlar doğurabilir. Ancak, beslenmenin sadece bireysel bir mesele olmadığı, kamusal bir hak ve sorumluluk meselesi olarak da algılanması gerektiğini atlamamak çok önemli. Üstelik bireysel tercih ve alışkanlıklarının altını çizen bir anlayış yaygınlaştığı ve genel kabul gördüğü ölçüde de devletin yerine getirmesi gereken asli sorumluluklarından giderek uzaklaşması sonucunu pekiştirecektir-ki en azından son kırk yıldır içinde olduğumuz durum da budur-.
Neoliberal söylem sorumluluğu bireylere yıkan bir söylemdir. Oysa bireysel çözümlere değil kamusal politikalara her zaman olduğundan daha fazla ihtiyaç duyulan bir dönemdeyiz.
Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) Beslenme ve Gıda Güvenliği Bildirgesi’nde şöyle bir tanım var:
“Sağlıklı beslenme kamusal bir haktır. Sağlıklı ve dengeli beslenmeyi sağlamak için gereksinim duyulan gıdalara erişim her insanın doğal hakkıdır. Devlet bu haktan her yurttaşın eşit biçimde yararlanmasını sağlamaya yönelik önlemleri almaktan sorumludur.”
Yukarıdaki tanıma bir ek yaparak şunu belirtmeliyim: Sağlıklı beslenmenin her zaman olduğundan daha fazla önem kazanacağı bir dönemdeyiz. Bu konuda var olan yetersizliklerin ve eşitsizliklerin iklim krizinin yol açacağı sorunlar nedeniyle daha da derinleşeceğini göreceğiz. Dolayısıyla sağlıklı beslenme konusunda siyasal iktidarların, kamu kurumlarının, yerel yönetimlerin özetle söylemek gerekirse kamu yararı adına bir şeyler yapmakla ya da iş görmekle sorumlu yapıların-kurumların her zaman olduğundan daha fazla inisiyatif alması gerekiyor.
Devletin kamuya dair yükümlülüklerini yerine getirmek şöyle dursun mafya örgütleri ile anıldığı, özellikle de yargının buharlaştığı zamanlarda en temel insani haklardan, bu hakların korunması gereğinden söz etmek çok anlamsız görünebilir. Olsun. Hak savunusundan vazgeçmemeliyiz. Önümüzdeki on yıllar sağlık hakkı, beslenme hakkı gibi en temel insani hakların geçmişte hiçbir dönem olmadığı kadar gündemde olacağı ve elbette çok daha güçlü bir şekilde savunusunun yapılmasının gerekeceği yıllar olacak.
Nasıl bir değişim dönemi içinde olduğumuzu gösterebilmek için iklim değişikliği ve bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiye dikkat çeken bir araştırmayı özetleyeceğim.
Beklenmedik ama herkese değecek sorunlar
İsveç'teki Lund Üniversitesi'nde yürütülen bir çalışmaya göre çeşitli kuş türlerinin bağışıklık sistemi ile yaşadıkları iklim koşulları arasında güçlü bir bağlantı var.
Araştırmacılar, iklim değiştikçe bazı kuşların üstesinden gelemeyecekleri hastalıklara maruz kalabileceğini dile getiriyor. Çalışma, bir dizi kuş türünün bağışıklık sistemlerinin yaşadıkları belirli çevre ve iklime özgü hastalıklarla baş etmelerini sağlayacak şekilde evrimleştiğini gösteriyor. Hızlı iklim değişikliği ise bağışıklık sistemlerinin koşullara uyum sağlayabilmesini zorlaştırıyor ya da yetersiz olması riskini artırıyor.
Bu mesele sadece kuşlarla sınırlı olmayabilir.
Araştırmayı yürüten biyologlardan biri olan Emily O'Connor, inceledikleri bağışıklık sistemi genlerinin tüm omurgalılar için ortak olması nedeniyle sonuçların diğer bazı hayvanlar için de geçerli olabileceğine inanıyor.
İnsan da omurgalı bir canlıdır; ama iklim değişikliği nedeniyle bağışıklık sisteminin ne ölçüde zayıflayacağını söylemek zordur. İklim değişikliğinin çok sayıda yeni hastalık etkeninin toplumsal hayata sıçraması sonucunu doğuracağı ise rahatlıkla söylenebilir. Rahatlıkla söylenebilecek bir başka şey ise çevre kirliliğinin ve gıdalardaki mikro besin öğelerinin azalmasının bir sonucu olarak bağışıklık sistemlerimizin giderek zayıf düşüyor olmasıdır. Dolayısıyla değişen koşulları dikkate alarak hâlihazırdaki durumumuza bakmak, sağlıklı bir çevre ve sağlıklı beslenme hakkı için mücadele etmek gerekiyor. Herkes için yürütülecek bir mücadele bu.
Yeterli miktarda gıda maddesine ulaşamayan insanlarda vücudun bağışıklık sistemi zayıf düşüyor. Bağışıklık sistemi zayıf düşmüş kişiler enfeksiyon hastalıklarına karşı daha savunmasız olur. Enfeksiyon hastalıklarına karşı direnci düşük olan insanların hayatı özellikle de salgınlarda büyük tehlike altına girer. Bunlar uzun zamandır iyi bilinen şeyler. Ancak belli ki sadece yetersiz ya da sağlıksız beslenen ya da sağlık hizmetlerine erişimde sorunlar yaşayan kesimlerde değil toplumsal hayatın her kesiminde önümüzdeki yıllarda bağışıklık sistemi ile ilgili (tıpkı kuşlar üzerinde yürütülen çalışmanın da gösterdiği gibi) “beklenmedik" sorunlar ortaya çıkma olasılığı yüksektir.
