Bu sene 9 – 20 Kasım tarihleri arasında düzenlenen Amsterdam Uluslararası Belgesel Festivali'nde (IDFA) sonuçlar 17 Kasım Perşembe akşamı açıklandı. Festivale katılım bu sene geçen iki yıla göre daha yüksek oldu, seyirci ve sektörün profesyonel temsilcileri IDFA'ya adeta akın etti.
Organizasyon muhtelif etkinliklerle dünya çapında bir belgesel pazarı olarak kendini bir kez daha kanıtladı, siyasi kimliğini de bir şekilde sürdürmüş oldu.
35. IDFA'da şu ana kadar seyretmiş olduğum belgesellerden dikkatimi çeken altı filmi aşağıda kısaca tanıtmayı uygun gördüm.
Resim piyasasının içyüzü
Hayat coşkusu perdeden taşan Apolonia Sokol çocukluğundan itibaren sanat camiasına aşina, kabiliyetli bir ressamdır. Paris'te başlayan bohem yaşantısı Kopenhag, New York ve İstanbul gibi merkezlerde sürmüş, çağdaş resim dünyasında dikkat çekebilmek için anarşist ruhundan ödünler vermek zorunda kalmıştır.
Apolonia'yı 13 sene boyunca gayet yakından takip etmiş olan Lea Glob'la ulaştıkları uyum sayesinde ayrıntısıyla tanıyor ve seviyoruz; hayat ve eğitim macerasındaki inişli çıkışlı anlarda kahramanımızla üzülüyor, endişeleniyor veya öfkeleniyoruz. Femen grubunun kurucu üyelerinden Oksana Şaçko'nun bir dönem hayatına girmesi, Apolonia'nın New York'taki sanat pazarının içinde kendini konumlandırmaya çalışması, İstanbul'da açtığı görkemli kişisel sergi ve daha birçok anekdot seyirciyi renkli olduğu kadar belirsizliklerle dolu bir dünyaya sürüklüyor.
Dünya prömiyerini Amsterdam'da gerçekleştiren 2022 Danimarka-Polonya-Fransa ortak yapımı Apolonia, Apolonia belgeseli IDFA'nın uluslararası yarışmasında yer aldı ve en iyi film ödülüne layık görüldü.
Müstesna kahramanının kendine has dünyasına 116 dakika boyunca nüfuz ederken bir kadın olarak sanat çevresinde sivrilebilmenin meşakkatli yanlarını da adeta tenimizde hissediyoruz.
Evin sessiz oluşuna bakma!
Halk dinî rejime artık katlanamayacağını kanıtlamış olsa da baskıcı devlet İran'da dehşet estirmeye devam ediyor. Sinema dünyasına yönelik sansür, sindirme ve susturma politikalarıyla da dünyaya rezil olmuş iktidar temsilcilerinin IDFA'ya uluslararası yarışma kapsamında katılan Silent House (Sessiz Ev) belgeselinin yönetmenlerine ülkelerinden çıkma izni vermemiş olması tesadüf mü?
Amatör fotoğrafçılığa ve bilhassa evlerinin içinde film çekmeye meraklı bir ailenin 40 yıllık macerası, bazıları için fazlasıyla mahrem sayılabilecek bir dünyaya sürüklüyor bizi. Her ne kadar belgeselin başrolünde Tahran'ın merkezinde, bahçe içinde görkemli bir villa olsa da asıl ailenin çalkantılı yaşamıyla haşır neşir oluyor, gittikçe artan dramatik anekdotlarla memleketin kara bahtı arasındaki paralellikleri kurmakta hiç zorlanmıyoruz.
Gittikçe köhneleşmekte olan bir zamanların fiyakalı villasıyla birlikte bizim de ruhumuz kararıyor, birbirinden renkli karakterlerin zaman içindeki evrimi, heyecanları ve hayal kırıklıkları seyirciye de adeta ayna tutuyor.
Farnaz ve Mohammadreza Jurabchian kardeşlerin cömertçe kotardığı İran-Fransa-Kanada-Filipinler-Katar ortak yapımı film Amsterdam'da dünya prömiyerini gerçekleştirdi. 100 dakika boyunca gayet zengin görsel malzemenin kıvrakça kurgulanmış olması sayesinde asla sıkılmıyor, "Dahası da mı var?" sorusunu defalarca kendimize soruyoruz. Her ne kadar filmin en sonunda üst sesin, gayet aşikâr olan vaziyet hakkındaki açıklayıcı cümleleri seyirciyle çoktan kurulmuş "Leb demeden leblebi" ayarındaki iletişime halel getiriyor olsa da bu açıklık ve samimiyet seviyesinde belgesellerin Türkiye coğrafyasında çekilebilmesini dilemeden edemiyoruz.
Otelin böylesi!
