Toplumsal cinsiyet ile kapitalizm bir araya gelerek, kadını -çocukluğundan itibaren- evlenip “kutsal aile” söylemini güçlendirmesi ve sırtını evleneceği/evlendiği ya da ona “sınıf atlattıracak” adama “dayaması” hususunda kodlar. Beyaz atlı prensiyle kavuşacağı gün için yanıp tutuşan, evleneceği/evlendiği erkeği kurtuluşu addeden, bu erkeğin sosyo-ekonomik durumuna dayanarak patriarkal sömürüyü görmezden gelip ataerkilliğin ve kapitalizmin güçlenmesine katkıda bulunan kadınlar, durumun en aleni ürünleridir. Dayatılan rollerden bunalıp onları sorgulayarak reddeden ve bir erkeğin varlığını yaşamının temel sebebi olarak görmeyip maddi bir desteğe ihtiyaç duymadan yaşayan kadınlar da aynı kodlamaların sonucudur. Aradaki fark, bu kadınların varoluşlarını farklı temeller üzerine kurmalarıdır. Yani, heteroseksüel modern kadın karşımıza iki türlü çıkar: Sırtını “erkeğine” ve onun sosyo-ekonomik statüsüne dayayan kadın ile kendi ayakları üzerinde duran kadın.
Bu yazı işte bu iki kadından bahsediyor. Biri Kuzey Amerika’dan, diğeri Güney Amerika’dan; biri burjuvazinin ihtişamına kapılıp gitmiş, diğer orta sınıftan; biri çalışmayan, diğeri çalışan; biri gerçekliğe gözlerini kapatmış, diğeri gerçeklerin tam içinde; biri erkekleri sosyo-ekonomik durumlarına göre değerlendiriyor, diğeri kendine bir yol arkadaşı arıyor; biri geçmişe takılıp kalmış, diğeri anın tadını çıkarıyor; biri “Blue Moon”un romantizmine kendini kaptırmış, diğeri içinde özgürlük geçen şarkıları dilinden düşürmüyor; biri ismini alelade bulup Jasmine olmuş, diğeri Gloria olmaktan gurur duyuyor. Yani bu iki kadın hayata bambaşka açılardan bakıyor.
Woddy Allen’ın son filmi Mavi Yasemin’in Jasmine’i, kendini para aracılığıyla var etme çabasında olan bir kadın. Hal’le evlenerek orta sınıftan “kurtulup” burjuvazinin renkli dünyasına adım atar. Onun için önemli olan tek şey, çıkarlarıdır. Gözünün tam önünde duran gerçekleri bile ancak çıkarları söz konusu olunca görmeye başlar. Bunun peşi sıra onu defalarca aldatan Hal’i ve ihtişamlı hayatını kaybeder. Dibe vurmasına rağmen ne marka düşkünlüğünden ne de “first class”ından ödün verir. Onun için yeniden başlayan varoluş mücadelesinde kendi ayakları üzerinde durma çabası içinde gibi görünse de Jasmine’in amacı “doğru erkeği” yani onu eski ihtişamlı hayatına kavuşturacak kişiyi bulmaktır. Kendini ancak “zengin koca” üzerinden var etme çabasında olan Jasmine, gerçeklerden uzaklaşmaya ve kendi varlığını yine yalanlar üzerine kurmaya başlar. Bu kaygan zemin yıkıldığında Jasmine, ümitsizliği ve nevrotik/histerik halleriyle baş başa kalır.
Sebastian Lelio’nun Gloria’sı ise temelde “aile” kavramını eleştiriyorsa da Gloria aracılığıyla kadının özgür seçimlerinin onu nasıl var ettiği üzerine yoğunlaşır. Gloria, kimi eleştirmenlerin söylediğinin aksine bir -cinsel- arayış içinde değil. Hayatının tek amacı “doğru erkeği bulmak” da değil. Sadece her haliyle özgür bir kadın Gloria ve bunu film boyunca tüm sahnelerde hissettirir. Evlilik ya da aile gibi kavramların içinde boğulmak yerine kendi hayatını yaşamayı tercih eder. Onun amacı sırtını birine yaslamaktan çok hayattan haz alabilmektir. Bu nedenle evlenmek gibi bir derdi de yok. Gloria, sıradan bir hayatın içinde yaşamını birlikte sürdürebileceği bir yol arkadaşına ihtiyaç duysa da bu kişi onun için “olmazsa olmaz” değil. Bu nedenle Rodolfo’nun hayatından gitmesi -ya da onu hayatından çıkarması- onun için bir yıkım olmaz. Zaten son sekansta mahzun bir ifadeyle oturmaya devam etmek ya da yeni biriyle olmak yerine tek başına özgürce dans etmeyi tercih etmesi de bunun bir ifadesi olsa gerek.
Aslında Gloria ile Jasmine arasındaki en temel fark sadece karakterleri değil, aynı zamanda statüko ile olan ilişkileri. Gloria, Şili’deki politik mücadeleyle mesafeli gibi görünüyorsa da kendi var olma mücadelesi bile statükoya karşı ciddi bir itiraz. “Özel olan politiktir.” mottosundan hareketle Gloria’nın ona sunulan/dayatılan normların/rollerin dışına çıkarak yaşama arzusu onun “yaşlı sürtük” olarak algılanmasına sebep oluyorsa da kendi özgürlüğü –ve bunun bir parçası olan kadın özgürlüğü- için sağlam adımlarla ilerlediği görülüyor. Jasmine, bunun aksine statükonun kölesi oluyor. Ona yöneltilen, “Hiçbir şeyden mi kuşkulanmadın yoksa umursamadın mı?” sorusuna daha sonra kendi kendine “… mutlaka şüphe etmişimdir” diye cevap verse de yaşadıklarını ve içinde bulunduğu durumu sorgulamak yerine yine/yeniden aynı durumun içinde olmak için can atıyor. Allen, (Tennessee Williams’ın İhtiras Tramvayı’ndan esinlendiği söylense de) karakteri oluşturmadan önce varoluşçu feminizm okuması yaptı mı bilinmez ancak Simone de Beauvoir’nın, toplumsal düzende öteki olarak yaşamayı kabul edip, bunu içselleştiren kadınların şizofreniye ve ümitsizliğe kapılacağına dair söylemi Jasmine’de açıkça zuhur ediyor. Kendi olmayı deneyip eğitiminden vazgeçmeden yaşamaya devam eden bir Jasmine’in sonunun -nasıl olacağı değil de- nasıl olmayacağı aşikar.
Sonuç olarak, her iki filmin de son sekansındaki –filmler böyle bir kaygı içinde olmasalar dahi- mesajlar açıkça anlaşılıyor. Gloria, normlar içine sıkıştırmadığı yaşamına özgürce dans ederek devam ederken Jasmine’in, “Ben nerede yanlış yaptım?” sorusunu soran hali kendi olma mücadelesinden vazgeçme yolunda olan kadınlara bir uyarı niteliği taşıyor. Heteroseksüel modern kadın için geriye iki seçenek kalıyor: Birincisi “Blue Moon”un romantizmine kapılıp varoluşunu düşsel bir zemin üzerinde temellendirmek, ikincisi “Gloria” eşliğinde özgürce dans etmek. (EK/YY)