Bu sene 9 – 20 Kasım tarihleri arasında düzenlenen Amsterdam Uluslararası Belgesel Festivali'nde (IDFA) sonuçlar 17 Kasım Perşembe akşamı açıklandı. Festivale katılım bu sene geçen iki yıla göre daha yüksek oldu, seyirci ve sektörün profesyonel temsilcileri IDFA'ya adeta akın etti.
Organizasyon muhtelif etkinliklerle dünya çapında bir belgesel pazarı olarak kendini bir kez daha kanıtladı, siyasi kimliğini de bir şekilde sürdürmüş oldu.
35. IDFA'da şu ana kadar seyretmiş olduğum belgesellerden dikkatimi çeken altı filmi aşağıda kısaca tanıtmayı uygun gördüm.
Resim piyasasının içyüzü
Hayat coşkusu perdeden taşan Apolonia Sokol çocukluğundan itibaren sanat camiasına aşina, kabiliyetli bir ressamdır. Paris'te başlayan bohem yaşantısı Kopenhag, New York ve İstanbul gibi merkezlerde sürmüş, çağdaş resim dünyasında dikkat çekebilmek için anarşist ruhundan ödünler vermek zorunda kalmıştır.
Apolonia'yı 13 sene boyunca gayet yakından takip etmiş olan Lea Glob'la ulaştıkları uyum sayesinde ayrıntısıyla tanıyor ve seviyoruz; hayat ve eğitim macerasındaki inişli çıkışlı anlarda kahramanımızla üzülüyor, endişeleniyor veya öfkeleniyoruz. Femen grubunun kurucu üyelerinden Oksana Şaçko'nun bir dönem hayatına girmesi, Apolonia'nın New York'taki sanat pazarının içinde kendini konumlandırmaya çalışması, İstanbul'da açtığı görkemli kişisel sergi ve daha birçok anekdot seyirciyi renkli olduğu kadar belirsizliklerle dolu bir dünyaya sürüklüyor.
Dünya prömiyerini Amsterdam'da gerçekleştiren 2022 Danimarka-Polonya-Fransa ortak yapımı Apolonia, Apolonia belgeseli IDFA'nın uluslararası yarışmasında yer aldı ve en iyi film ödülüne layık görüldü.
Müstesna kahramanının kendine has dünyasına 116 dakika boyunca nüfuz ederken bir kadın olarak sanat çevresinde sivrilebilmenin meşakkatli yanlarını da adeta tenimizde hissediyoruz.
Evin sessiz oluşuna bakma!
Halk dinî rejime artık katlanamayacağını kanıtlamış olsa da baskıcı devlet İran'da dehşet estirmeye devam ediyor. Sinema dünyasına yönelik sansür, sindirme ve susturma politikalarıyla da dünyaya rezil olmuş iktidar temsilcilerinin IDFA'ya uluslararası yarışma kapsamında katılan Silent House (Sessiz Ev) belgeselinin yönetmenlerine ülkelerinden çıkma izni vermemiş olması tesadüf mü?
Amatör fotoğrafçılığa ve bilhassa evlerinin içinde film çekmeye meraklı bir ailenin 40 yıllık macerası, bazıları için fazlasıyla mahrem sayılabilecek bir dünyaya sürüklüyor bizi. Her ne kadar belgeselin başrolünde Tahran'ın merkezinde, bahçe içinde görkemli bir villa olsa da asıl ailenin çalkantılı yaşamıyla haşır neşir oluyor, gittikçe artan dramatik anekdotlarla memleketin kara bahtı arasındaki paralellikleri kurmakta hiç zorlanmıyoruz.
Gittikçe köhneleşmekte olan bir zamanların fiyakalı villasıyla birlikte bizim de ruhumuz kararıyor, birbirinden renkli karakterlerin zaman içindeki evrimi, heyecanları ve hayal kırıklıkları seyirciye de adeta ayna tutuyor.
