Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
İki yıl önceydi, o vakitler okulun boş günlerinde tasarımcı olarak çalıştığım firmadan erken çıkmıştım, yanılmıyorsam beş gibiydi saat. Merter Tekstil Kent durağından tramvaya bindim, işten çıkışlar henüz başlamadığı için durak ve tramvay sakindi. Sol kapının girişinde, cam paravanla ayrılmış olan yerin koridor tarafına oturdum.
Bir iki dakika boş boş etrafa baktıktan sonra çantadan artık sonlarına yaklaştığım kitabı çıkartıp okumaya başladım. Zeytinburnu durağında binen kalabalıkla önce boş yerler sonra da klasik olarak kapı önü doldu.
“Üsküdar’a nasıl gideriz?” sorusuyla gayri ihtiyari olarak başımı kaldırdım. 20-21 yaşlarında genç irisi iki kişi yaşlı bir adama yol soruyorlardı. Adam boyu daha kısa olana nasıl gideceklerini anlatırken, sırtları bana dönük oldukları için ikisinin de arka ceplerinde, kabzalarının boyu cebin dışına taşmış olan bıçakları fark ettim.
Kafam takılmıştı görüntüye, sonra boş ver deyip kitabı okumaya geri döndüm. Bir süre sonra “Manzaramı kapatma!” sözüyle başımı tekrar kaldırdım, yüksek sesle söylenmişti zira. Üsküdara nasıl gideceklerini yaşlı adamdan öğrenen genç, öğrendiklerini diğerine anlatırken sarf etmişti bu cümleyi.
Kalabalıkta fark etmediğim ama yine Zeytinburnu durağından bindiklerini tahmin ettiğim üç genç kıza bakarak söylüyordu bunu. Bunun üzerine diğeri de bakışlarını kızlara çevirdi ve yola konmuş bir kuşa kenetlenen kedi gibi bakmaya başladılar. Kızlar hem sarf edilen cümleden hem de kendilerine kesintisiz bakılmalarından tedirgin olmuşlardı.
Kitabı bırakıp iki kişiyi izlemeye başladım, yavaş yavaş ilerlerip aradaki mesafeyi kapatıyorlardı. Üç kız birbirlerine yaklaşıp, karşı kapıyla koltuğu ayıran cam paravanın üçgen bölgesinde sıkışmışlardı.
Kitabı çantama yerleştirdim, içinde bulunan defteri de kitapla yan yana koyup içeride kapladıkları yüzeyi artırdım. Çantayı sırtıma değil ters bir şekilde önüme astım ve kızlarla onları sıkıştırmaya başlayanlar arasına girip yüzlerine bakmaya başladım. (Tramvaya bindiğimde sırt çantasını hep önüme asarım ama bu seferki asma niyetim bıçakların cepten çıkma ihtimaline karşı kitabın ve defterin bedenimi korumasını sağlamaktı. Cortazar’ın büyülü gerçekçiliğinden Tanrı Kent’e düşmüştüm bir anda.)
Hayatım boyunca çok tehditkar bakışla karşılaştım ama böylesiyle ilk defa denk geliyordum. Avlarının elinden kaçmasına yol açan bir yaratık gibi bakıyorlardı bana ve tramvay biraz boş olsa veya tenha bir sokakta olsa o bıçaklar hemen çıkacaktı. Evhamım değildi bu, bakışlarıyla çok anlaşılır bir şekilde söylüyorlardı niyetlerini.
Gergin seyahat devam ediyor, bakışlar kesintisiz sürüyor, yolculuk daha da uzun geliyordu. Kızlar, Topkapı durağında kalabalıkla birlikte indiler. Bulunduğumuz alanın tenhalaşmasına rağmen pozisyonumuzu aynı mesafeden korumaya devam ettik göz temasını kesmeden. Fındıkzade’ye gelince önümde baraj kurmuş olan ikisinin arasından geçerek indim.
O gün ve peşinden gelen bir kaç gün bu tuhaf seyahati düşündüm. Hayatım boyunca çok vulgarlık, vandallık, taciz, kavga gibi artık günlük hayatın bir parçası olarak kabul edilebilir hale gelen eylemlere denk gelmişken neden bu vaka zihnimi kurcalıyordu?
İki genç bilmedikleri bir şehre gelmişti lakin bu yeni şehre misafir, turist veya iş yapmak için yani kendi hallerinde olmak için gelmemişlerdi. Yeni yeri beğendikleri kadınları rahatlıkla taciz edebilecekleri, buna karşı çıkanları veya başka bir nedenle didiştikleri birisini de rahatlıkla bıçaklayabilecekleri bir alan olarak görüyorlardı.
