Doğan Şener'in anısına...
Bu seneki IDFA'nın benim için zirvelerinden biri İran'dan "Kaghaz-pareha (The Unseen/Görünmezler)" adlı yapıt oldu.
Tahran'da ne zaman uluslararası çapta mühim birileri ağırlanacak olsa sokakta yaşayan kadınların kapatıldığı özel bir tutukevini sinemacı Behzad Nalbandi yüksek seviyedeki bir estetikle yansıtıyor.
Yönetmen, çocukluğunda yaşadığı mahalleden bildiği, sokakta yaşayan bir kadının hatırası vicdanını oldum olası sızlattığından, cesur ve meşakkatli bir işe girişmiş. Filmin omurgasını oluşturan uzun ses kaydı, Nalbandi'nin mevzubahis tutukevine yaptığı çok özel ziyaret sırasında gerçekleşmiş. Fakat oraya girip korkunç şartlarda tutulan kadınlarla röportaj yapmasına yasakları delerek imkân tanıyan kişiye söz vermiş olduğundan görüntülü çekim yapmamış. Ama yine ufaklığından hafızasında kaldığı şekilde, İran'da genelde sokakta yaşayanların kullandığı karton kutu malzemesini büyük ustalıkla şahsen kullanarak stop-motion animasyonlu bir şaheser yaratmış.
Festivalin tanıtım metninde aktarıldığı kadarıyla yukarıda bahsedilen utanılacak karakterlerden erkek olanları, resmî ziyaretçiler başkenti terk ettiğinde tekrar sokağa salıveriliyormuş. Oysa haklarından, haysiyet ve hürriyetlerinden zaten men edilmiş kadınlar bir kere içeri alındılar mı bir daha serbest bırakılmıyormuş. Ne de olsa birçok toplumda ve bilhassa Müslüman diyarlarında olduğu gibi İran'da da kadın ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmekte. Üstelik söz konusu kadınlar sokakta yaşamaya mecbur olmuş, uyuşturucu ve uyarıcı müptelası, bazıları da seks işçisi olmak zorunda kalmışsa yalnız sistem değil, toplum tarafından da lanetlenmiştir.
Nalbandi şehrin dışındaki tutukevi atmosferini derin bir estetikle sunarken seyirciye katmanlı bir seyirlik imkânı tanıyor. Tutukevi hakkında kendi izlenimlerini bir üst ses olarak seyirciye aktarırken şiddete maruz kalmış, aşağılanmış, sefalet çekmiş kadınların anlattıkları donakalmanıza, öfkeyle dolmanıza veya gözyaşlarına boğulmanıza sebep oluyor. Çoğu kadın, yakınları tarafından dövülmüş, tecavüze uğradığı için dışlanmış, genç yaşta narkotik madde bağımlısı haline getirilmiş, aileyle toplumun kurbanıdır ve çıkış yolu bulamamaktadır. Mehrdad Oskouei'nin IDFA ödüllü "Güneşsiz Gölgeler (Sunless Shadows)" filminde ifade edildiği gibi, dış dünya onlar için yaşanması zor bir yer haline geldiğinden, kadın kadına olunan tutukevi, ilkel şartlarına rağmen tercih edilir durumdadır.
Uluslararası prömiyerini Amsterdam'da yapan, çeşitli animasyon tekniklerinin harmanlandığı 61 dakikalık belgesel "görünmez" karakterlerinin kimliğini kendilerini tehlike altında hissettikleri için ele vermese de hırıltılı seslerini bize çok derinden duyurup imdat çığlıkları haline getiriyor.
Orada neler oluyor?
2006 yapımı olsa da seyirciyi bir o kadar çarpan, belgesel estetiğini layıkıyla yansıtan, üstelik siyah-beyaz görüntünün gücünü etkinlikle kullanan Arcana adlı belgesel ise erkeklerin tutulduğu bir cezaevine eğiliyor. Bu sene IDFA'da onur konuğu olan, duayen sinemacı Patricio Guzmán'ın festival için seçtiği 10 adet favori filminden biri olan "Arcana"yı Cristobal Vicente Cruz ustalıkla yönetmiş ve hipnotik bir sanat eseri haline getirmiş.
