Geçtiğimiz kasım ayında tertip edilmiş olan dünyanın en büyük belgesel festivallerinden IDFA’dan bu sene üç ödülle ayrılan Paikar sürgündeki bir ailenin dramını teferruatlı biçimde aktarıyor.
Bir sinemacının ilk uzun metrajlı eserine verilen IDFA Award for Best First Feature ödülüne layık görülen etkileyici film aynı zamanda Hollanda filmleri klasmanında Özel Mansiyona da hak kazandı.
Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu FIPRESCI jürisi ise Paikar’ı ödüllendirirken sinematografinin kalitesine, samimi yönetmenliğe, gerçekçi portrelemeye dikkat çekti; bir babayla oğlu arasındaki ilişkiyi şiirsel ve evrensel bir dille keşfetmesini övdü ve filmin sınırlar ile gelenekler ötesi mesajının altını çizdi. Filmin senaryosuna da katkısı olan yönetmen Davut Hilmandi ailesinin Afganistan’dan başlayıp önce İran, sonra da dünyanın muhtelif diyarlarına yayılan göçünü, babasıyla olan zor ilişkisini ön plana çıkararak işliyor.
2025 Hollanda, Afganistan ortak yapımı 97 dakikalık Paikar belgeseli 38. IDFA’nın Luminous bölümünde yer almıştı. Bulundukları coğrafyanın çalkantılı dinamiklerinden dolayı çocuklarına küçük yaşta silah kullanmayı öğretmiş sinemacı Davut’un sert babasını aynı zamanda bir din insanı olarak da tanıyoruz. Yönetmen, artık yaşlanmış babasına mazinin analizini yaptırmak için cebelleşirken evde bir zamanlar dehşet estiren otoriter figürün altında neler yattığını anlamaya çalışıyor. Evde ailece maruz kaldıkları zulme rağmen Davut’un babasına inatla bağlılığı çoğu seyirciyi şaşırtırken baba da küçükken çok dayak yemiş olduğunu kamerayla paylaştığında sanki denklem bir nebze çözülüyor.
Acıların bir türlü sona ermediği bir coğrafyadan, yerel estetiği ve kültürü de teninizde hissettirecek, ister istemez hislenmenize sebep olacak bu belgesel Türkiye’de de takdir görecektir.
Trans olmak her babayiğidin harcı değil 
Çalkantılı ve tehlikeli olduğu kadar eğlenceli bir maziden bahsetmek istiyorsak Beyrut’un trans dünyasına nüfuz etmekte fayda var. Mevzuya hassasiyet ve uzmanlara yaraşır bir tavırla yaklaşan genç senaryo yazarı ve yönetmen Muhammet Abduni aynı zamanda çağdaş sanatçı, fotoğrafçı ve küratör. Üstelik kendisi, kolonyalist Ortadoğu ifadesine inat, SWANA olarak betimlenen coğrafyadaki kuir kültürleri keşfetmeye soyunmuş COLD CUTS dergisinin kreatif direktörü. Eserleri dünyanın muhtelif galeri ve kültür merkezlerinde sergilenmiş Muhammet’in belli başlı iki adresi var: Biri Beyrut, diğeri İstanbul.
38. IDFA’nın Envision bölümünde yer alan Bana annenmişim gibi davran (Treat me like your mother) adlı film 2025 Lübnan yapımı 76 dakikalık ibretlik bir belgesel.
Lübnan kültüründe köklü bir yeri olmasına rağmen trans bireylerin başına gelenler toplumdaki riyakârlığı bir kez daha yüzümüze çarparken cinselliği hoyratça yaşamanın evlere şenlik getirileri de resmigeçit hâlinde sinema severleri layıkıyla tatmin ediyor.
Belgeselin dört ana kahramanı Em Abed, Jamal Abdo, Antonella ve Mama Jod’un mazisinden peş peşe paylaşılan fotoğraflar ve amatör film sekansları, bizi çok hususi anlara dahil ediyor ve unutulmaz bir tecrübe yaşatıyor. Beden uyum operasyonunun devlet tarafından karşılanmaya başlandığı 1997’den, Beyrut’un meşhur sahili, kuir cenneti Raouche strip’te yaşananlara, gayet geniş bir skalayla karşı karşıyayız.
Lakin bunun çılgınca montajlanmış, lunaparktaki bir dönmedolap tecrübesine benzetilebilecek öforik bir belgesel olduğunu sanmayın. Bazıları perdede uzun süre kalmak üzere geçmişin rengi değişmiş fotoğrafları bizi tefekküre sevk ediyor, bilhassa iç savaş sırasında ahalinin başına gelenlerin kaşısında hürmetle eğilmemize imkân tanıyor. Bunda da belgesel kahramanlarının engin hayat tecrübesinin ve ayrıca yönetmenin sanatsal gücünün payı gayet yüksek.
Pedofiller neden korunuyor?

