31 Mart 2015 tarihi Türkiye’nin tarihine olumsuz olayların yaşandığı bir gün olarak yerleşecek; bir sonraki gün, 1 Nisan 2015'te ise gazetelerin 31 Mart'ı belgelemesi, habercilik tekniği açısından basitçe ne, nerede, ne zaman, neden ve nasıl ile kim sorularını içeren bir açıklama yapması; “olan-biten nedir” veya “düne ilişkin olgusal gerçek/ler nelerdir” anlatması beklenirdi. Oysa 1 Nisan gazetelerini elimize aldığımızda 31 Mart günü yaşadığımız travmamız daha da arttı.
Artık yaşamadığını bildiğimiz savcı Mehmet Selim Kiraz'ın şakağına dayanmış silah taa gözümüzün içine sokuluyor. Başlıklar da bolca “siyahlar” veya “karanlıklar”a bulanarak, evimizin, iş yerimizinü hayatımızın ta içine kadar uzanan bir “terör” havası ve adeta “havada uçuşan kurşunlar” eşliğinde sahi 31 Mart'ta ne oldu sorusunu anlamaya çalışıyoruz.
Sözcüklerle bir kez daha örülen bir şiddet atmosferi; “kan-revandan” medet uman bir gazetecilik tercihi… Böylesi bir bağlamda sahi düne ait ‘olgusal gerçek ne’ydinin yanıtını onca büyük fotoğraf ve büyük punto başlıklar içerisinde büyüteçle aramak durumunda kalma...
Internet, haber portalları veya televizyonların egemen olduğu çağda 24 saat gibi yeni zamanlar açısından hayli geç kalınmış bir zamanda olan-biten tasviri yaymak durumunda ancak tüm bu iletişim ortamları içerisinde kalıcı olma açısından en büyük imtiyaz da gazetelere ait.
Bu nedenle de 1 Nisan gazetelerinin özellikle ilk sayfaları bir kez daha tarihi bir önem kazandı. Çünkü kaçınılmaz olarak gazeteciler tarihe tanıklık ederler ve bu tanıklığın en önemli kanıtı da gazetecilerin emeği ve kurumsal iş bölümü ile ortaya çıkarlan ürün olarak gazetelerin bizatihi kendileridir.
Peki tarihe nasıl bir not düşüldü? 31 Mart'a dair gazetelerden ne öğrenebildik? Günden kalanlar gerçekte “O fotoğraf”, savcının şakağına dayanmış silah “ama terör örgütü propagandası da yapmamış!” fotoğrafı yayınlayıp yayınlamama… Kıyamete ne kadar yakınız şeklinde meta-fizik tartışmalar. 31 Mart'ın olgusal gerçeği bunlar mıydı? Değildi kuşkusuz.
20. yüzyılda profesyonel bir uğraş olarak haber üretimi liberal siyaset teorisi ve pozitivist sosyal bilim geleneğinden beslenerek, objektif bir yaklaşım ile olgusal gerçeği olduğu gibi aktarma iddiası taşır. Farklı anlatımla gündelik yaşamın içerisinde meydana gelen olaylara dair bilgi üretme ve bunu çok geniş bir kitleye ulaştırma işinden basın kurumu sorumludur. Ne var ki objektiflik iddiası artık ikna gücü olmayan bir bakış şekli.
Bunun nedeni gazetecilerin kötü niyetli, çok politik bir iş yapıyor olmaları veya ideolojik taraflılıkla açıklanabilecek niteliklere sahip olması değildir. Doğrudan kullanılan dilin doğası ve hakikatin sorunlu yapısı ile ilgili bir durumdur.
Basitçe dilin dışsal dünyadaki olgusal gerçeği bize olduğu gibi aktaramadığı iddiası; bu nedenle de olaylara bakan herkes farklı bir şey anlayabilir ve anlatabilir. Kadın veya erkek olmak, Ermeni veya Çerkes olmak, dindar bir müslüman veya ateist olmak, feminist veya anti-feminist olmak içinde yaşadığımız dünyada olan-bitenleri algılamamız ve başkalarına aktarımımızı farklılaştırır.
Bu argümandan veya sözkonusu dil felsefesinden hareketle bakıldığında gazetecilik bu kadar kaygan, esnek veya istediğin gibi öykü yazma veya anlatma özgürlüğü olan bir alan anlamına da gelmez elbette… 5N ve 1K’nın (ne, nerede, ne zaman, neden, nasıl ve kim) olan-bitenleri açıklamada yeterli olduğu gibi olmadığı durumlarda vardır; kuşkusuz bu durumlarda soruları çoğaltarak bir anlatı kurma ve belirli standartlar içerisinde serinkanlı şekilde gerçekliğin bilgisini üretmek mümkündür.