Şili'nin Valparaiso şehrinin ortasındaki 150 senelik hapishane aslında kapatılmak üzeredir. Sinemacı Cristobal filmini çekmekte olduğu mekânı bir sene boyunca neredeyse her gün ziyaret eder, böylece cezaevinde tutulanların itimadını olabildiğince kazanır. Amacı aslında orada bulunmuş sayısız tutukluya saygı duruşunda bulunmaktır, bunu da layıkıyla başardığını söyleyebiliriz.
Filmde tutukluları kâh gündelik hayatlarında, kâh kamera karşısında röportaj verirken izliyoruz. Kendi ritmi ve kurallarıyla agresif bir devinim halindedir, fazlasıyla kalabalık devasa mekân. Bazı sekanslar kurum kapanıp hücreler boşaldıktan, avlular çöplere terk edildikten sonra çekilmiş olduğu için kaotik görüntülerden meditatif anlara zarifçe geçiş yapıyoruz. Sefalet içinde, temizlik sınırı çok düşük bir ortam olduğu kesindir, terk edilmişlik bu vaziyeti katmerlendirir.
Nevrotik bir karakterin birçok defa dilinin ucuna gelip bir türlü ifade edemediği "korkunç şeyler" olmaktadır içeride. Ahlaka aykırı, asla söylenmemesi gereken, sonuna kadar inkâr edilmesi şart gibi görünen şey nedir diye düşünmeye itiyor seyirciyi.
Daracık bir pencereden sızan loş ışıkta orta yaşlı bazı maço adamlar esrar içmektedir. Bir anda kadraja, klostrofobik hücreye tepeden adeta düşen oğlanlar girer...
Eşcinseller damda!
İki cinsiyetin birbirine kavuşamadığı ortamların olmazsa olmazı, homoerotik enerjiyi hissettiğimiz bir diğer belgesel Venezuela'nın en çetin cezaevlerinde çekilmiş "La Causa (The Cause/Dava)."
Andrés Figueredo'nun cesurca yönettiği etkileyici yapımda eşcinsel erkekler görünürde bir cezaevi binasının damında eğreti şartlarda barınmakta, cinsel seçimleri yüzünden ayrımcılığa tabi tutulmakta ve aşağıdaki tutuklularla ilişkiye girmemeleri için azami dikkatle izlenmektedir. Bir tanesinin ziyaretine gelmiş annesiyle epeyce uzak bir mesafeden konuşmaya, hasret gidermeye çalışmasına bir sekansta bire bir şahit oluyoruz.
Dünya prömiyeri IDFA'da gerçekleşen 83 dakikalık Venezuela yapımında bir cezalı, Amerika Birleşik Devletleri veya medeni bir ülkede üniforma ve kalacak yer gibi yetkililer tarafından öngörülen ayarlamaların orada geçerli olmadığını belirtiyor. Adaptasyon sürecini geçirmek üzere önce "Kilise"ye devam ediliyor, sonra kendine yaşama alanı seçme sürecine şahsen girişiliyor. Ne de olsa ülkede devlet yıllar önce cezaevlerinin iç yönetimini silahlı mahpuslara aktarmış, son yıllarda bu yetkiyi geri almaya çalışsa da pek başarılı olamamıştır.
Normal kapasitesinin çok üstündeki kurumda kurallar, hatta vergilendirme sistemi bile oraya özeldir. Ortak kasada biriken paralar crack, kokain ve onları ziyarete gelen çocuklarına hediye parası olarak değerlendirilmektedir.
Figueredo bazıları gizli kamerayla olmak üzere mevzubahis cezaevinde beş yıl boyunca çekim yapmış, nispeten popüler bir habercilik stilini benimsemiş olsa da çürümüş cezaevi sistemini ayrıntılarıyla afişe etmiş; darısı tüm gezegenin başına.
İşkenceyle sindirmeye çalışmak
Rejime karşı bir darbe hazırlığı içerisindeki 50 adamın vatan haini ilan edilip uzun süre kayıp sayılmalarına sebep olacak izolasyonları büyük acılara yol açtı.
Guzmán'ın seçkisinde yer alıp ustanın deyimiyle fazla tanınmayan bir hapishane belgeselindeki vaziyet "zindan" betimlemesini layıkıyla hak ediyordu.