Farnaz ve Mohammadreza Jurabchian kardeşlerin cömertçe kotardığı İran-Fransa-Kanada-Filipinler-Katar ortak yapımı film Amsterdam'da dünya prömiyerini gerçekleştirdi. 100 dakika boyunca gayet zengin görsel malzemenin kıvrakça kurgulanmış olması sayesinde asla sıkılmıyor, "Dahası da mı var?" sorusunu defalarca kendimize soruyoruz. Her ne kadar filmin en sonunda üst sesin, gayet aşikâr olan vaziyet hakkındaki açıklayıcı cümleleri seyirciyle çoktan kurulmuş "Leb demeden leblebi" ayarındaki iletişime halel getiriyor olsa da bu açıklık ve samimiyet seviyesinde belgesellerin Türkiye coğrafyasında çekilebilmesini dilemeden edemiyoruz.
Otelin böylesi!
"Duvarların dili olsa da konuşsa" deyiminin çok yakıştığı New York'taki Chelsea oteldeyiz. Eski müşterileri kadar parlak ve çalkantılı bir maziye sahip "efsane" konaklama ve bohem yaşam alanı günümüzde ayakta kalmış olmasına rağmen azgın kapitalizme daha ne kadar dayanacak acaba?
Andy Warhol, Leonard Cohen, Janis Joplin, Patti Smith, Iggy Pop, Tom Waits, Marianne Faithfull, Joni Mitchell gibi sanatçılara, Stanley Kubrick, Dennis Hopper, Ethan Hawke, Jane Fonda gibi sinemacılara, Mark Twain, Tennessee Williams, Jack Kerouac, Allen Ginsberg, William S.Borroughs, Arthur Miller, Dylan Thomas gibi edebiyatçılara ev sahipliği yapmış hotelde dolaştığı hissedilen hayaletlerin laneti mekânın ruhunu korumaya yetecek mi?
Yönetmenler Amélie van Elmbt ve Maya DuverdierDreaming Walls (Hayal Eden Duvarlar) adlı belgeselde nostaljiye bıktırmayacak kadar yer ayırıp daha çok günümüzde bir şekilde muhafaza edilebilmiş otelin ruhuna odaklanıyor ve canlı "hayalet" demekte zorlanmayacağımız bazı karakterlerle de New York folkloruna muzipçe göz kırpıyor.
IDFA'nın Best of Fests bölümünde yer alan 2022 Belçika-Fransa-Hollanda-İsveç-Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ortak yapımı 80 dakikalık film, mevzu hakkında derin malumat edinmek isteyenlere ilham veriyor.
Binanın parça parça sürdürülmekte olan renovasyon çalışmalarında bir zamanların klasikleşmiş estetiği çıkar amaçlı zihniyet uğruna feda ediliyor, yine de otelin direnmekte olan yıllanmış müşterileri optimist tavırlarını kaybetmemeye and içmiş gibi duruyor. İnşaatta çalışanlarla otel sakinlerinin her şeye rağmen candan ve sıcak ilişkisi de dikkate değer!
Çin bir ejderha mıdır?
Sundance 2022'de Jüri Büyük Ödülüne layık görülmüş The Exiles (Sürgünler) Çin'in ihtimamla unutturmaya çalıştığı Tiananmen öğrenci protestolarını ayrıntılarıyla hatırlama imkânı sağlıyor. Gayet barışçıl bir toplantı olmasına rağmen, eleştiriden fazlasıyla korkan rejimin güvenlik kuvvetlerince bastırılmış protesto kurbanlarının sayısı 1989'dan günümüze ortaya çıkmış değil.
Uygur kökenli karizmatik öğrenci lideri Wu'er Kaixi başta olmak üzere protestoların önde gelen bazı kahramanlarına saygı duymamak ne mümkün? (Tayvan'da sürgün hayatı sürdürüyor olsa da Kaixi'nin Uygur Türkleri davasına yönelik mücadelesi halen devam ediyor.)
Fakat filmin lokomotifi çocukluğundan beri ABD'de yaşamakta olan tecrübeli belgeselci Christine Choy. Söylemleri ve eleştirilerinde daima gayet cesur olan Choy protestolardan hemen sonra Tiananmen'in bilhassa üç sürgününe odaklanmış fakat çektiği malzemeyi bir türlü değerlendirememişti. Aradan geçen uzun süreden sonra, gayet parlak çekimleri Ben Klein ve Violet Columbus'un gerçekleştirdiği, muhalif kahramanların günümüzdeki halini yansıtan sekanslarla birleşiyor ve ortaya seyrine doyulmaz bir isyan filmi çıkıyor.