Haber kuruluşlarının siyasal, askeri ve ekonomik iktidar ile kurdukları kurumsal ilişkiler benzer şekilde gazetecilerin bireysel olarak olgusal gerçeği tanımlayışında dil felsefesinin gerçeğin sorunlu doğası ve dilin yapısal sorunlarının ötesinde; haber öykülerinin nasıl kurgulandığıyla yakında ilgilidir.
İletişim çalışmaları literatürünün kavramıyla söylersek “gerçekliğin yeniden üretimi” olarak haber yapmak elitler veya toplumun güçlü kesimleri ile gazeteciler veya haber örgütlerinin bağımsızlığı/özerkliği veya gönüllü olarak toplumsal iktidarı paylaşma noktasında çok belirleyici bir dinamik olarak karşımıza çıkar.
Tıpkı Doğan Medya Grubu’nun bir özeleştiri yaparak bunu kamuoyu ile paylaşmasında kanaatimizce etkili olduğunu düşündüğümüz politik baskıdır. Mirgün Cabas eğer Tweetinde zülfü yâre dokunmasaydı; hükümet politik tıkanmışlık içerisinde medya ve muhalefete çatarak kendini aklama telaşına düşmeseydi bir özeleştiri gereği duyulur muydu bilinmez. Ama Doğan Medya Grubu’nun bu özeleştiriyi yapması yine de çok olumlu ve anlamlıdır.
Doğan Medya Grubu’nun özeleştirisi çok yerindedir ama yetersizdir; buradaki yetersizlik ise Türkiye’de egemen olan savaş gazeteciliği tercihinin çok baskın olması ve barış gazeteciliğinin bilinmemesidir. Doğan Grubu özeleştirisinde Hürriyet birinci sayfada yer alan fotoğrafı için "Terör örgütü propagandası yapmayan" dolayısıyla yayınlanabilir fotoğraf demiş de... artık hayatta olmadığı bilinen (hayatta olsa da durum değişmez) savcı Kiraz'ın ailesi, yakınları, meslektaşlarına saygı ve onların duyguları... Okuru travmatize etmeme... O fotoğrafta veya olayda çok daha fazla taraf var; ya onların hassasiyeti...
Barış gazeteciliğinin tanınmış ismi Jake Lynch kriz, çatışma, savaş veya toplumsal uzlaşının zedelendiği durumlarda editörler ve gazetecilerin ne/leri haber yapalım ve nasıl anlatalım şeklindeki editoryal bir tercih olduğunu ve bu noktada şiddetten yana konulan yayın politikası savaş haberciliği olarak adlandırırken; barış kültürü, eşitlik ve haklar odaklı bir yayıncılık politikası haber üretim pratiğiyle de hayata geçirilen gazetecilik türüne batış gazeteciliği adını verir.
1 Nisan gazeteleri savaş gazeteciliğine iyi bir örnek oluşturmaktadır; ne var ki Türkiye’deki medya sadece 31 Mart’ın talihsiz olaylarında değil çoğu şiddet ortamında da benzer bir yayın politikası veya tercihi sergiliyor.
Bu tercih haberlerin nasıl inşa edileceği noktasında da bolca sıfat ve metafor kullanımı; damgalama, genelleme ve homojenleştirme, provokasyon gibi görünmez el veya güçlerin peşine düşerek asıl sorumluları unutturma, şiddetin üstesinden gelmenin olanaklarını arama değil mevcut şiddet ortamının hayli detaylı betimlenmesi, bolca şiddet fotoğrafları Türkiye’deki gazetecilik kültürünün önemli bir unsuru.
Oysa başka bir gazetecilik kültürü ve türünü hayata geçirmek de mümkün: Barış gazeteciliği
Çeyrek asır ülkenin içerisinde süren bir savaş, kadınlara yönelen sistemli şiddet ve katledilişleri, sokakta güvende olmayan çocuklar ülkesi olarak Türkiye’de barış gazeteciliğine çok ihtiyaç var. Barış gazeteciliği de tıpkı 20. Yüzyılın başlarında gazetecilik mesleği profesyonelleşirken geliştirilen kurallar gibi öğrenilebilecek ve geliştirilebilecek bir gazetecilik türü.
