Haberin İngilizcesi için tıklayın
Tüm yaşamlarını geride bıraktılar. Hayatlarını üzerlerindeki kıyafetlere ve yanlarına aldıkları bir sırt çantasına sığdırmaya çalıştılar. Çocuklarının okula gidebileceğinden emin olmak ve kendileri için bir iş istediler. Tıpkı bizler gibi, bizlerin yaşadığı gibi… Özgürlük, güvenlik, sağlıklı bir yaşamdı aradıkları.
Suriye’den, Afganistan’dan, Somali’den, Pakistan’dan geldiler. Tıpkı dünyanın dört bir yanında yerlerinden edilen 70 milyon insan gibi.
Aradıkları özgürlüktü, güvenlikti, işti dedik ama aradıkları esas şey bir umuttu. Daha iyi bir yaşam umudu. Bir söz yetti onları sınıra getirmeye.
Şehirlerden, köylerden geldiler. Şimdi kendilerine uçsuz bucaksız yeşillikler üzerinde -bir umutla- baştan başlayabilmek için fırsat yaratmaya çalışıyorlar.
İstanbul’dan Edirne’ye 260 kilometre. Sınıra umut yolculuğunun başladığı günden bu yana kaç kişi belirsizliğe giderken bindikleri otobüste daha iyi bir yaşamın hayalini kurmuştur?
İstanbul’dan Edirne’ye üç saat. Kaç kişi sevdiklerini, ailesini, arkadaşlarını arkada bırakarak bu yolu arşınlamıştır?
Edirne… Bir kişinin sözüyle sınıra, daha iyi bir yaşam umuduyla gelenlerle dolu. Bir haftadır burada olan da var, bir gün önce gelen de. Ailesiyle gelen de var, tek başına olan da. 70 yaşında tek kelime Türkçe bilmeyen amca da var, yeni doğmuş bebek de. İşinden ayrılıp geleni de var, yıllardır işsiz olanı da…
Haber odasında her şey kolaydır. Ajanstan bir haber düşer önünüze: “Ege'de mültecileri taşıyan bot battı”
Üzülürsün, ama yapacak bir şey yoktur onlar için. 9 ölü… Haberi yapar geçersin. Üzüntün haberi tamamlamanla son bulur. Üzülmüşündür ama yıkılmamışsındır. Hayat olağan akışıyla devam ediyordur. Derler ya göz görmeyince gönül katlanırmış diye.
Ama bu sefer katlanamadım. Edirne’de o insanların gözünün içine baktım, yeri geldi utancımdan başımı yere eğdim.
Tunca Nehri kenarı… Yüzlerce insan. Sınırı geçemeyenler bir ağaç dalı bir de ufak parça bir naylon, kendilerini soğuktan koruyacak bir çadır yapma telaşında.
Naylon’u olmayanlar kendilerine saracak bir battaniye bulma arayışında. Her ikisi de olmayanlar tıpkı İbrahim Gaze gibi… Toprağın üstüne bir kilim atabildilerse şanslılar.
Akşam yaklaşıyor. Herkes bir parça da olsa ateş yakıp ısınma telaşında. Ellerde baltalar ve kesilen yaş ağaç dalları. Isınmak zorundalar çünkü giydikleri kat kat giysi birkaç saate onları soğuktan korumaya yetmeyecek…
Kalabalık arasında hiçbir şeyden habersiz bir annenin kanatları altında uyuyan çocuklar. Anne, kat ve kat çocuklarını battaniyeye sarmış, umudu bekliyor. Sağ taraflarında birkaç ekmek, çocuklar için bez ve sadece iki el çantası. Hayatlarını sığdırdıklarına eminim o çantalara. Dedim ya yeri geldi utancımdan bakamadım diye. “Nasılsınız” diye soramadım, sanki düğümlendim o an. O anne gördüğümden farklı ne diyebilirdi ki bana?
Toprak bir yol… Pazarkule’den sadece birkaç yüz metre. İki yönlü insan trafiğinin ortasında duran insanlar. Önlerinde battaniyeye sarılmış üç kişi. Hem ısınmaya çalışıyorlar, hem kurulanmaya.
Bir umutla girdikleri Meriç’ten geri döndürülmüşler, ayakları çıplak… Sorabildiğim tek şey nereli olduklarıydı. Aslında seslerini duyarak iyi olduklarından emin olmak istemiştim.
İçlerinden titrek bir ses “Somali” dedi. Ne fark ederdi ki nereli oldukları?
Doyran adında bir köy. Sınırdaki onca köyden sadece bir tanesi. Yollarda tek sıra dizilmiş insanlar, umudunu kaybedip geri dönenler. Tek tük duran arabalar.
Edirne – Doyran arası 25 kilometre. En arkada bir anne ve kızı. Geldikleri şehre mi dönecekler yoksa başka bir yere mi gidecekler? Belki de bu sorunun cevabı köyde konuştuğum bir başka kişide saklı. Kasim Sobhani... “Allah kerim” diye cevaplamıştı sorumu. Edirne’den sıcak bir çorba ve ekmek getiren hayırsever bir ailenin yardımıyla karnını doyururken.
Hayatta hayallerin sonsuzluğa ulaştığını da gördüm, sona erebildiğini de. Ama en fazla dört yaşında olan bir çocuk neyin hayalini kurabilirdi? Bir tas çorba ve ekmek mi?
Hemen önümde beton zemine çömelmiş Afganistanlı çocuk belli ki karnını doyurabilmenin hayalini kurmuştu. Önünde bir tas çorba, elinde eline sığamayacak kadar büyük tam bir ekmek…
Bence yanmalıydı dünya. Ama yanmadı. Benim içim de hiç bu kadar alev almadı. Dedik ya haber masasında her şey kolay. Onların gözünün içine bakarken hiçbir şey kolay değilmiş.
Yeri geldi konuşmak istediler, içlerini dökmek istediler ama yeri geldi hiçbir şey söylemek tek bir kelime dahi etmek istemediler. Onlar konuşmasa da çok şey anlatıyordu orada bulunmaları.
Dünyadaki acımasızlığı bilir ses çıkartırdım ama ilk defa daha yüksek sesli bunu haykırma ihtiyacı hissettim. Dönüş yolunda bu zulüm niye diye sordum kendi kendime.
Oysa dünya hepimizin vatanı değil miydi? (HA)