IDFA'nın Best of Fests bölümünde seyirciyle buluşan 96 dakikalık 2022 ABD-Tayvan-Fransa-Çin ortak yapımı film, tankların geçmesine izin vermeyen adam görüntüsüyle hafızaya kazınmış hadiseye derinlik katıyor. Çin için bir tabu sayılan Tiananmen'i kısa bir süre önce Nancy Pelosi'nin dünya gündemine taşıdığını da unutmayalım. Oysa bir zamanlar, demokratik rejim olduklarını iddia eden ve Çin'den ürken devletlerin ülkeyle ticari ilişkileri geliştirmek için sıraya girmiş olduğu aşikâr.
Gene de filmde, protestoların beyin takımı, ideallerini gerçekleştirememiş olmanın örselenmişliğini yaşıyor olsalar da ümitlerini yitirmiş değiller.
Çin kırıklığı
Melih Gökçek'in Ankapark'ından daha "müthiş" bir kırıklıkla karşı karşıyayız. Çin'in Çonking kentinin hemen dışındaki "eğlence" parkı, gri bir gökyüzünün altında hayatına renk katmaya çalışanlara şifa oluyor muydu? Yabancılar Sokağı adını taşıyan kiç ötesi "estetik harikası", ruhani değerlerden iyice uzaklaştırılıp köle olmak üzere robotlaştırılmış halkı oyalamaktan öteye geçebiliyor muydu?
2006 yılında açılmış çirkinlik abidesinde UFO'lardan Rio de Janeiro'daki İsa heykelinin minyatürü denebilecek versiyonuna, Taylandlı transların erotik danslarından kalabalıkları parkın içinde gezdiren mini trene, erişkin insanlara lunaparktaki çocuk muamelesini reva görenlerin coğrafyada sayısız örneği olan geniş spektrumlu dâhiyane mekanizmasına nüfuz ediyoruz.
Aslında fotoğrafçı olan Just an Alien (Sadece bir Uzaylı) belgeselinin yönetmeni Weicheng Hua mevzuyu yeterince ama abartmadan kanırtarak dikkatimize sunuyor. Rehberimiz parkın ruhunu fazlasıyla özümsemişe benzeyen, berduş olduğu kadar kozmik, hatta astral kişilik Zhighuo Sun. Arada öfke ve sinir krizleri geçirse de parkın afyon yutmuşa benzeyen gündelik müşterilerine göre farkındalığı çok daha yüksek, bilgece bir tavır sergiliyor. Aşırı hassas bir ruh yapısına sahip olduğu kesin, genelde neşeli olma halinden ödün vermek istemeyen, mistik varoluşunu takıntılı bir şaman gibi sürdüren bir ermiş adeta.
Dünya prömiyerini Amsterdam'da gerçekleştiren film IDFA'nın Envision bölümünde yarıştı. 2022 Çin yapımı 71 dakikalık, kasvetli olduğu kadar eğlenceli seyirlik hem asıl kahramanın, hem de itici olduğu kadar fotojenik parkın potansiyelinden layıkıyla yararlanıyor, esprili çekim numaraları, tesirli montajı ve sürprizleriyle seyirciyi büyülüyor.
Çin'i taklit eden memleketlerde bilhassa tahmin edilebileceği gibi, filmin sonunda parkın inşaat sektörüne teslim edilmek üzere yıkıldığını ve lüks bir iskân sahasına dönüşeceğini anlıyoruz.
Kimyasal silah mı dediniz?
ABD'nin Irak'ı işgal mazeretinin yalan olduğu çoktan ortaya çıkmış olsa da meseleyi bir de dünyalar tatlısı bir diplomatın şahsi tecrübesi üzerinden deneyimlemeye ne dersiniz?
O zamanlar Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (OPCW) ilk Genel Direktörü görevini layıkıyla sürdürmekte olan Brezilyalı hariciyeci José Bustani'nin dünyasına hoş geldiniz. Onu piyanosunun başında nezih konser salonlarında gördüğümüz gibi, diplomasi dünyasının asaletle bezenmiş olduğu kadar çetrefilli ve tehlikeli koridorlarında da izliyoruz. Dünyamızın geldiği hal düşünülürse belki de fazla idealist sayılabilecek Bustani, ABD ve Birleşik Krallığın çirkin planlarının kokusunu vakitlice alıyor ve savaşı durdurmaya çalışıyor. Aile fertlerine yönelik olanlar dâhil ABD'nin tehditlerine boyun eğmiyor fakat malum uluslararası çıkar döngülerinin kurbanı olup iftiralarla apar topar görevinden alınıyor ve Irak'ın işgali başlıyor.
