Telgrafhane
"Uyuyamıyacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o eski sen değilsin
Sen şimdi işsiz bir telgrafhane gibisin,
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamıyacaksın
Düzelmeden memleketinin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku girmez ki
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın."
Melih Cevdet Anday
Sakallı Celâl'in "Bu ülkede yetkililer bilgisiz, bilgililer ilgisiz" ile bundan mülhem söylenmiş Çetin Altan'ın "Bu ülkede önemliler değersiz, değerliler önemsizdir" sözleri yankılanıyordu kulaklarımızda uzun zamandır. Bunu ilga eden majör denebilecek kırılmalar yaşadık yakın tarihimizde. 99 Gölcük, 2013 Gezi ve şimdi de 6 Şubat depremi. Yetkili olmayan bilgili değerlilerin ilgileriyle karınca kararınca toplum olmanın asgari öğelerine tanıklık ediyoruz.
Bir tür "radyoaktif sızıntı" olan AKP ve politika(sızlık)larının neden olduğu mutasyonun türevi denebilecek birkaç semptom doğdu, bunlardan biri de anomik hal/imiz. Anomi, toplumsal çözülmenin temel nedenleri arasında gösterilir. Kurumsal anlamda "pasif devrim" ile ilga edilen kurumsal örgütlenmenin -buna 'Eski Türkiye de denebilir- yerine getirilen şirket-devlet anlayışını nepotizmle kendine benzeten aşiretimsi, gaspçı veya çeteci klik olarak tanımlanabilecek Erdoğan ve partisinin, kanırtarak hukuksuzca dayattığı uygulamaların ruhsal, sosyal maliyetleri ihmal edilemeyecek düzeyde. Bunlardan en büyüğü denebilecek şey ise geleceksizlik: Kaygılarımızın bizleri esir alması. Ruhumuza çöreklenen bu kaygıyı türsel anlamda donma, kaçma ve mücadele etme tepkilerinden hangisine tercüme edeceğimiz yakın erimde hayatımızı biçimlendirecek. İrademizi mücadele etmekten yana kullandık. Bu uğurda yeterince tecrübemiz, birikimimiz var.
Büyük bir yıkım: Kelimenin birinci ve yan anlamıyla enkaz altındayız. Yetkililerin engellemelerine, akla hayale gelmeyen, "savaş hukuku"nda bile rastlanmayacak türde uygulama, yaklaşımlara rağmen enkazla mücadele eden topluluklar, anomiye olduğu kadar çoktandır gülünesi bile olmayan gaspçı bir çeteye evrilen "yetkililer locası" ucube parti-devletine de meydan okumakta.
Kurumlarıyla, umuduyla, insanlarıyla, doğasıyla, hukukuyla enkaz altındayken, üstüne üstlük gaspçı çetenin de esiriyken, nasıl ve kimlerle yurda dönüştüreceğiz habitatımızı? Fiziken ve ruhen enkazımızı nasıl kaldıracağız? Moğolların Anadolu talanının ardından Selçuklular, tez zamanda Batıdan Doğuya, Kuzeyden Güneye ulaşımı yollarla, limanlarıyla, altyapısını ve güvenliğini sağlayarak memleketi ihya edebildi. Şimdi ihya yeterli değil, eşzamanlı rehabilitasyona da ihtiyaç var. Yine de önümüzde birtakım soru/n/lar duruyor: İhyanın ve rehabilitasyonun aktif faili kim olacak? Nasıl ve kimlerle sağlanacak bu ihya ve rehabilitasyon?
Yineliyoruz: enkaz altındaki yurdumuzun hem ihyaya hem de rehabilitasyona ihtiyacı var. İhyayı rehabilitasyonla, rehabilitasyonu ihyayla, birbirlerini duyarak, görerek, eşzamanlı gerçekleştirecek olanlar, başlarken zikrettiğimiz yetkisiz sorumlulardır: Bir diğer deyişle, önemli olmayan değerliler. İşte bunlar ne siyah ne de beyaz Türkler. Sorunlar, toplulukları da topluluk üyelerini de ortak amaçlar etrafında birleştirir; yan yana gelmelerinin doğal sonuçlarından biri ise etkileşerek melezleşmedir. Bu nedenle sözünü ettiğimiz yetkisiz sorumlular için Melez Türk diyebiliriz. Burada herhangi bir etnik referansta bulunuyor değiliz.