Nasıl ki gazeteciler mesleki itibarı, toplumsal statü ve çalışma yaşamında sosyal haklara sahip olmak için kendi mesleki kültürlerini inşa ettiler ise barış gazeteciliğinin yaygınlaşması da mesleki itibar ve güveni geliştirecek mesleki bir politik tercih olacaktır. Bugünkü gazetelerin tümü aslında editoryal tercihleri için bir özeleştiri vermeli; savaş gazeteciliğini seçtikleri için özür dilemeli.
Barış gazeteciliği savaş gazeteciliğinin kolaycı, sansasyonel ve şiddeti öne çıkaran ilkelerini terk etmeyi önerir. İkili karşıtlıklar üzerinden kurulan dar bir yolda geliştirilen haber öyküsü geliştirmeyi değil; şiddetten etkilenen ve ilk aşamada görünür olmayan tüm tarafların anlattıklarından beslenen ve şiddetin kısır döngüsünden çıkmış daha geniş bir rotada haber anlatıları kurmayı önerir. Mesele rehin alınan savcı Kiraz ile ''terör örgütü'' olmak üzere iki taraftan çok daha fazlasını kapsamaktadır.
Barış gazeteciliği, fiziksel şiddeti değil; şiddet ortamında yitirilenleri haber yapma peşine düşür. Rehin alınmış bir insanın şakağına dayalı silah fotoğrafının değil… Operasyonun toz-duman sahnelerini değil. Kuşkusuz şiddeti görmezden görmek değil ama daha fazla düşünerek ve barışın olanaklarına hep öncelik vererek şiddeti haberleştirmek.
Özellikle haber kaynaklarıyla ilişki de askeri, siyasi veya ekonomik elitlerin söyledikleri ile dar kapsamlı haberler değil; tüm tarafların lehine olacak ve gerçeği açığa çıkarmaya yönelik habercilik tercihi koyarak.
En önemlisi de savaş/çatışma/kriz ortamlarını bir futbol maçı, arenada döğüş gibi seyirlik ortamlar olarak değil; barış kültürünü rehber edinerek barışın ne kadar yakın olabileceği arayışında habercilik yapmadır.
Kuşkusuz barış gazeteciliğine ilişkin söylenecek şey çok ancak Türkiye’deki hem gazetecilik alanında hem de iletişim akademisyenleri arasında barış gazeteciliğinin gerekli ilgiyi görmediği açık. Bu nedenle bianet insan, kadın, çocuk odaklı habercilik, alternatif ve bağımız habercilik gibi pek çok alanda yaptığı öncülüğü barış gazeteciliğinde de başlattı. 30 Mart 2015, Pazartesi günü profesyonel gazeteciler ile bir sonraki gün yaşanacaklardan habersiz bir atölye çalışması yapıldı.
Atölye çalışmasına katılan gazeteciler aslında çok samimi şekilde mesleğin kanıksanan ve rutinleşen gündelik iş akışı içerisinde barış gazeteciliğini pek düşün(e)mediklerini oysa böyle bir perspektiften haber yapmanın çok gerekli ve önemli olduğunu ifade ettiler.
Prof. Dr. Sevda Alankuş’tan barış gazeteciliği yapmanın çok da zor ve erişilemez bir gazetecilik türü olmadığını; neler yapılırsa ve mesleki ezberlerin dışına çıkarak, özellikle yerleşikleşen haberin eril ve seksist dilini dönüştürerek, hayatın hep daha hızlı daha hızlı dayatmasından sıyrılarak yaratıcılığı önceleyen bir yaklaşımla barış kültürünü destekleyen barış gazeteciliğinin pekala mümkün olduğunu duyunca umutlandılar.
bianet'in hazırlayacağı barış gazeteciliği el kitabına destek vereceklerini belirttiler, ki zaten atölye boyunca verdiler de. Küçük ancak anlamlı bir toplantı olmuştu; bir gün gibi çok kısa bir zaman dilimi barış gazeteciliği projesini daha da önemli hale getirdi. Nisan ayı içinde devamı muhabirler, okur temsilcileri, hak örgütü temsilcileri ve barış haberciliği çalışan akademisyenlerle yapılacak atölyelerde barış haberciliğini konuşmaya devam edeceğiz.
Anaakım, alternatif, bağımsız vb. tüm medya kuruluşlarının ve üniversitelerin daha fazla barış gazeteciliği ve barış kültürü meselesi olması artık kaçınılmaz oldu… (İC/BA)
* İncilay Cangöz, Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi.