*Erhan Arık ve Meryem Yavuz
20 Kasım Pazar, 35. Uluslararası Belgesel Film Festivali Amsterdam'ın (IDFA) kapanış günüydü.
Son yıllarda daha uzun süre Türkiye'de kalmam ve sonra da araya pandemi girmesiyle 5 yıl sonra yeniden IDFA'ya katılmak müthiş bir mutluluktu benim için.
9 Kasım ile 20 Kasım arası günde ortalama iki film izleyip, bazı günler de araya masterclass programları dahil edebildim. Belgesel izlemek kurmaca filmler izlemek gibi olmuyor kuşkusuz. Özellikle 60 yaşını aşınca.
Çok fazla enformasyona maruz kalan beyniniz, eve gelince yeni duydukları hakkında okuma ve araştırma gereksinimi duyuyor. Beyinsel yorgunluğun ağır bastığı bir iki günde evde kaldım.
Bilet satışları ve film izlenme oranları yüksek
Geçmiş yıllara göre film biletlerinin satış oranı ve filmlerin izlenme oranı oldukça yüksekti. Bu durum festival sonrası Hollanda'da çok konuşulacak sanırım. Festival ziyaretçilerinin en büyük şikâyeti ise Amsterdam'da yaşanan "turist istilası" oldu. Ama Amsterdam Belediyesi bu konuda oldukça büyük bir baskı altında ve nasıl önlemler alacaklarını bilemiyorlar.
Bu yıl IDFA'da Türkiye'den öne çıkan yönetmen ve yapımcıların hepsi kadındı.
Lea Glob'nın yönetmeni olduğu Danimarka, Polonya ve Fransa ortak yapımı ve festivalin en favori filmlerinden biri olan, IDFA 2022'nin en iyi filmi seçilen "Apolonia, Apolonia" filminin Türkiye çekimlerinin görüntü yönetmenliği Meryem Yavuz'a ait.
Meryem Yavuz ayrıca yine IDFA'da ilk gösterimi yapılan "My Name is Happy" fiminin de görüntü yönetmeni. İngiltere yapımı olan bu filmin iki yönetmeninden biri ise Ayşe Toprak. Festivalde NPO'nun (Hollanda Televizyon Kurumu) 15 filmlik bir seleksiyon sonucu birincilik ödülü verdiği Burcu Melekoğlu ve Vuslat Karan'ın yönettiği "Blue ID" (Mavi Kimlik) filminin jeneriğinde Meryem Yavuz ismini tekrar görüyoruz.
"Blue ID" filmi ile ilgili söylenmesi gereken çok şey var. NPO ve IDFA 19 Kasım Cumartesi günü ödül için özel bir gösterim daha programlamıştı.
Rüzgar Erkoçlar'ın hikâyesi beyaz perdede
Amsterdam'ın büyük, tarihi sinema salonunun balkonları dahi doluydu. IDFA ve NPO adına konuşmalar yapıldıktan sonra erkenden Türkiye'ye dönen yönetmenler, İstanbul'dan video mesajlarıyla katıldılar akşama.
Film, kendini gerçekleştirme yolunda, geleneksel Türkiye toplumunda medyanın sürekli negatif ilgisine katlanmak zorunda kalan eski aktör Rüzgar Erkoçlar'ın olaylarla dolu cinsiyet geçiş sürecini anlatıyor. Rüzgar kendi bireysel sürecinde Türkiye medyasının ve toplumun sürekli olarak marjinalleştirmeye çalıştığı LGBTİ+ topluluğu içinde kendini bulabiliyor ve topluluk içindeki aktivist dostlarından hukuksal, sosyal ve psikolojik destek alabiliyor. Beni en çok etkileyen ise aynı geleneksel Türkiye toplumunun bir parçası olan Rüzgar'ın annesinin her türlü negatif saldırı karşısında durarak, çocuğuna karşı gösterdiği sevgi ve dayanışmanın büyüklüğü.
"Önemli olan evladım olması"
"Kızım veya oğlum olması değil, önemli olan evladım olması" mesajını veriyor hepimize güçlü anne. Filmin yapımcı ve yönetmenleri uzun soluklu bu çalışmalarında, Rüzgar'ı ilk testosteron hormonu kullanmaya başladığı günden, cinsiyetini erkek olarak değiştirerek mavi kimlik kartına kavuştuğu güne kadar izliyorlar.
Film, çoğunluğu medya ve film profesyonellerinden oluşan seyirci tarafından büyük bir ilgi ve beğeni gördü.
Film sonrası konuştuğum Hollandalı seyircilerin çoğunluğu, Rüzgar'ın ve filmin yapımcılarının Türkiye gibi geleneksel ve dinsel baskıların olduğu bir ülkede böyle bir hikâyeyi belgeselleştirmelerinin büyük bir cesaret olduğunu ifade ettiler.
Bizim ülkemizde belgeselci olmanın bedeli maalesef oldukça ağır. Tıpkı gazetecilerimiz gibi onlar da sürekli devlet baskısı ve tehdidi altında.
Rüzgar ve trans bireyler bizim ülkemizde güven içinde yaşayamıyorlar.
Rüzgar'ın filmin bir sahnesinde "bu sürece girerken hiç düşünmemiştim ama belki bir gün yolda yürürken bir fanatik dinci tarafından hayatım son bulabilir" sözleri gerçekçi bir kaygı ülkemizde.
Türkiye'den 15 yönetmen
IDFA'nın misafir yönetmenler sayfasında Türkiye'den katılan 15 yönetmenin ismi var. Bunlardan üçü ile tanışma fırsatım oldu.
Selen Çatalyürekli, Meryem Yavuz ve Erhan Arık.
Tanışmaya tanıştık da uzun uzun sohbet etme fırsatımız olmadı. Hepsi çok yoğun bir festival programı içinde oradan oraya koşturuyordu.
Ama ayaküstü çok kısa sohbetler bile bu genç yönetmenlerin heyecanı ve enerjilerini hissetmeme yetti. Yaşlarına bakarak onlar için genç desem de kendileri üniversitelerde yeni kuşak belgeselcileri yetiştiren hocalar şimdi.
Çocuklar ile gurur duydum. Onlar benim hissettiğim bu duyguyu pek anlayamadılar sanıyorum. Bu kadarcık kuşak farkı da olsun artık. Çünkü onlar mesleklerini bilinçle seçmişler, aldıkları eğitimin hakkını vermek için emek harcıyor, çaba gösteriyorlar. Bu da en doğal bir iş onlar için. Her meslekte olduğu gibi uzman oldukları alanda işlerini yapıyorlar. Ben öyle düşünemiyorum ve kendi durduğum noktadan onlara baktığımda gurur duyuyorum.
1984 yılında Hollanda'ya geldiğimde 2 yıllık televizyon eğitimi sonrası Amsterdam Film Akademisi'ne alınmam kesin haldeyken, "gerçekçi" bir durum analizi yaparak okula başlamaktan vazgeçtim. Böylesi bir eğitim sürecinde bir yandan çalışıp bir yandan okulu devam ettirmek mümkün değildi.
İki yıllık eğitim süreci bunu bana öğretmişti. Acemi öğrenciler olarak 5 dakikalık bir filmin montajı için bile iki gün uyumadan montaj odasından çıkamıyordum.
Büyük bir yarış vardı öğrenciler arasında. Ben evli olmama rağmen iki ev arkadaşı gibi yaşıyordum eşimle. Hem ideal bir ilişki istiyor, hem o zaman yaşadığımız öğrenci yurdundaki odamızdan bir an önce kurtulmak ve daha konforlu yaşamak, hem de filmci olmak istiyordum.
Ancak sanat ve kültür üretmek o kadar basit bir üretim süreci değil. Bu iş yetenek, eğitim ve azim dışında çok daha farklı emek biçimlerini içeriyor.
Bence en önemlisi ise fedakârlık. Her şeyden fedakârlık edebiliyorsanız sanatçı olabilirsiniz. Ben hem konfor istiyorum, hem de sanat üretmek istiyorum derseniz maalesef ikisi bir arada gitmiyor çoğunlukla. Çok film yaptım ama sanatçı olamadım.
Festival boyunca tanımak şansına sahip olduğum yönetmenlerimiz ise film alanında dijital teknolojik devrimin getirdiği her türlü teknik donanıma ve bilgiye sahip olarak, çağın ruhunu yakalamışlar ve bizim kuşaktan çok farklı olarak çoktan ülke sınırlarını aşmış dünyaya açılmış evrensel sinema sanatının bir parçası olmuşlar.
Yavuz: Önemli bir rol model
Meryem Yavuz bir görüntü yönetmeni. Meryem, 1983 yılında İstanbul'da doğmuş ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde sinema okumuş. 2009 yılında Berlinale Yetenek Kampüsü'ne seçilmiş.