"Duvarların dili olsa da konuşsa" deyiminin çok yakıştığı New York'taki Chelsea oteldeyiz. Eski müşterileri kadar parlak ve çalkantılı bir maziye sahip "efsane" konaklama ve bohem yaşam alanı günümüzde ayakta kalmış olmasına rağmen azgın kapitalizme daha ne kadar dayanacak acaba?
Andy Warhol, Leonard Cohen, Janis Joplin, Patti Smith, Iggy Pop, Tom Waits, Marianne Faithfull, Joni Mitchell gibi sanatçılara, Stanley Kubrick, Dennis Hopper, Ethan Hawke, Jane Fonda gibi sinemacılara, Mark Twain, Tennessee Williams, Jack Kerouac, Allen Ginsberg, William S.Borroughs, Arthur Miller, Dylan Thomas gibi edebiyatçılara ev sahipliği yapmış hotelde dolaştığı hissedilen hayaletlerin laneti mekânın ruhunu korumaya yetecek mi?
Yönetmenler Amélie van Elmbt ve Maya Duverdier Dreaming Walls (Hayal Eden Duvarlar) adlı belgeselde nostaljiye bıktırmayacak kadar yer ayırıp daha çok günümüzde bir şekilde muhafaza edilebilmiş otelin ruhuna odaklanıyor ve canlı "hayalet" demekte zorlanmayacağımız bazı karakterlerle de New York folkloruna muzipçe göz kırpıyor.
IDFA'nın Best of Fests bölümünde yer alan 2022 Belçika-Fransa-Hollanda-İsveç-Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ortak yapımı 80 dakikalık film, mevzu hakkında derin malumat edinmek isteyenlere ilham veriyor.
Binanın parça parça sürdürülmekte olan renovasyon çalışmalarında bir zamanların klasikleşmiş estetiği çıkar amaçlı zihniyet uğruna feda ediliyor, yine de otelin direnmekte olan yıllanmış müşterileri optimist tavırlarını kaybetmemeye and içmiş gibi duruyor. İnşaatta çalışanlarla otel sakinlerinin her şeye rağmen candan ve sıcak ilişkisi de dikkate değer!
Çin bir ejderha mıdır?
Sundance 2022'de Jüri Büyük Ödülüne layık görülmüş The Exiles (Sürgünler) Çin'in ihtimamla unutturmaya çalıştığı Tiananmen öğrenci protestolarını ayrıntılarıyla hatırlama imkânı sağlıyor. Gayet barışçıl bir toplantı olmasına rağmen, eleştiriden fazlasıyla korkan rejimin güvenlik kuvvetlerince bastırılmış protesto kurbanlarının sayısı 1989'dan günümüze ortaya çıkmış değil.
Uygur kökenli karizmatik öğrenci lideri Wu'er Kaixi başta olmak üzere protestoların önde gelen bazı kahramanlarına saygı duymamak ne mümkün? (Tayvan'da sürgün hayatı sürdürüyor olsa da Kaixi'nin Uygur Türkleri davasına yönelik mücadelesi halen devam ediyor.)
Fakat filmin lokomotifi çocukluğundan beri ABD'de yaşamakta olan tecrübeli belgeselci Christine Choy. Söylemleri ve eleştirilerinde daima gayet cesur olan Choy protestolardan hemen sonra Tiananmen'in bilhassa üç sürgününe odaklanmış fakat çektiği malzemeyi bir türlü değerlendirememişti. Aradan geçen uzun süreden sonra, gayet parlak çekimleri Ben Klein ve Violet Columbus'un gerçekleştirdiği, muhalif kahramanların günümüzdeki halini yansıtan sekanslarla birleşiyor ve ortaya seyrine doyulmaz bir isyan filmi çıkıyor.
IDFA'nın Best of Fests bölümünde seyirciyle buluşan 96 dakikalık 2022 ABD-Tayvan-Fransa-Çin ortak yapımı film, tankların geçmesine izin vermeyen adam görüntüsüyle hafızaya kazınmış hadiseye derinlik katıyor. Çin için bir tabu sayılan Tiananmen'i kısa bir süre önce Nancy Pelosi'nin dünya gündemine taşıdığını da unutmayalım. Oysa bir zamanlar, demokratik rejim olduklarını iddia eden ve Çin'den ürken devletlerin ülkeyle ticari ilişkileri geliştirmek için sıraya girmiş olduğu aşikâr.
Gene de filmde, protestoların beyin takımı, ideallerini gerçekleştirememiş olmanın örselenmişliğini yaşıyor olsalar da ümitlerini yitirmiş değiller.
Çin kırıklığı
Melih Gökçek'in Ankapark'ından daha "müthiş" bir kırıklıkla karşı karşıyayız. Çin'in Çonking kentinin hemen dışındaki "eğlence" parkı, gri bir gökyüzünün altında hayatına renk katmaya çalışanlara şifa oluyor muydu? Yabancılar Sokağı adını taşıyan kiç ötesi "estetik harikası", ruhani değerlerden iyice uzaklaştırılıp köle olmak üzere robotlaştırılmış halkı oyalamaktan öteye geçebiliyor muydu?
