“Bir kitap okudum yaşamım değişti!”
“Bir film izledim yaşama bakışım değişti!”
Bu sözcüklerin birer “klişe” olduğunu hepimiz biliriz. Ama itiraf edelim ki, dilimizin ucuna kadar gelip, geri yutkunduğumuz da çok olmuştur.
Son dönemde fırsat buldukça okuyor ve fırsat buldukça sinemada, videoda film izliyorum. İyi geliyor. Ufkumu açıyor, yaşamın farklı yönlerini, yanlarını yine farklı boyutlarda görmeye çalışıyor, bugüne, şimdiye buraya dair bazı çıkarsamalar yapıyorum.
Her durum, her yaşanmışlık özgün, özel ve kendine özgüdür.
Hiçbir yaşanmışlık “mot-a-mot” birbirine benzemez. Tarihin bir “tekerrür” olduğu bu nedenle bir çeşit “şehir efsanesi”dir ve bize dayatılmış bir bakış açısıdır.
Yaşanmışlıklardan çıkarılacak dersler başka yaşanacaklar için daima birer “rehber”dir.
Bunu çok azımız, çok seyrek fark eder, fark edenler de yine nadiren uygularlar.
Onun için “deneyimler aktarılmaz”, “herkesin yaşadığı kendincedir” ve ikincisi her zaman “komedi” de olsa tarih her zaman “trajedi”lerle doludur.
Agu'yu tanır mısınız?
O bir çocuk. Tıpkı bebekken söylenen ilk sözcük gibi: “Agu”
İsimsiz ancak tümünde de benzerleri olan bir “Afrikalı çocuk”tur Agu!
Onun varlığını biliriz, her zaman oralarda bir yerlerde durur. Ama bize uzaktır hep, uzaktadır. Yanımızda, hemen yanı başımızda, hatta kendi içimizde olduğunu görmezden, bilmezden geliriz. Bazen gazetelerde, dergilerde fotoğrafları yer alır, televizyonlarda şöyle bir görünüp kaybolur.
Kendinden “büyük ve ağır” bir ölüm makinesiyle ve bir büyük savaşçı edasıyla gülerek poz verir. Ama gözünün içine bakar, onun derinliklerini görebilirseniz eğer, eğer kendi içinizin derinliklerini ortaya çıkarabilir ikisinin koşutluklarını fark ederseniz, ondaki, oradaki hüznü, çaresizliği, ezikliği ve de isyanı ve “yaşamayı başarmış olmanın” sağladığı “kahramanlığı” görebilirsiniz.
Ben onlardan birisi olan bu “Agu”yu 5 Kasım 1982’de Nijeryalı bir ailenin oğlu olarak Washington’da doğan ve Harward Üniversitesi’ni bitiren Uzoninma Iweala’nın yazdığı 133 sayfalık “Sınırsız Canavarlar” kitabında okuduğumda tanıdım.
Çalışkan bir ilkokul öğrencisiyken, annesi babası öldürülen ve “yaşaması karşılığında asker” yapılan ve ilk “öldürme”sinden sonra bir “ölüm makinesi” haline gelen ama her öldürdüğü insanın yanında “ben iyi bir çocuğum” diyen, onu asker yapanların dilini bile tam konuşamayan, dolayısıyla aklından geçenlerin ve hissettiklerinin çoğunu bize muhtemelen anlatamamış olan “Agu”lardan birisini orada tanıdım.
Bir çocukta öldürmenin yarattığı travmaya eklenen, “komutanı” tarafından geceleri de “özel olarak kullanılan” Agu’yu o kitapta fark ettim.
“Asker asker./ Öldür öldür./Ancak böyle yaşarsın./Ancak böyle ölürsün” diyerek hep aynı şarkıyı söyleyen “Agu”yu o kitapta anladım.
“Muganga”
Peki ya “Muganga” ne demek bilir misiniz? Bu sözcüğün Rwanda dilinde “doktor” anlamına geldiğini.
Aslında bir doktor değil, bir “hemşire” ve “Tutsi” olan Yolanda Mukagasana’yı hiç duydunuz mu, ya da onu anımsıyor musunuz?