Siyasal iktidar ilk gününden beri Türk'ün peşindeydi ve derdi günü Türk'leydi, herkesi Türkleştirmek arzusunun da ötesine geçip Türk'ü de Türkleştirmek istiyordu. Karşısında bulduğu Türk, onun için makbul ve biçilmiş kaftan değildi; bu nedenle, haşin ve beceriksiz bir terzi gibi kör makasıyla her yere daldı, herkesi kesti biçti ama Türk'ü de olduğu haliyle "Türk" bırakmadı. Belki de en çok "Türk"ü Türkleştirdi Müesses Nizam. Oysa bugün aradığı Türk'e, bütün politik mühendisliğine ve terziliğine rağmen, ulaşılamıyor.
Sağcı-milliyetçi kesimin bu kadar çok Türkçü kesilmesi, her yere Türk egemenlik sembollerini dayatması aslında bir yokluğu bastırma girişimiydi. İstediği biçimde ve kesimde 'Türk' yok Türkiye kamusal alanında. Çünkü iki yüz yıldır dikotomik, diyalektiksiz gerilimin neticesinde melezleşme kaçınılmazdı. Bu kaçınılmaz melezleşme, Müesses Nizam'ın bütün asimilasyon ve Türkleştirme çabalarının iflas vesikası olarak çarpıyor rejimin duvarlarına. Bu denli pervasızlaşmalarının ve sanal ortamda faş ettikleri trol Türklükleriyle her yere saldırmalarının bir sebebi de bu yokluk. Melez Türk her yerde, bu sebepten ötürü siyasal iktidar her yere saldırmakta. Son iki yüzyılın doğal bir sonucu olarak da okunabilir bu yeni öznenin hayata etkin biçimde katılabilmesi, daha doğrusu Hayat'ta kendine yer açabilmesi. Politikayı janti giyimli politika profesyonellerine bırakmayacak yeni politik öznelerin pıtrak gibi baş verme tarihidir tarihimiz. Ama ceberut devlet, politikayı kendi suç örgütü ile besleme çetelerinin tekeline aldığından, baş verenlerin başlarını her fırsatta ezmeye çabaladı. Türkiye'nin gerçek tarihi bu ezme çabası ile bu çabaya karşı direnenler arasındaki mücadeledir. Melez Türklerin belini doğrultması bu nedenle hiç de kolay olmadı. Tarihimizin arka planını ihmal ederek toplumun "koyun" olduğu iddiaları, bu nedenle hem yersiz hem de olguyu fonundan kürtaj ettikleri, deyim yerindeyse, tarihselliğinden kopardıkları için bir tür düşünme yanlışı yapmakla malüldür.
Yetkisiz sorumlular olarak tanımladığımız Melez Türklerin kavramlaşması hiç şüphesiz zamanla gerçekleşecek. Şimdilik kısaca çimentosunda ya da harmanında olanları anarak yetinelim: Köyleri boşaltılarak Anadolu ve İstanbul sermayesi için ucuz işgücüne dönüştürülen, eşzamanlı mülksüzleştirilerek köleleştirilen Anadolu halkları; Kürdistan'dan köyleri yakılarak göçe zorlanan bir tür Kürt Tehciri de denebilecek kitleleri; pogromlardan, katliamlardan numunelik kalan kılıç artığı azınlıkları; seküleri, dindarı, asgari ücretlisi, sakallısı, mini eteklisi, enteli, küpelisi, işçisi, akademisyeni, müşahit olmak için sandığa koşan anarşisti, iş insanı, sanatçısı, ülkelerinden canını kurtarıp gelen sığınmacıları..., yurdumuzun kurumsal/sız yapısı/sızlığı değil sokağı bir araya getirip yuttu. Bunu devlete rağmen sokak, yani Hayatımız yaptı. Deyim yerindeyse kendi göbeğini kendi kesti.
Melezleşmenin mekânı geniş anlamda sanal ve fiziksel sokak, yani güncel anlamda kamusal alan. Birbirini perdesizce görenlerin etkileşmesi kaçınılmazdı. Ceberut devletin hem öznesi hem de sonucu olan geleneksel politikanın kanırtarak kullandığı mekanizması kimliklerden örülü kaldıraç/tı. Ama artık çalışmıyor. Melezleşleşme; köylülüğü, şehirliliği, mezhepçiliği, ırkçılığı metabolize edip yepyeni bir özne yaratıyor.
