Yirmi yıl önce, Viyana’daki Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konferansı’nda bir grup olağanüstü kadın aktivist, insan hakları hareketini o güne dek gündemlerini şekillendiren cinsiyetçilikle yüzleştirdi. Viyana’da vaat edilen şey Evrensel Bildirge'yle kutsanan hakların kadın ve toplumsal cinsiyet ile net bir ilişkisi olduğunu ortaya koymaktı.
Konferansın deklarasyonunda şöyle deniyordu:
“Tüm insan hakları evrensel, bölünmez, birbirine bağlı ve birbiriyle ilişkilidir. Uluslararası toplum insan haklarına eşit ve adil bir temelde, aynı seviye ve önemde yaklaşmalıdır.”
Metin bu yaklaşımın kadınlar için ne anlama geldiğini anlatan detayları içeriyordu.
Ancak Viyana Deklarasyonu ifade özgürlüğü hakkında çok az şey söylüyordu. Unutulan bu nokta 1995’teki Kadın Hakları’yla ilgili Pekin Deklarasyonu’nda da düzeltilmedi. Bir yıl önce, Uluslararası PEN Kadın Yazarlar Komitesi kurucu başkanlığı görevimin ardından, Hak, Literatür ve Gelişim için Kadınların Dünyası Organizasyonu (Women’s World Organisation for Rights, Literature and Development) başkanı oldum.
Women’s World toplumsal cinsiyet temelli resmi ya da resmi olmayan sansürü araştırmak ve buna karşı mücadele etmek, aynı zamanda feminist yazarları desteklemek için kuruldu. Pekin için hazırladığımız The Power of the Word: Culture, Censorship and Voice ( Sözcüğün İktidarı: Kültür, Sansür ve Söz Hakkı) başlıklı metinde kadın erkek eşitliği için mücadele eden kadın yazarların ve onların sözlerinin ne kadar önemli olduğunu vurguladık:
“Belli bir kesimin üstünlüğüne dayalı her sosyal sistemin temelinde kadınlara boyun eğdirme yer alır. Bu yüzden muhafazakarlar kadın sesinden korkar ve nefret ederler. Bu yüzden pek çok dinde kadınların vaizlik yapmasını hatta kutsal mekanlarda konuşmasını yasaklayan kurallar vardır. Bu yüzden hükümetler kadınlara sürekli sessiz olmalarını söylerler. 'Anayasada yer alıyorsunuz!', 'Oy hakkınız var, o zaman şikayet edemezsiniz' derler.
“Ama bir sese sahip olmak çok önemlidir, hatta bazı durumlarda oy hakkına sahip olmaktan çok daha önemlidir. Sansürcüler kadın yazarlara saldırdıklarında bunu tüm kadınları korkutarak ifade özgürlüklerini kullanmamaları için yapıyorlar. Toplumsal cinsiyet temelli sansür sadece kadın yazarlar için değil, kadının özgürleşmesi için mücadele eden herkes için geçerlidir.
“Kadın yazarlar, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı sistemler için bir tehdittir. Çünkü diğer kadınlar için kapı açarlar.
“Kadın yazarlar, kadın erkek eşitsizliğini, toplumun kadınlardan ne beklediği ile kadınların toplumdan bekledikleri arasındaki çelişkiyi ortaya çıkararak düzene meydan okuyor ve sessizlik duvarına bir gedik açıyorlar. Onlar daha önce hiç kimsenin etmediği lafları ediyor, üstelik bunu herkesin okuyup tekrarlayabileceği bir yazılı mecrada yapıyorlar.”
Women’s World Başkanı olarak Pekin Konferansı’nda ortaya çıkan deklarasyon ve Eylem Platformu için bir analiz hazırladım.
Eylem Platformu’nın, kadın sorununu insan hakları diline tercüme etme açısından çok önemli bir adım olduğunun bilincinde olmakla birlikte ifade özgürlüğü konusunda bir miktar dar kaldığı kanaatindeyim. Bunun sebepleri şunlar:
* Eylem Platformu ifade hakkının kadının özgürleşmesinin merkezinde yer aldığını hesaba katmıyor. Sansürden, dünyanın pek çok yerinde sesleri bastırılan kadınlardan ve bu durumun demokrasi ve ilerlemenin önünde inşa ettiği engellerden bahsetmiyor.
* Yerli kadınlar ve onların kültürel haklarını istisnai tutmakla birlikte Eylem Platformu ‘kültürü’ olumsuz bağlamda kullanıyor, kadınların ürettiği ve biçimlendirdiği bir olgudan ziyade kadını sınırlandırıcı bir unsur olarak görüyor.