Ya da şöyle anımsatayım size 1994’de o sırada toplam nüfusu sekiz milyonu biraz geçen, yine o sırda beklenen yaşam süresinin kadınlarda “42” erkeklerde “40” olan Rwanda’da bir milyonu aşkın Tutsi’nin, aynı ülkede birlikte yaşadıkları, muhtemelen etle tırnak kadar birbirinin içinde, devamı, beraberi oan “Hutu”lar tarafından, hem de tüm dünyanın gözü önünde, dahası Fransa’nın, Belçika’nın, Birleşmiş Milletler’in gözü önünde ve muhtemelen onların izniyle katledildiği sırada neredeydik, neredeydiniz, anımsıyor musunuz?
Yolande henüz otuzlu yaşlarını yaşarken yaşadığı olayları; eşinin, çocuklarının, kardeşlerinin, yakınlarının; kendilerini öyle olup olmadıklarından emin olmasalar da, öyle sandıkları ve kimlik kartlarında öyle yazdığı için “Hutu” sayan her yaştaki, çoğu komşusu, tedavi ettiği yardımcı olduğu hastası olan yüz binlerce “Agu” tarafından nasıl katledildiğini “Ölüm beni istemiyor” başlığıyla yazdığı anlatısında dile getiriyor. Adeta bir film şeridi gibi gözlerimizin önüne seriyor.
Dahası aynı “Muganga”nın yani insanları seven, bildiklerini onları yaşatmak, acılarını dindirmek, en azından yardım etmek için ruhunu, bilgisini, duygusunu, emeğini veren, tıpkı Agu gibi yaşamayı başardığı için aslında bir “kahraman” olan Yolande’nin, en son noktanın bir adım öncesinde, onu tecavüz edip öldürmeye niyetli, aslında daha önceden de tanıdığı, AIDS’e yakalanmış, bir Hutu milis komutanını, eğer bunu gerçekten yaparsa külotunun içine sakladığı bir el bombasıyla nasıl öldürmeyi planladığını da anlatıyor.
215 sayfalık bir kitapta anlatılan “trajedi”nin benzerleri başka boyutlarda, başka biçimlerde, başka aktörlerce, dünyanın her yerinde, belki de çok ama çok yakımızda ve de şimdi yaşandığını bir kez daha fark etmek ne kadar çok acıtıyor onun anlattıklarını okurken. Yaşadığımız “travma”lar büyüyor, benzerlikler çoğalıyor, yaralar derinleşiyor.
Ve iki film...
Birisini şu sıralarda pek çok köşe yazısında okuyor olmalısınız. O da gerçek bir yaşam öyküsü. Bir tiyatro grubu yıllar önce aynı öyküyü oyunlaştırıp sunmuştu bize “Ada” diye. Şimdilerde yeniden sergileyecekmiş.
Adı “Goodby Bafana /Güle Güle Bafana” bu filmin. Türkçe’ye “Özgürlüğün Rengi” adıyla çevrildi. 2007’de yapılmış bu filmin afişlerine sağda solda rastlayabilirsiniz. Videoculardan bulabilir, netten indirebilir hatta nete bağlanıp doğrudan izleyebilirsiniz.
Güney Afrika’da 27 yıl cezaevinde kalan bir avukatı, kendisi cezaevindeyken, binlerce arkadaşı, birlikte özgürlük mücadelesi veren yoldaşı ve onlarla birlikte “devletin ajanlarınca öldürülen bir oğlu” olan, onun cenazesini bile göremeyen Nelson Mandela’yı ve nasıl özgür bırakıldığını anlatıyor bu film.
Biraz “hamasi” yanları olsa da “bir insanı”, “bir toplumu”, “bir ülkeyi” ve “özgürlüğün anlam ve bedelini” anlatıyor.
Mandela’nın şahsında, bir “özgürlük mücadelesi”nin her zaman, her yerde ve sürekli biçimde verildiğini ve verilebileceğini ve buna düşünen, hisseden, anlayan herkesin destek vereceğini anlatan bir başka yaşanmışlığı gösteriyor.
Diğeri ise şu sıralarda süren “İstanbul Film Festivali”nde izlenebilecek ve yine videocularda bulunabilecek bir film: “Baader Meinhof Komplex”.