Başka bir belgesel çekmediği düşünülen Davy Zylberfain'e ait "Vivre à Tazmamart (Living in Tazmamart/Tazmamart'ta Yaşamak)" Fas'ta Kral II Hasan'ın hüküm sürdüğü günlere bizi büyük bir hüzünle sürüklüyor.
Bir tiran olarak betimlenen kralın gazabı darbe girişimcilerinin herkesten habersiz, ülkenin en ücra bölgelerinden birine adeta canlı olarak gömülmelerine neden olacaktı. Ülkenin Doğusundaki çöl ikliminin ağır şartlarında karanlık hücrelerde tutulan cezalıların ışıkla teması engellendi, yargılanmadıkları için ne zaman serbest kalabileceklerine dair herhangi bir bilgi verilmedi, sefalet içinde ümitsizliğe sürüklenmeleri sağlandı. Birçokları oranın şartlarına uzun süre tahammül ettikten sonra öldü, hayatta kalmayı başarmış bazıları yönetmenin sorularına cevap verirken maruz kaldıkları gaddarlığı, vahşeti ve barbarlığı unutmadığından konuşmakta zorluk çekti.
Bir tanesi mütemadiyen geride bıraktığı hayatı, sevdiklerini anıp durmuştu, eksikliklerine dayanamadığı için çıldırarak hayatını yitirdi, bir diğeri aynı duruma düşmemek için mazisini tamamıyla unutup duygusal olarak özlemden uzak durmayı başararak hayatta kaldı. Çeşitli işkence biçimleri uygulandı fakat birbirlerini doğru dürüst göremeseler de mahpuslar aralarında sıkı bir dayanışmaya girdi, birbirlerinden desteği asla esirgemediler.
Yönetmenle yapılan her bir röportaj insanlık dışı muamelelerin kesinlikle kabul edilemeyeceğini ortaya çıkarırken insanın zulme dayanma gücü hususunda da ders niteliği oluşturuyor, cesaret veriyor. Fazlasıyla klostrofobik ortamı etkinlikle yansıtan konuşmacılardan bir tanesi, cehennem sıcaklığında, yer altındaki hücresinde tavana küçücük bir delik açıp ışığı içeri almayı başardığındaki mutluluğunu bizimle paylaşırken biz de mahpus oluveriyoruz...
Milano'da bir kale!
"San Vittore" adlı 12 dakikalık kısa film bizi cezaevinde yatan insanların çocuklarının duygu dünyasına etkinlikle sürüklüyor. Yine kapasitesinin üstünde işleyen yüksek güvenlikli bir hapishaneye misafir ediliyoruz. Fakat video sanatı hususunda uzmanlaşmış sinemacı Yuri Ancarani yakınlarını ziyarete giden çocukların maruz kaldığı güvenlik aramalarına, pembe sırt çantalarının, ayakkabılarının, ayrılamadıkları oyuncak bebeklerinin didik didik edilmesine tanık ediyor. Yüzlerini görmesek de ufacık çocukların iç titremelerini, heyecanlarını, sevdiklerine duydukları hasreti bire bir hissediyoruz.
Ne de olsa çıkar amacı gözetmeyen Associazione Bambinisenzasbarre Onlus derneğinin çalışmaları sayesinde hapishane ziyaretini ufaklıkların nasıl algıladığını resmen görüyoruz. Bu tecrübelerini resme dökmeleri istendiğinde hapishane parmaklıkları, kanlı bebekler, bir Ortaçağ kalesine benzettikleri San Vittore cezaevi çarpıcı resimlerde hayal dünyalarını bire bir yansıtıyor.
"Çok fazla sorumluluğum var" veya "Kendimi yalnız, savunmasız hissediyorum" gibi cümleler de resimlerini süsledikleri cümlelerden bazıları.
IDFA sırasında Hollanda prömiyeri gerçekleşen filmde konuşma yok, fakat ortamda yankılanan ayak sesleri, kapanan parmaklılar atmosferi başarıyla yansıtıyor; ses yönetiminde yüksek seviyelere ulaşılıyor, isabetli kadrajlar, yakın planlar seyirciyi etkisi altına alıyor.
Her ne kadar elini şefkatle tutup onu ziyaretin gerçekleşeceği odaya götüren gardiyanın işini özenle ifa ettiği görülse de güvenlik önlemlerinin çocukların üzerinde bıraktığı izler silinmez oluyor. (MT/AÖ)