Yetkisiz sorumluluk ilk bakışta oksimoron gibi görünür. Oysa gerçek, ilk bakışta görünen şey değildir. Çünkü özne olmak tanımlanmamış bir bağlamın içinde olmayı da gerektirir, Kucağımızda bulduğumuz durumlar vardır. Mesela yolda giderken birinin aniden yere düşmesi, hiç tanımadığımız, bilmediğimiz bir işin parçasına dönüştürüverir bizi. Hayat, bir bakıma budur da. Bu durum, vicdanlı olmak, duyarlı olmak, kayıtsız kalmamak gibi şairane olmakla birlikte gönderimsiz deyimlerden ziyade bağlamımız özelinde "yurttaşlık bilinci" ya da "yurttaşlık görevi" kavramı ile ifade edilebilir.
İhyayı rehabilitasyonla eşzamanlı gerçekleştirmeye mahir öznenin Melez Türkler olduğunu iddia ettik. Peki, nasıl?
Nasıl?
Toplumsal infialler yaşadığımızda kendiliğinden oluşuveren sahadaki iktidar düzeneklerine rağmen gerçekleşen örgütlenmelere bakılabilir. Kendi göbeğini kendi kesenlerin kesme biçiminin modellenmesi, yol gösterici olabilir. Olgunun modellenmesi de denebilecek işbu teoriye böylelikle ulaşabiliriz.
Memleketi yurda dönüştürmek zamanındayız. Teokrasi ile otokrasi kesişiminde kristalleşen rejim, enkazın hem nedeni hem de sonucu olarak okunabilir. Olan, rejimin Kızılay'ın AHBAP'a çadır satmasıyla, Erdoğan'ın elden ulufe dağıtır gibi para dağıtmasıyla, futbol karşılaşmalarında yükselen "hükümet istifa" seslerinin kısılmasıyla, Cumhur İttifakı (hükümet) ortağı Devlet Bahçeli'nin depremzedeleri azarlamasıyla, Erdoğan'ın "Be ahlaksız, namussuz, adi...." diye ağzından "irin boku akıtarak" yaptığı konuşmasıyla ve her biri güçlü birer metafor olabilecek temsillerle fiilen meşruiyetini kaybetmiştir.
Yurttaşlığı içerip aşarak ağdaşlıkta bir araya gelebilenler, yeni bir maneviyatın zeminini yarattılar. Gasp edilen hayatımıza rağmen birer ayrıkotu misali, Hayat, talep edenledir. Bu nedenle Melez Türkler tıpkı Gaia gibi kendi kendilerini doğuruyorlar. İşte bu yüzden de Gezi gibi sahipsiz. Ama sahipli; bizi doğurup kucaklıyor, bu enkazı yurda dönüştürüyor.
Çernişevski, 1863'te, 1862'de yayımlanan Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar" romanındaki Bazarov karakterine itiraz eder, kahramanı Rakhmetov olan "Nasıl Yapmalı" kitabıyla. Çoktandır ya vaiz ya da "Böyle gelmiş böyle gider"leri, "ölümü görüp sıtmaya razı olma"ları yutan bizler, yani kurbağa metaforu ile pasif devrimi içselleştirmiş bizlerin ya sermayesiyle ya da burs bulup gitmek isteyenleriyle veya çaresizlikten burada sinmişleriyle Bazarov gibiyiz: bir tür eylemsiz nihilistleriz. Oysa, kurtuluşu bir tür öksüzlükte, kölelikte, mültecilikte, yurtsuzlukta arayan bizlerin önünde kocaman, sonsuz bir mücadele alanı var.
İşte bu satırlar bir çağrıdır; kime mi? Yetkisiz sorumlulara. Çünkü yaşamak sorumluluktur; önce nefes almasından sorumlu olduğumuz kendimize, ardından Hayat(ımız)a. Özgürlük bu nefeste. Bu nefes bizim nefesimiz. "Güneşimden kaç!" "Hadi gölge etme uza!" deme zamanı. Çünkü her birimiz yani yetkisiz sorumlular, ayrık otu gibi ne çekilmeye ne sulamaya ne de çapalanmaya ihtiyacımız var. Üzerimize dökülen milyonlarca betona rağmen yaşıyoruz. Ölmedik. Ölmediğimiz gibi ihyanın ve rehabilitasyonun özneleriyiz. Ayrıkotlarıyız. Ayrıkotları, bizde yaşamış ve bizimle yaşıyor. Her koşulda Hayat ürettik. Üretiyoruz. Üreteceğiz. Hiçbir yere gitmiyoruz. Enkaz altındaki yurdumuzu ihya da edeceğiz rehabilite de. İşte RAĞMEN ürettiğimiz ihya-rehabilite dayanışması, umudu, Arşimet gibi Kaldıraç işlevi görecek ağları biziz; biz, o ağları var eden, ağlarla var olan ayrık otlarıyız.