ABD’de pedofil Epstein’ın gizli kalmış dosyalarının ABD yönetimi tarafından halkla hâlâ paylaşılmamasının ardında Trump dahil, ülkenin güçlü bazı şahsiyetlerinin işe karışmış olmasından kaynaklanıyor. Arjantin’deki vaziyet ise biraz Türkiye’yi hatırlatıyor, çünkü pedofiliyle suçlanan bir din insanı olunca adalet çarkları bir türlü dönmesi gereken yönde dönmüyor.
Yalnız filmin kahramanı Mailin değil, birçok çocuğa yönelik olarak defalarca cinsel istismarda bulunmuş olan rahip sadece kilise değil, ülkenin adalet sistemi tarafından da korunabiliyor.
38. IDFA’nın uluslarası uzun metrajlı belgeseller klasmanında yer almış Mailin adlı film bizi kahramanının tüm hayatına yayılmış karabasana dahil ediyor. Perdeden taşan enerji, belgeselin yönetmen, senaryo yazarı, sinematografi, montaj ve müzik hanelerinde adını bazen tek başına, bazen başkalarıyla birlikte gördüğümüz María Silvia Esteve’nin projeye sekiz yılını adamış olmasından ve Mailin’le bilhassa hukuk mücadelesinde yan yana durmasından kaynaklanıyor. 2025 Arjantin, Fransa ve Romanya ortak yapımı 89 dakikalık filmdeki bazı estetik tercihler zorlayıcı olsa da tüm taciz kurbanları gibi Mailin’in sözlerle ifade edemediklerini yansıtmayı epeyce başarıyor.
Cemaatin bağrına bastığı din insanına Mailin’in annesi dahil kimsenin zamanında toz konduramaması gecikmeli pişmanlıkların ne kadar beyhude olduğunu gözümüze sokuyor.
Psikolojik destek alarak, yıllar sonra uğradığı tacizlerle yüzleşebilen Mailin travmalarını ve fobilerini kendi evladına aktarmamak için büyük çaba sarfediyor. Din otoritelerinin “müessese”yi koruma çabaları, sapık rahibi çocuklara tacizlerini sürdürebildiği başka merkezlere tayin etmesi ve pedofilinin aslında bir pandemi gibi yaygın olduğunu inkâr etmesi seyirciyi muhakkak ki öfkelenmeye sevk ediyor.
Arşiv filmlerinde çocuk Mailin’e yönelik tacizlerin uluorta yaşandığını izlerken adaletin neye istinaden tıkandığına mana vermek imkânsız. Neyse ki, kahramanıyla empati kurmamızı mümkün kılan kendine has filmin sonunda temyiz mahkemesi, gecikmeli olsa da arzulanan kararı alıyor ve hepimizin rahat bir nefes almasına imkân tanıyor; lakin pedofil din insanı kaçıp kayıplara karışabiliyor.
Göz kulak olanlar

Dünyanın en kozmopolit ikinci şehri olarak lanse edilen Brüksel’de tüm dinlere açık bir kabristan.
Bir zamanlar askerî bir havaalanı olan bölge, kentin gittikçe artan ihtiyacına karşılık verebilmek üzere yalnız çoğunluğu oluşturan Müslümanlara değil, Yahudilere, Ortodokslara ve Katoliklere de ev sahipliği yapan, gayet geniş spektrumlu, neredeyse ebedi bir yuva; ne de olsa mevzubahis kabristanda gömülenler için yakınları belirli bir süre mezarları kiralamış oluyor.
Büyük bir kısmı Belçika’ya çalışmak için gelmiş göçmenlerin perdeye yansıyan mezar taşlarında muhtelif din ve mezheplere mensup, Türkiye kökenli oldukları isimlerinden belli olan o kadar çok insan var ki!
Hayatları boyunca ırkçılıklara maruz kaldıklarını tahmin ederken seyirci, yaban ellerde artık huzura ermelerini dilemekten başka bir şey yapamıyor. Ölümün insanı mütevazı, ağır başlı ve anlayışlı kıldığı yas döneminde yakınlarını toprağa vermek veya ziyaret etmek için gelenler birbirlerine gayet sıcak davranıyor; ayrıca film boyunca farklı farklı coğrafyaların adetlerine şahit olmamız mümkün kılınıyor.
Göz kulak olanlar (Ceux qui veillent/Those who watch over) adlı belgesel 38. IDFA’nın uluslararası belgeseller klasmanında yarıştı; daha önce El Gouna festivaline de katılmıştı. Yönetmen ve senaryo yazarı hanelerinde adını gördüğümüz kadın sinemacı Karima Saïdi içeriğin ciddiyetine gayet uygun bir belgesel çekmiş olmasına rağmen bir iki sürprizle seyirciyi gülümsetmeyi de ihmal etmiyor.
2025 Belçika, Fransa, Katar ortak yapımı 92 dakikalık film şurup gibi akıp giderken bomboş sandığımız bir çukurdan aniden mezarcının kürek dolusu toprağı dışarı fırlatması seyirciyi hemen hafifletiyor. Zaten Fransızca, İtalyanca, Arapça, Yunanca, Türkçe, Farsça dahil muhtelif dillerdeki konuşmalardan müteşekkil kozmopolit bir “polifoni”ye doyarken, ne olursak olalım, ölümün kaçınılmazlığını mantık çerçevesinde çoktan kabullenmiş, sade ve gerçekçi belgesel sayesinde özümsemiş vaziyetteyiz.
Bunda duygu sömürüsüne pek meyilli olmayan “pişkin” kabristan müdürünün rolü yüksek dersem yalan olmaz!

IDFA’dan seçme belgeseller
(HA)