2006 yılında açılmış çirkinlik abidesinde UFO'lardan Rio de Janeiro'daki İsa heykelinin minyatürü denebilecek versiyonuna, Taylandlı transların erotik danslarından kalabalıkları parkın içinde gezdiren mini trene, erişkin insanlara lunaparktaki çocuk muamelesini reva görenlerin coğrafyada sayısız örneği olan geniş spektrumlu dâhiyane mekanizmasına nüfuz ediyoruz.
Aslında fotoğrafçı olan Just an Alien (Sadece bir Uzaylı) belgeselinin yönetmeni Weicheng Hua mevzuyu yeterince ama abartmadan kanırtarak dikkatimize sunuyor. Rehberimiz parkın ruhunu fazlasıyla özümsemişe benzeyen, berduş olduğu kadar kozmik, hatta astral kişilik Zhighuo Sun. Arada öfke ve sinir krizleri geçirse de parkın afyon yutmuşa benzeyen gündelik müşterilerine göre farkındalığı çok daha yüksek, bilgece bir tavır sergiliyor. Aşırı hassas bir ruh yapısına sahip olduğu kesin, genelde neşeli olma halinden ödün vermek istemeyen, mistik varoluşunu takıntılı bir şaman gibi sürdüren bir ermiş adeta.
Dünya prömiyerini Amsterdam'da gerçekleştiren film IDFA'nın Envision bölümünde yarıştı. 2022 Çin yapımı 71 dakikalık, kasvetli olduğu kadar eğlenceli seyirlik hem asıl kahramanın, hem de itici olduğu kadar fotojenik parkın potansiyelinden layıkıyla yararlanıyor, esprili çekim numaraları, tesirli montajı ve sürprizleriyle seyirciyi büyülüyor.
Çin'i taklit eden memleketlerde bilhassa tahmin edilebileceği gibi, filmin sonunda parkın inşaat sektörüne teslim edilmek üzere yıkıldığını ve lüks bir iskân sahasına dönüşeceğini anlıyoruz.
Kimyasal silah mı dediniz?
ABD'nin Irak'ı işgal mazeretinin yalan olduğu çoktan ortaya çıkmış olsa da meseleyi bir de dünyalar tatlısı bir diplomatın şahsi tecrübesi üzerinden deneyimlemeye ne dersiniz?
O zamanlar Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (OPCW) ilk Genel Direktörü görevini layıkıyla sürdürmekte olan Brezilyalı hariciyeci José Bustani'nin dünyasına hoş geldiniz. Onu piyanosunun başında nezih konser salonlarında gördüğümüz gibi, diplomasi dünyasının asaletle bezenmiş olduğu kadar çetrefilli ve tehlikeli koridorlarında da izliyoruz. Dünyamızın geldiği hal düşünülürse belki de fazla idealist sayılabilecek Bustani, ABD ve Birleşik Krallığın çirkin planlarının kokusunu vakitlice alıyor ve savaşı durdurmaya çalışıyor. Aile fertlerine yönelik olanlar dâhil ABD'nin tehditlerine boyun eğmiyor fakat malum uluslararası çıkar döngülerinin kurbanı olup iftiralarla apar topar görevinden alınıyor ve Irak'ın işgali başlıyor.
Sinfonia de um homem comum (A Symphony for a Common Man/Sıradan bir İnsan için Senfoni) adlı belgesel 86 dakika boyunca seyirciyi avucuna alıp devletlerin utanmadan yalan söyleyebildiğini bir kez daha yüzümüze çarpıyor. Kimyasal silah sektörünün muhtelif coğrafyalardaki dışa vurumları hakkında da bizi bilgilendiren 2022 Brezilya yapımı belgeselin yönetmeni José Joffily'nin jeopolitik bağlamda bizi ikna ettiği kesin.
IDFA'nın Frontlight bölümünde yer alıp Amsterdam'da Avrupa prömiyerini gerçekleştiren filmde Bustani'nin baş düşmanının, George W.Bush'un şahinlerinden John Bolton olduğunu görüyoruz.
Aynı şahsiyetin Donald Trump döneminde 27.Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak tekrar karşımıza çıktığını da unutmayalım.
Bustani'ye dönersek, aslında onu bu mühim makama münasip görmüş Brezilya hükümetinden de gerekli desteği görmediğine inanıp siyasi çevrelerden uzaklaşıyor. Fakat akabinde seçilen Lula ona hakettiği saygıyı göstererek Londra Büyükelçisi makamını uygun görüyor.
Geçenlerde Bolsonaro'yu bertaraf eden Lula, Bustani'yi tekrar karşımıza çıkarsa fena mı olur?
Azınlıkta kalmış, onun kadar cesur, prensip sahibi ve ahlaklı kişilere gezegen çapında büyük ihtiyaç var! (MT/SD)