Tarihte "Ak Parti" ismiyle kurulmuş başka partiler de var. Bunlardan biri Uruguay'ın Ak Partisi. 1836'da kurulan parti, 1864-1865'te ülkeyi 6 aylık bir iç savaşa götürüyor.
Üç komşu ülke, Uruguay'ın iç savaş sırasındaki zayıflığından yararlanıp çeşitli avantajlar elde ediyor. Zaten süreç içinde gizli ya da örtük olarak Ak Parti’nin rakibi Renkli Parti'ye el altından destek sunuyorlar. İç savaş, Ak Parti'ye karşı ayaklanan Renkli Parti yandaşlarına yönelik saldırılarla evriliyor.
Daha sonra Brezilya ordusu duruma el koyuyor; Brezilya askerleri Renkli Parti yandaşlarıyla birlikte Ak Partili şehirleri bir bir ele geçirip başkente yürüyor. Ak Parti yöneticileri teslim olmak zorunda kalıyor. Ak Parti, iktidardan düştükten sonraki ilerleyen yıllarda geleneğini "Milli Parti" adıyla sürdürüyor.
Şu an 99 sandalyeli Meclis'te belli başlı iki parti var. Partiler yüzde kaç alıyorlarsa sandalye sayısı yaklaşık olarak o kadar oluyor. Birinci partinin yüzde 49.45 oyla 50 sandalyesi; ikinci parti olan Milli Parti'nin ise yüzde 32 oyla 32 sandalyesi var. Birinci parti, hemen hemen tüm sol parti ve hareketlerle sendikalar ve meslek örgütlerini tek çatı altında birleştiren "Geniş Cephe" adlı sol blok.
"Dünyanın en mütevazi devlet başkanı" diye tanınan ya da tanıtılan Vosvoslu Mujica'yı ve ondan önce ve sonra Tabare Vazquez'i devlet başkanlığına taşıyan da aynı sol blok. Öte yandan, 1971'de kurulan Geniş Cephe'nin liderlerinden biri ve ilk devlet başkanı adayı bir general. Sonra Mujica örneğindeki gibi eski gerilla bir aday gösterilmiş. Uruguay'da 1973-1984 arasında askeri yönetim var. Tüm sol yasaklanıyor.
Askeri yönetimden önce temel siyasal çatışmalar Ak Parti ile Renkli Parti arasında iken, askeri yönetim sonrasında daha önce yasaklı olan Geniş Cephe ve genel olarak sol, şaha kalkıyor. Ak Parti ile Renkli Parti çatışması geri plana atılıyor.
Geniş Cephe 2004 seçimlerinde yüzde 51.7 oy alarak iktidar yürüyüşünü başlatıyor. Ondan sonraki tüm seçimleri kazanıyor. 1994'te 31 olan sandalye sayısını 2004'te 52'ye çıkarıyor; 2009 ve 2014'te ise 50'de kalıyor. Bileşenleri arasında, sosyalistler ve komünistler yanında Hıristiyan Demokratlar da var.
Yıllar içinde Cephe'de daha soldan yaklaşanlar dolayısıyla bölünmeler de yaşanıyor; ancak bu bölünmelerin etkisi az oluyor. Siyaseten solda olan Cephe, Syriza örneğinde olduğu gibi, ekonomik olarak kapitalizme yaslanıyor. Ekonomik modeli piyasaya dayanan bir hareketin ne kadar solcu olduğu tartışılır aslında.
Latin Amerika'da Türkiye'den bakınca solmuş gibi görünen birçok iktidar partisi, aynı durumdan muzdarip. İMF reçetelerini uyguluyor kimileri. Bunun en tipik örneği Brezilya. "Ben sol'um" deyince sol olunmuyor, hele ki sonunda Syriza'nın yaptığı gibi bankerlere teslim olunacaksa...
Mujica’yla ilgili "dünyanın en mütevazi başkanı" söylemlerinde de yanlış olan birkaç şey var: Sosyalist bir lider, maaşını yoksullara bağışlıyorsa, bu, ülkede sol partinin sosyalizm hedefi olmadığını, onun yerine, solculuğu hayırseverlik olarak gördüğünü gösteriyor olabilir. Onu o koltuğa getiren geniş halk hareketlerinin övülmeyip bir "büyük adam"ın övülmesi de, siyasal olarak doğru değil.
Gelelim Syriza’ya: Syriza’nın Ocak 2015’teki seçim zaferinden sonra Türkiye’de “Syriza, Türkiye’nin falanca partisine mi filanca partisine mi denk geliyor” tartışmaları öne çıkmıştı. Syriza’yı, Avrupa’ya karşı ulusalcı ilan edenlerden tutalım, partinin liberal demokrat, sosyal demokrat, sosyalist vb. olduğuna kadar çok geniş yelpazede görüşler bulunuyordu.