Hem sinema hem de belgesel alanında onlarca filme görüntü yönetmeni olarak imzasını atmış. Meryem kadınların da kamera arkasında en az erkekler kadar iyi olabileceğini, yaptığı işlerle göstermiş genç bir filmci olarak oldukça önemli bir rol model yeni yetişen gençlerimiz için.
Yaptığı onlarca filmi ve aldığı ödülleri burada anlatmak ayrı bir yazı konusu.
Meryem Yavuz bu yıl belgesel yönetmeni ve fotoğraf sanatçısı Erhan Arık ile birlikte IDFA Akademiye seçilmiş.
Bu akademi programında pek çok farklı ülkeden seçilmiş yönetmenler hazırlık sürecinde oldukları projelerini dünyanın seçili yönetmen ve yapımcılarına sunuyorlar. Bir okul gibi; kısa ama çok dolu dolu geçen festival akademisi burası.
Arık: Ermeni Soykırımı'na odaklanan işler
Erhan Arık ise 1984 Ardahan doğumlu. Gazetecilik okumuş. Çok iyi bir fotoğraf sanatçısı. 2010 yılından bu yana 1915 Ermeni Soykırımı'nın anısına odaklanan fotoğraf ve video projelerinde çalışmış. Türkiye-Ermenistan sınırındaki köylerde çektiği "Horovel" isimli fotoğraf ve video projesi Türkiye, Ermenistan ve Fransa'da sergilenmiş.
2014 yılında başladığı Ortadoğu Ermeni diasporasını (İran, Irak, Kürdistanı, Ürdün, Lübnan, İsrail, Filistin) konu alan "Gayan" adlı fotoğraf çalışması 2016 yılında Türkiye ve İran'da sergilendi.
Çatalyürekli: "Bu fırsatı kendim yarattım"
Selen Çatalyürekli de İstanbul merkezli belgeselci, sosyal tasarımcı. Kamusal alan için tasarım, toplumsal cinsiyet, ekoloji ve kent mücadelesi ve hafıza alanlarının görselleştirilmesi ile ilgili konularda çalışmaları var.
"IDFA'yı bu yıl ilk kez takip etme fırsatı buldum. Hatta bir yandan işimle birlikte yoğun bir programda götürüp, bu fırsatı kendim yarattım diyebilirim. Yani bir projeye başvuru veya davetten ziyade, atlayıp geldim Amsterdam'a."
"Farklı yapıyı yakından tanımak istedim"
Beklentilerin neydi?
"Öncelikle, Türkiye merkezli Documentarist, Bifed gibi uluslararası belgesel film festivallerini hem takip eden hem de çeşitli yıllarda organizasyon kısmında yer alan biri olarak; başka bir ülkede düzenlenen benzer bir organizasyonu tanımak istedim. Organizasyonel yapısı, akademi ve proje geliştirme programları, film seçkisinin nasıl kategorize edildiği gibi noktaları merak ederek yola çıktım.
"Gelmeden önce festivalin web sitesinde gördüğüm 'endüstri' kelimesi bile başta bir mesafe hissettirdi ve özellikle bunu da anlamak istedim. Çünkü biz Türkiye'de böyle bir endüstriden bahsedemiyoruz. Hatta ben kişisel olarak da endüstrinin kaygılarından, gereklerinden özgürleşmek adına belgesel üretiyorum diye düşünüyordum. Bu yüzden bu farklı yapıyı yakından tanımak istedim.
"Türkiye'de kendimizi, sabah 'bu saatte niye hâlâ hava karanlık' diyerek uyandığımız andan itibaren bir politik duruşun içinde bulunuyoruz. Bu da üretirken iyice bir sıkışmışlıkla işimize yansıyabiliyor. IDFA'da bulunmanın, bu anlamda da bir adım daha uzaktan bakmayı sağlayacağını umarak geldim."
IDFA'dan eve ne götürüyorsun?
"Belgesel proje geliştirme atölyelerine başvuru süreçlerini, 'endüstri'nin Avrupa ayağını yerinde tanımış ve anlamış oldum. Bu tanıma sırasında da ülkemizden yanımda getirdiğim bagajları her adımda daha çok fark ettim. Uzakta kısa bir nefes aldım."
Festivali kapatıp biraz dinlendikten sonra yeni konularla yeniden görüşmek üzere Amsterdam'dan selamlar.
(SM/AÖ)