Başta Yunanistan olmak üzere bir dizi güney Avrupa ülkesinin mukadderatı ve makûs talihi üzerine kelam eden çok sayıda Kasandra peyda oldu son dönemde. Yunan mitolojisine göre Truva kralı Priamos'un kızı olan Kasandra, başta Truva'nın yerle yeksan edilmesi olmak üzere geleceğe dair kötü ya da felaketli kehanetlerde bulunma kudretine sahipti. Kasandra, kimse onun olumsuz öngörülerine itibar etmediğinden, gelecekteki felaketin önüne geçme imkânına ise sahip değildi. Âhir zamanların Kasandraları ise bu kadar çaresiz ya da masum değil elbette.
Geçtiğimiz günlerde kamuoyuna yansıyan bir CIA raporu, Yunanistan'da iktisadi krizin yarattığı toplumsal sarsıntının ve siyasal krizin ülkedeki demokrasiyi tehlikeye düşürebileceğini, hatta bir askeri darbenin dahi gündeme gelebileceğini ifade ediyordu. Söz konusu olan hepimizin malumu CIA olunca bu yorumun sıradan bir gözlem değil, gerçekleşme ihtimali olan bir kehanet olduğu rahatlıkla varsayılabilir.
Raporda, ülkede artan toplumsal huzursuzluğun bir ayaklanmayı tetikleyebileceği ve hükümetin de kontrolü yitirebileceği, bunun sonucunda da bir askeri darbenin gerçekleşebileceği belirtiliyordu. Aslında söz konusu rapor, Yunanistan'da demokrasinin "tehlikede" olduğuna dair ilk ikaz değil. Yaklaşık bir ay önce de Avrupa Merkez Bankası Yürütme Kurulu üyesi Lorenzo Bin Smaghi, krizin ülkenin toplumsal yapısında demokratik parlamenter sistemin devamı açısından "yıkıcı sonuçlar" doğurabileceğini ifade ediyordu.
Bundan bir sene önce de AB Komisyon Başkanı Jose Manuel Baroso, sadece Yunanistan için değil, Portekiz ve İspanya için de benzer bir kehanette bulunmuştu: Baroso'ya göre bu ülkelerde krizle başa çıkılamaması, demokrasinin "çökmesi" tehlikesini doğurabilirdi.
Hayır, bunca "kelli felli" insan abartmıyor; aslında muhtemelen aba altından sopa gösteriyorlar ve ciddiler. Avrupa'da, daha doğru tabirle AB'nin periferisinde bildiğimiz anlamda demokrasi, yani hiç değilse son yirmi yılda neoliberal itikadın nasıl yürütüleceğine dair teknik bir mahiyet edinmiş, esas itibariyle reklam şirketlerinin imaj pazarlama tekniklerinin tayin ettiği bir muhtevayla donanmış mevcut parlamenter rejim, çok geniş kitlelerin gözünde ciddi bir meşruiyet kaybına uğramış durumda.
Hemen not etmek elzem: Günümüzde AB, meşhur tabirle bir "demokrasi açığı" ile karşı karşıya değil; yani AB kurumsal mimarisinin o Bizansvari yapısında AB parlamentosunun yetkilerini artıran bir iki kozmetik düzenlemeyle geçiştirilebilecek bir sorun değil söz konusu olan. Durum çok daha ciddi: AB üyesi bir dizi ülkede kriz vesilesiyle emekçilerin yaşam standardını, muhtemelen II Dünya Savaşı sonrasında görülmemiş bir hız ve şiddetle düşürecek topyekûn bir saldırı, bazen ulusal düzeyde anayasal çerçeveyi dahi ihlal edilerek yürürlüğe sokuluyor. Bazılarının belki biraz da mübalağa payıyla ifade ettiği üzere, söz konusu olan emekçi sınıfların kimi kazanımlarını ortadan kaldıran bir saldırı değil, işçi sınıfının bizzat maddi varlığını hedefleyen bir taarruz bu.
Tam da bu nedenle, mevcut ve müesses demokrasinin itibar yitimi ve yavanlığı karşısında hem İspanya'da hem Yunanistan'da meydanları bir kamp yerine, büyük bir kolektif tartışma alanına çeviren "öfkeliler", "gerçek" ya da "doğrudan" demokrasi talebiyle ortaya çıkıyorlar. Bologna'dan Roma'ya, İtalya'nın bir dizi kentinde büyüyen gençlik hareketi, işsizliği ya da güvencesizliği protesto etmekle yetinmiyor, "aşağıdan siyaset" çağrısında bulunuyor.
Demokrasi sorununun, sadece Tunus ya da Mısır gibi "azgelişmiş" ve modernize edilmiş de olsa bir tür şark despotizminin cari olduğu Batı dışı dünyada söz konusu olabileceği varsayımından hareket eden liberal banalliğe inat demokrasi, Avrupa'nın göbeğinde bir tartışma konusu haline geliyor. "Gerçek" ya da "doğrudan" demokrasi talebi, finans kurumlarının, "piyasaların", medyanın ve profesyonel siyasetçilerin hakimiyetinin alternatifi olarak hem de kitlesel bir biçimde ortaya konuyor.