Temmuz 2015’le birlikte solcu bakanlarını kabineden atmış, protestocuları coplayıp gazlamış, sandıktan hayır oyu çıkmasına karşın yine de Avrupa’yla uzlaşmış bir Syriza, artık Türkiye’de kimsenin yakınlık duyamayacağı bir konumda. İlk başlarda bu anlatıdaki ana düşünce, solun zaferiydi. Yunanistan’da sol kazanabiliyordu, neden Türkiye’de de kazanmasındı... Ancak Yunanistan’da seçimden önce de seçimden sonra da Syriza’yı soldan eleştirenler daha farklı bir resim çiziyorlardı. Onların çizdiği karamsar tablo, sonraki gelişmelerle de gün be gün perçinlendi. Yani Syriza bu uzlaşmacı noktaya birdenbire savrulmadı. Ön işaretleri anımsayalım:
İlki, Syriza’nın irili ufaklı sol partilerle koalisyon kurmak varken sağcı bir partiyle koalisyon kurmasıydı ve işin ağlatılı yanı, bunu Avrupa’nın kemer sıkma politikalarına karşı çıkmak üzerinden gerekçelendiriyordu. Milli savunma bakanlığının sağcı koalisyon ortağına verilmesi ve maliye bakanının Marksist olmaması, onun yerine kapitalizmi reforme etmeye çalışan bir Keynes'çi olması da bir diğer noktaydı.
Üçüncü bir nokta, seçimden birkaç hafta sonra, Alexis'in öldürüldüğü 2008 yılında İçişleri Bakanı olan Prokopis Pavlopulos’un Syriza’nın oylarıyla devlet başkanı yapılmasıydı. Buna, “2011 sonrasında Tunus’ta ve Mısır'da olduğu gibi Syriza iktidarının ömrünü uzatmak için eski rejime verilmiş bir ödün” diyebilirdik belki. Ancak bunu Türkiye’de yapana (örneğin Berkin’in öldürüldüğü sırada İçişleri Bakanı olanı devlet başkanı yaptırmak) herhalde solcu denemezdi.
Syriza’nın zaferi, yine de, dünya solu açısından ideolojik üstünlüğün yeniden kazanılması yolunda olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilirdi. Öte yandan, partinin seçmeninin ideolojik, sosyolojik ve psikolojik nedenlerle değil, ekonomik gerekçelerle oy atan bir seçmen tipi olduğu anlaşılıyordu.
Sözkonusu olan, ideolojik bir sol seçmen değildi. Bu seçim zaferi, "Türkiye'nin kendine gelmesi için büyük bir ekonomik kriz gerekli" diyenlere destek olarak da değerlendirilebilirdi. Ancak önceki kriz, Milli Görüş çizgisinin evrilmesiyle bir Frankestein yaratmıştı. Haziran 2015’le birlikte gördük ki Syriza da Frankestein’laştı.
Almanya’da ‘Die Welt’, Yunanistan’daki seçimlerden hemen sonra, farklı açılardan da olsa, Syriza’nın Avrupa’ya er ya da geç teslim olacağını tahmin etmişti. Sungur Savran ise, seçimden hemen önceki bir yazısında en kapsamlı ve gerçekçi değerlendirmeleri sunuyordu.
Uruguay’ın Geniş Cephesi’nden ve Syriza’nın Frankestein’laşmasından öğreneceğimiz neler var? Romantize ettiğimiz Latin Amerika’ya gerçekçi bir gözle bakmak gerekiyor. Seçim zaferleriyle coşmakta sakınca yok ama sonrasındaki icraatları görmeden aşırı umutlar beslememek gerekiyor. Belki, dışarıdan model arayışından da vazgeçmek önerilebilir.
Türkiye’den dışarıya bakınca, Hitler seçimle geliyor; Chavez ise darbeci. Yani dünya, bizim Türkiye’den açtığımız küçük pencerelere kimi zaman sığmıyor. Uzaklardaki güzel gelişmeler için sevinelim elbette; fakat en solcu olduğunu ileri süren iktidarda bile eleştirel düşünceyi gözden kaçırmadan...
Yoksa sol da, Syriza örneğindeki gibi Frankenstein’laşabiliyor. Syriza’nın bugün sola yararından çok zararı olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Yunanistan’da bundan sonra solun geniş kitleler nezdinde bir umut olmaktan çıkması ve sağa kayış yüksek olasılık. Ekonomik programı solda olan bir parti gerekli. (UBG/NV)
(*) Yazının başlığı, Charles Dickens’ın ‘İki Şehrin Hikayesi’ adlı romanının başlığından esinlenmiştir.