Kamusal bilim başlangıç noktası
Bütün bu meselelerin yaşanan pandemi ve bir süredir tartışılmakta olan aşıda patent ya da fikri mülkiyetin kaldırılması ile de doğrudan ilişkisi var. Yaklaşan halk sağlık sorunları ile baş etmemizi sağlayacak altyapıya ve donanıma sahip ve kamusal bir anlayışla yapılandırılmış bir sağlık sistemi olmadan, sağlıklı beslenme hakkını sağlamadan her hangi bir toplumun ayakta kalabilmesinin çok zor olduğunu düşünüyorum.
Aşı üretimi ile ilgili çalışmaları kamu eliyle yürütmek gerekiyor örneğin. Halk sağlığını ve çevre sağlığını korumaya yönelik araştırma çalışmalarında uluslararası işbirliğini öne çıkarmak ve bu tip çalışmalardan elde edilen sonuçların paylaşılması önünde engel oluşturan patent, fikri mülkiyet hakkı vb. gibi şeyleri kaldırmak ya da başka bir çözüm bulmak gerekiyor örneğin.
Bunlar şimdi çok ütopik şeyler gibi görünüyor. Bireysel başarının, bireysel kazancın çok öne çıktığı zamanlardayız ama bu her zaman ve her yerde böyle değildi. Örneğin çok değil 30-40 yıl önce insanların kitlesel olarak ölüp gittiği bir salgında, salgına çare olacak aşı üretiminin yaygınlaştırılması talebinin önüne patent-fikri mülkiyet vb. gibi engeller çıkarılması ayıplanacak bir durum olarak görülürdü kanımca.
Üstelik ortada hiç gözden kaçırılmaması gereken büyük sorunlar var. Bu sorunların içindeyiz ve tek tek ülkeler bazında değil de bir bütün olarak insan uygarlığı bazında içindeyiz. Biyoloji bilimini çerçevesinde bakıldığında yeryüzünde ülkeleri birbirinden ayıran sınırlar hayalidir, gerçek değil kurgusal varlık kategorisine girer. Şirketler de öyle… Romantik bakış açısına yaslanan bir yorum olarak değerlendirilebilir bu söylediklerim. Ama ne kadar gerçek olduğunu önümüzdeki on yıllar içinde fazlasıyla tecrübe edeceğiz.
Politika imkânlarını çoğaltmalı
Çevre koşullarının ya da iklim rejimlerinin değiştiği, açlık, yetersiz ve sağlıksız beslenme sorunlarının ağırlaştığı, yeni pandemilerin beklendiği ve insanların bağışıklık sistemlerinin zayıflaması olasılığının belirdiği bir dünyaya doğru yol alıyoruz. İnsan uygarlığının yıkıma uğraması olasılığının arttığı bir dünya bu. Böyle bir dünyada işbirliği ve kolektif çalışma önünde engel oluşturan her şey yıkımı hızlandırmaktan öte bir anlam ihtiva etmeyecek.
Yaşadığımız salgın doğal yaşam alanlarının tahribi, ormansızlaştırma gibi iklim krizini şiddetlendiren yıkım süreçleriyle birebir ilgili. Açlık ve sağlıksız beslenme sorunlarını da bu yıkım süreçlerinin sonuçlarından biri olarak görmek mümkün ve tam da bu nedenle iklim krizine yol açan sera gazı emisyonlarının azaltılması, biyolojik çeşitlilik kaybının önlenmesi, ormansızlaştırma ve çevre kirliliği ile mücadele etmek gerekli.
Bu bağlamda Rize’nin İkizdere ilçesinde bazalt ocağı açılmak istenmesine karşı yöre halkının verdiği haklı mücadeleye destek olmak, Kaz Dağlarındaki ormanların madencilik şirketleri tarafından talan edilmesine ve Kanal İstanbul projesine karşı çıkmak çok önemli. Bizden ırak coğrafyalarda gerçekleştiğini düşündüğümüz her yıkım süreci günün sonunda masadaki yemek tabağının içinde önümüze gelir. Gıdalardaki toksik kimyasal kalıntıları ile gelir, gıdaların besin öğesi içeriğindeki azalma ile gelir, susuzluk ya da salgınlarla gelir…
İletişim ve dayanışma imkânlarını çoğaltmalıyız.
Politika yapma imkânlarının daraldığı bir ülkedeyiz. Öyleyse mevcut şartları dikkate alıp yeni yollar bulmak gerekli. Merkezi bürokrasi işlevsizleşmiş ve kamu kurumları yozlaşmışsa, -bir başlangıç olarak- yerelde politika yapmayı mümkün kılacak, örneğin gıda ve beslenme ile ilgili sorunlara yerel yönetimlerin müdahil olmasını sağlayacak yapılar oluşturmalı.
Karınca kararınca ne yapabiliyorsak onu yapmalı… (BŞ/EKN)
Meseleleri Birbirine Bağlamak Serisi İkinci Yazı
İklim krizi, gıda güvencesi, gıda güvenliği, halk sağlığı, çevre kirliliği, biyolojik çeşitlilik kaybı meselelerini birbirine bağlamayı, bu meselelerin faillerini, politik atmosfer ile ilişkilerini ve mağduriyet yaşayanları görünür kılmayı amaçlayan bir yazı dizisinin ikinci yazısı bu.