Bu filmde de 70’li yıllara damgasını vuran bir örgütten “Kızıl Ordu Fraksiyonu”nu, ve onun içinde yer alan, aslında bir gazeteci yazar olan Ulrike Meinhof’un dünyayla ilişkisi, kişisel ve toplumsal açmazları, aslında her zaman kabul edilmiş örgütlü bir şiddeti egemenliğini sürdürmek için yaşamın içinde sürekli tutan kapitalizmin, yine bu yolla yıkılabileceğini düşünen ve bu nedenle gerçekleştirdikleri çeşitli şiddet eylemlerinde yer alan insanların, o şiddetin nesnesi haline gelip nasıl yok edildiklerini ortaya koyan bir gerçek “yaşam hikayesi” sergileniyor.
Yine aklımıza hemen gelen başka örnekler oluyor. Bahçelievler, Kızıldere, Diyarbakır...
Dersler...
Dört olay, dört yaşanmışlık, dört asıl kahraman. Dört farklı aslında aynı son. Ve nihayet alınacak dört farklı ders.
Şimdi başınızı kaldırıp doğrulun ve şöyle bir çevrenize bakalım bir daha. Gördüklerimizin ardını görmeye çalışalım. Onları başka yönlerden, açılardan görmeye çabalayalım. Çeşitli engeller nedeniyle göremediklerinizi görmeyi isteyelim. Bu engellerden en azından bazılarını, en başta da aslında kendi kendinize koyduğumuz engelleri aradan kaldırıp, onların arkasına geçelim bir de oradan bakalım.
Dünya ve olayla başka türlü görünüyor değil mi?
Kimse “Agu” olmak istemiyor.
Kimse “Muganga”nın yaşadıklarını yaşamak istemiyor.
Kimse “Mandela” olmak onun yaşadıklarını yaşamak zorunda değil.
Kimse “Ulrike” olmamalı...
Başka türlüsü mümkün aslında.
Bu “boş” bir iyi niyet değil. Gücün farkına varmak: “Aslında ‘şiddet’ yaşamımızdan tümüyle çıkabilir.”
En yakından, en çok uygulayandan, en yoğun ve en yaygın uygulayandan başlayarak, başka türlü bir “senaryo” yazabilir ve onu “oynayabiliriz”.
Kendimiz için; Agu’ya, Joseph’e, Cristian’a, Sandrine’e, Nadine’e, Flocken’e, Hilde’e, Consolata’a, Nepo’e, Gudrun’a, Andreas’a, Ulrike’ye benzeyen, onların sonlarını yaşayan, yaşayacak olan yakınlarımız, kardeşlerimiz, çocuklarımız, torunlarımız, insanlarımız olmaması için bunu yapabiliriz. En azından bu kez ve bir daha deneyebiliriz.
Her biri birer “Agu” olmaya hazır çocukların varlığını yakından biliyorum.
O çocuklar şiddetin şimdi bile kutsandığı çeşitli coğrafyalarda “büyüyünce gerilla” ya da “bir çocuktan yaratılan katil”ler olmayı istediğini söyleyebiliyorlar ve birileri de onların bu sözleri üzerine onları yüceltip destekleyebiliyorlar.
Şiddeti var etmek çok kolay. Ama ateşe dokunanın önce kendi elini yaktığı da bir gerçek.
Dokunmayabiliriz. Dokundurtmayabiliriz. Örnekleri var ve hep olacak.
Çevremize bakalım ve başka türlüsünün mümkün olduğunu görelim bu yeter.
İzin vermemeliyiz!
Yolande’nin kitabının başında yazdığı bir Rwanda atasözünü “Su ‘benimle temizlenme” derse sana, ‘zaten kirli değilim’ diye karşılık ver” söyleyip ardından “Bafana”nın sözleriyle bitirelim:
“Zaman en derin yaraları bile iyileştirebilir. Ama zaman görünmez yaraları iyileştiremez! Bu hayatta hepimizin yapmak zorunda olduğumuz işler var. Suçluluk ya da kırgınlığın ileri gitmemizi engellemesine izin veremezsiniz.” (MS/EZÖ)