Atina'da meclisin önündeki Sintagma Meydanı'nı mesken tutan ve herkesin eşit söz hakkına sahip olduğu saatler boyu süren tartışmaları gerçekleştiren "halk meclisi"nin her bildirisi, "doğrudan demokrasi şimdi" sloganıyla, yani "sıradan" insanların kendi kaderlerini ellerine almaları çağrısıyla nihayete eriyor. Meydanlar "doğrudan", yani vekilsiz, aracısız örgütlenme, karar alma ve eylemenin mekânları haline geliyor. Yunanistan'ı neoliberalizmin bir laboratuarı haline getirmek isteyenler, meydanların bir doğrudan demokrasi laboratuarına dönüşmesi karşısında afallamış olmalı: sağlık, hukuk, sanat, teknik destek, çeviri, temizlik, yemek ve daha sayısız konuda komiteler, halk meclisleri, yerel inisiyatifler, binlerce insanın doğrudan parçası olduğu karar alma ve örgütlenme formları.
Bu nedenle olacak CIA aba altından sopa gösteriyor ya da Yunanistan'da bakan Reppas, ülkede "anomi" tehlikesinden dem vuruyor. Yani Avrupa'nın bir dizi ülkesinde, bizdeki deyimi kullanmak gerekirse "Kopenhag kriterleri" demokrasisiyle "aşağıdan" demokrasi bir "meydan" muharebesine tutuşmuş durumda.
Meydan muharebesi tabiri (bazen "militarist" tınılı metaforlar kaçınılmaz oluyor maalesef) abartı değil. "Öfkeliler" hareketi, daha şimdiden İspanya ve Yunanistan'da siyasal statükoyu sarsan bir güce kavuşmuş durumda (İtalya ve Fransa gibi ülkelerde de gelişme temayülünde olduğu not edilmeli). Hareket bir günlük ya da gecelik geçici bir heves olmadığını çoktan ispat eylemiş durumda. İspanyol El Pais gazetesinde yayımlanan kamuoyu yoklamasına göre halkın yüzde 66'sı "öfkeliler"in eylemlerine destek veriyor. Bugün itibariyle ülke çapında 56 meydanda kamp yerleri oluşturulmuş durumda. 11 Haziran'da ise ülkenin değişik yörelerinden yola çıkmış "öfkeli" karavanlarının başkent Madrid'de büyük bir buluşma gerçekleştirmesi planlanıyor.
2008 Aralık ayaklanmasından itibaren nasıl bir radikal birikime sahip olduğunu dosta düşmana gösteren Yunanistan'da ise "öfkeliler" hareketi muazzam bir halk hareketine, kitlesel bir sivil itaatsizlik eylemine dönüşmüş durumda. "Öfkeliler", bilhassa emek hareketini tetikleyen, sendikal bürokrasinin gücünü kıran bir kaldıraç mahiyeti kazanabilir. Son olarak 5 Haziran'da Atina'da gerçekleştirilen gösteri, belki de ülke tarihinin en büyük kitle eylemlerinden biriydi. Dahası hareket, ilk günlerdeki amorf karakterinden hızla sıyrılarak "kemer sıkma" dayatmalarına karşı somut talepler formüle etmeye ve daha da önemlisi önümüzdeki günlere dair eylem çağrıları yapmaya ve bunları yerel inisiyatifler vasıtasıyla örgütlemeye başladı. Bu kapsamda, 15 Haziran günü, kentin birçok noktasından başlayan yürüyüşlerin meclis önünde toplanması, meclisin abluka altına alınması çağrısında bulunuldu.
Sorunlar elbette var; daha ancak ilk adımlar bunlar. "Düşman hâlâ kazanmaya devam ediyor" ve gelecek belirsiz. Ancak bizi kör talihimize mahkûm etmeye ahdetmiş Kasandralara inat kitlelerin sahneye çıkarak, geleceğin aslında "belirsiz" ya da "açık uçlu" olduğunu, önümüzde gidilecek tek bir yol olmadığını, başka alternatiflerin de bulunabileceğini haykırması bile iyi bir başlangıç sayılmaz mı?
Ya da şöyle: Devrim kavramının birden bire tedavüle girip onca popülerlik kazanması, hemen herkesin, bırakın Mısır ya da Tunus'u, bir İspanyol devriminden ya da Avrupa devriminden bahsediyor oluşu (5 Haziran aslında kıta çapında bir "Avrupa devrimi günü" idi), mübalağa içerse de devrimin yeniden tahayyül dünyamıza giriyor oluşu açısından sevindirici değil mi? (FB/ŞA)