Nasıl? sorusunun yanıtı tam da burada, ortada: şu iş yapışlarımızda. Dayanışmayı örme biçimlerimizde, gezide, kadın mücadelelerinde... Haziran seçimlerinde sandık müşahidi olan anarşistlerin ruhuna sinen o duyguda. Bu duygu, mücadeleye rengini verdiği sürece gaspçı çeteleri göndermenin de, hesap sormanın da, ihya ile rehabilitasyonu eşzamanlı gerçekleştirmenin de yakıtı işlevi görür.
Yeni bir özne doğuyor: Bu özneyi koşullar yaratıyor ve buna "Melez Türk" diyoruz. AKP, sorunlu kurgunun görece tolere edilebilir radyasyonu, hastalıklı ülküsünü inşa etmek adına artırdı. Kötülükle beslenenler nefes alabilmek için daha büyük kötülük yapmaya ihtiyaç duyarlar. Maruz kaldığımız radyasyon nedeniyle 20 yılda büyük ölçüde mutasyona uğradık. Kavramların çalışmadığı kaidesizlikte salınıyoruz; deyim yerindeyse kavramsızız. Maruz kaldığımız radyasyon süresi ve miktarı arttıkça mutasyonumuz da derinleşiyor. İki yüz yıla yakındır süren bu mutasyon AKP ile hızlandı. Katalizör işlevi gören AKP, "pasif devrim" politikaları ile melezleşmeyi nihayete yaklaştırdı. Melez Türk doğdu.
Yeni bir öznenin talepleri belirleyecek Hayatımızı. Bu yeni öznenin etrafında bütün maneviyatımızı yeniden tanımlayacağız. Bildiğimiz kavramlar artık iş görmüyor. Bunun nedeni sadece iktidar tarafından dilde yaratılan tahribat değil, olgunun değişmesidir de. Olgu değişimini öznenin değişimi izledi. Dolaşımdaki kavramları ya unutmak ya da kullanmamak zamanı olduğu kanaatindeyiz. Yeni bir dünya, yeni bir dille ve yeni bir anlam evreniyle olanaklı. Müesses Nizam'ın tarihsel gerçeklikten uzak, gönderimi olmayan, bu nedenle de İktidar koltuğunda oturan zevatın kendince form kazandırmaya çalışarak Türkleştirme girişimleri Hayatımızı gasp etti. Ne Hayatımız ne rejimimiz ne de Kültürümüz form kazanabildi. Bu diyalektiksiz gerilimin manipülasyon kaynağı olan İktidar enkazın altında kaldı. Tarihsel bir sürecin sonucu olan Melez Türk, içerik kazanarak biçimlendi.
"Dipteysen düşmekten korkmazsın." denir. Fiziksel evrende asla dip yoktur, her zaman dahası vardır. Bir metafor olarak sıfır noktasında olduğumuz söylenebilir. Kaçacak ya da çekilecek yerin kalmaması mücadeleyi kaçınılmaz kılıyor; susarak, konuşarak, yazarak, çalışarak, sevişerek, dans ederek... Bunların biri veya tekmili birden mücadele aracı. En çok da sıfır noktasında inancı güçlenir insanın; çünkü yüreğindeki yaşama arzusu, inanç dolayımıyla mücadele gücü zerk eder. Metafizik yanı bundan kaynaklanır. Fiziksel anlamda matematiğin hesaba katamadığı bu inanç değişkeni neticeyi belirler. İşte bu nedenle "Hiç bu kadar inanmamıştım yurdumuzu değiştirebileceğimize." diyenleri işitir olduk sıkça; bunca travmaya rağmen hem de. Tarihimizin pek çok örüntüyle kastre ettiği bizler, örgütlü kötücül çetelerin ördüğü zincirleri kırıyoruz. İktidarların bütün tahakkümüne rağmen işte bu sıfır noktasında yaptıklarımıza referansla inançlıyız, inancımız kendimize, inancımız tıpkı Gaia gibi kendi kendimizi doğurabilmemize. İyimserliğimizin referansı işte bu rağmen, çünkü gücümüzün ete kemiğe bürünmüşlüğünü perdesizce sergiliyor.
Yolun açık Melez Türk
(MVB)