Vücutlarının gittiği yeri kendi hakları olarak görenler gibi... Bu yeni türle son iki üç seneden beri karşılaşır olmuştum. Neden böyle oluyor diye düşünürken cevabını buldum sanıyorum. Üst dile tekrar bakmak gerekiyordu...
Bir yıl önceydi, bu sefer istikamet Tophane. Hangi durakta hangi vagonun dolmuş olduğunu yıllar içinde çözdüğüm için ilk vagona girdim. Fazla bir kalabalık yoktu ve çoğunlukla tramvayın en sakin yeri olan yere yani vatman kabininin arkasındaki koridora geçtim. (Ek bilgi: Bu kısım tramvayın en serin yeridir. Yazın iyidir ama kışın tavsiye edilmez.)
Aksaray durağında birkaç kişiyle birlikte bir Arap kadın bebek arabasını iterek içeriye girdi. Arabayı karşı kapının kenarına giriş çıkışı engellemeyecek şekilde çekti ve yanında durdu. Biraz kilolu bir kadındı. Birden onun önündeki koltukta oturan, sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremediğim birisi yüksek sesle söylenmeye başladı. “Bunlar da yiyip yiyip s.k.ş.yorlar! Domuz gibi olmuşlar s.k.şmekten. Her yeri istila ettiler hala doğuruyorlar.”
Kadın kendisine birşeyler söylendiğini hissetti mi bilmem ama adama baktı. Adam bu bakıştan rahatsız mı oldu, cesaret mi aldı bilinmez ama sövgüyle dolu söylenmesine sesini artırarak devam etti. “Bunları var ya bi s.k.ceksin, bir daha gelemeyecek buralara...”
Özgüven patlaması yaşayan ve bu esnada büyük bir cinsel haz alan adama kimse birşey söylemedi. Bir hocanın vaazini dinler gibi sessizlik içinde dinliyorlardı kendilerine yapılmayan hakaretleri. Ya da adama bulaşmamak için seslerini çıkarmıyorlardı. Adamın şehvetli konuşmasını, “Düşüncelerini kendine sakla, canlı yayın yapma ortama!” diyerek kestim.
Dönüp bana baktı gözlerinden kıvılcımlar çıkartarak. Bir sene öncesinden biliyordum bu bakışı. Bu sefer avı kaçırtan değil yakaladığı avla oynamasına izin vermeyen bir yaratık gibi...
Sonra koridorun diğer tarafında oturan bir kadın, evet terbiyesizlik yapma diye araya girdi. Bir kaç karşı ses daha çıkınca adam sustu. Beyazıt’ta inerken yine bana baktı aynı duyguyla, ben de ona...
Bir ay önceydi, okula giderken Haseki durağından tramvaya bindim, çok kalabalıktı. Körüğün ortasında daha fazla ilerleyemediğim için durdum. Benimle birlikte binen ve Rusça konuşan iki kadın sol tarafımda yer buldular, yüzüm onlara dönüktü. Yine bizimle birlikte binen bir adam da onların yanında durdu.
Yüzü bana dönüktü. Herkes birbirine yakındı ama temas etmek için de dalgınlığın dışında kötü niyet aranılacak bir yakınlıktı bu. Adamın hemen yanında durduğu ve diğeriyle konuşan genç kadın birden başını sağa, aşağıya çevirdi sonra yan tarafında duran adama baktı. Adam ifadesiz bir şekilde tramvaydaki ekrana bakıyordu.
Sonra adamın eline baktım. Yarım litrelik plastik su şişesi vardı. Adamın elini izlemeye başladım. Kendince uygun bir salınımı yakaladığı anda boşta durmasını su şişesiyle kamufle ettiği elinin üstüyle kadının bacağına sürtünüyordu. Kadın bir defa daha baktı, ya elindeki şişeden dolayı yanlıştıkla dokunduğunu düşündü veya Türkçe bilmediği için birşey söyleyemedi.
Adamın aynı hareketi tekrar yapacağını anlayınca gözlerine bakarak, “Bunu yapma!” dedim. “Ne yapıyorum?” diye cevapladı suratıma ifadesizce bakarak ve biraz da diklenerek.
“Ne yaptığını biliyorum, sakın bir daha yapma!”
O ifadesiz bakışlar gitti ve iki yıl önceki bakışlarla yine karşılaştım; utanma, suçüstü yapılmanın vermiş olduğu durumu kabullenme gibi bir duygu yoktu bakışlarda. Yine avının elinden kaçmasına yol açan bir yaratık gibi bakıyordu. Ve yine tenha bir sokakta olsa...
Cevizlibağ durağında indim. Üstüne de fazla düşünmedim bu sefer.
Çünkü, "Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü hem akıl çağıydı hem aptallık hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana…”* (TY/ŞA/APA)
* Görseller: Kemal Gökhan Gürses