* Eylem Platformu’nun temel meselesi, medyada kadına zarar verici tasvirleri ile kadınların yeni elektronik medyaya ulaşımının önemi üzerine kurulu. Ancak metnin hiçbir yerinde ifade özgürlüğünün bir hak olmaktan öte diğer özgürlükleri koruyan bir hak olduğundan ya da sesleri bastırılmayan kadınların topluma bulunacağı katkılarından bahsedilmiyor.
Pekin için hazırladığımız metin şunları söylüyordu:
“Yerli ve sömürgeleştirilmiş kadınların kültürel saldırıya maruz kaldığı şüphesizdir, ancak tüm kadınların kültürel haklara ihtiyacı vardır.
“Kendi değerlerimizi seslendirebileceğimiz kültürel ifade araçlarına ulaşmaya, mekana ve zamana ihtiyacımız var. Kültüre gerekli dikkat verilmediği takdirde sürdürülebilir ilerleme ve gerçek demokrasi mümkün değildir. Çünkü köklü değişimler mutlaka kültürle ilişkilidir.”
“Kadınların sessizliği işte bu yüzden en az yoksulluk sorunu kadar önemlidir. Hatta kendisi yoksulluğun ve etkilerinin bir sonucudur.”
1995’te Women’s World ifade hakkı meselesini yükseltmekle birlikte bir yandan da sürekli daralan kadının insan hakları için, kadına yönelik şiddete karşı mücadele ettik, bu şiddetin kültür, din, ekonomi, iktidar politikaları, sansür ve savaş ile bağlantısını ortaya koyduk. Çalışmalarımız ifade özgürlüğü mücadelesi yürüten gruplarla, pek çok meseleyi konu edinen gruplar arasındaki ayrışmalardan da büyük ölçüde etkilendi.
Aynı ayrışma kadının insan hakları küresel hareketinde de yaşandı. Örneğin Kadının İnsan Hakları Uluslararası Koalisyonu 2012 raporunda feministlerin karşı karşıya kaldığı tehlikeler belgelenirken, bugün dek gazetecileri ve yazarları savunan gruplarda yer alan pekçok aktivistin kadın olduğu kaale dahi alınmamış.
Son birkaç senede küresel kadın hareketi dini köktencilik sebebiyle hareket edemez hale geldi. Hatta bu yüzden pek çok aktivist 1990’larde edinilen hakların yitirilmesi korkusuyla başka bir BM Kadın Konferansı’nın yapılmasına karşı çıkıyor.
Bir süredir kültür ile Afrika ve İslami çoğunluğa sahip ülkelerle blok oluşturan yeni muhafazakar Rusya tartışmaları arasında savaş alanına dönüşmüş olan BM İnsan Hakları Konseyi "insanlığın geleneksel değerlerini” insan hakları normlarına dönüştürecek bir çözüm arayışında. Tabii bu “geleneksel değerler” kadınların, cinsel ve dini azınlıkların ifade özgürlüklerini de kapsıyor.
Bu karanlık içerisinde BM’nin kültürel haklar özel raportörü Pakistanlı feminist Farida Shaheed en azından bir miktar aydınlık saçıyor. Shaheed 2012 raporunda köktenciliğin kültürel haklarını kullanan kadınlara saldırılarının etkisini şöyle gösteriyor: “Solo kadın sanatçıların şakı söylemesinin yasaklandığı toplumda kadın müzisyenler halk konserleri düzenliyor.”
Shaheed kültür ile kadına yönelik şiddeti ilişkilendirerek kendilerini baskın kültürlerinden ayırmaya ya da bu kültürü yorumlayarak yeniden biçimlendirmeye çalıştıklarını söylüyor:
“Kiminle evlenecekleri, ne giyecekleri ya da nereye gidecekleri gibi basit seçimler yapan kadınlar bile çoğunluklu orantısız bir muhalefete, şiddetin türlü biçimlerine göğüs germek zorunda kalıyor.”
Shaheed kadınların kültürel üretimine öngörülü bir şekilde yaklaşıyor. Kültürün kadının insan haklarını sınırlayan bir olgu olarak görmek yerine kadınların erkeklerle eşit kültürel haklara sahip olmalarının önemine dikkat çekiyor.
Umut ediyorum ki onun çalışmaları “insanlığın geleneksel değerlerini” savunanları yollarından döndürüp ifade özgürlüğünün kadın erkek eşitliği mücadelesinin temelinde yattığına ikna edecektir. (EA)
* Yazının orijinali için tıklayınız.