Sinfonia de um homem comum (A Symphony for a Common Man/Sıradan bir İnsan için Senfoni) adlı belgesel 86 dakika boyunca seyirciyi avucuna alıp devletlerin utanmadan yalan söyleyebildiğini bir kez daha yüzümüze çarpıyor. Kimyasal silah sektörünün muhtelif coğrafyalardaki dışa vurumları hakkında da bizi bilgilendiren 2022 Brezilya yapımı belgeselin yönetmeni José Joffily'nin jeopolitik bağlamda bizi ikna ettiği kesin.
IDFA'nın Frontlight bölümünde yer alıp Amsterdam'da Avrupa prömiyerini gerçekleştiren filmde Bustani'nin baş düşmanının, George W.Bush'un şahinlerinden John Bolton olduğunu görüyoruz.
Aynı şahsiyetin Donald Trump döneminde 27.Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak tekrar karşımıza çıktığını da unutmayalım.
Bustani'ye dönersek, aslında onu bu mühim makama münasip görmüş Brezilya hükümetinden de gerekli desteği görmediğine inanıp siyasi çevrelerden uzaklaşıyor. Fakat akabinde seçilen Lula ona hakettiği saygıyı göstererek Londra Büyükelçisi makamını uygun görüyor.
Geçenlerde Bolsonaro'yu bertaraf eden Lula, Bustani'yi tekrar karşımıza çıkarsa fena mı olur?
Azınlıkta kalmış, onun kadar cesur, prensip sahibi ve ahlaklı kişilere gezegen çapında büyük ihtiyaç var! (MT/SD)
“Festivalde 'Bakur' sansürlendikten sonra sansür, adım adım her yere bulaştı”
“Gênco” ve “Veşartî” filmleriyle tanınan yönetmen Ali Kemal Çınar ile İstanbul Film Festivali'ndeki sansür tartışmaları ile Kürt ve LGBTİ+ sinemasına yönelik baskıları konuştuk.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 11-22 Nisan 2025’te 44. kez düzenlenecek olan İstanbul Film Festivali, bu yıl programında önemli bir değişikliğe gitti.
Ulusal yarışmaların formatı değiştirilip belgesel yarışması tamamen kaldırılırken, kuir filmlere yer verilen klasikleşmiş “Nerdesin Aşkım?” bölümü de bu yıl festival programından çıkarıldı. Festivalin kararı, kültürel alandaki sansür mekanizmalarının derinleştiği ve kuir sinemanın sistematik olarak dışlandığı yönünde eleştirilere neden oldu.
“Gênco” ve “Veşartî” gibi filmleriyle tanıdığımız Kürt yönetmen Ali Kemal Çınar, İstanbul Film Festivali’ndeki sansür tartışmalarını değerlendirirken, Kürt ve LGBTİ+ sinemasının maruz kaldığı baskılara dikkat çekti.
Devlet sansürüyle şekillenen otosansür ortamını, Kürt sinemasının görünürlüğünü ve üretim imkânlarını daraltan yapısal sorunlarla birlikte ele alan Çınar, "bağımsız sinema" kavramının da içinin boşaldığını söyledi.
“Festival yapıcıların koku alma yetenekleri devleti bile şaşırtır düzeyde”
İstanbul Film Festivali’nin ve İKSV’nin bu yıl da sansür iddialarıyla gündeme gelmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Geçmişte Kürt yönetmenlerin yaşadığı benzer deneyimlerle nasıl bir paralellik kuruyorsunuz?
İKSV’nin düzenlediği İstanbul Film Festivaline ilk kez katıldığım yılda da sansür gündemdeydi. O yıl “Bakur” filmi sansürlenmişti. Yıl 2014’tü, aradan 11 yıl geçmiş ve hâlâ filmler üzerindeki sansürü konuşuyoruz. Maalesef daha çok konuşacağız gibi de duruyor. Bugünlerde de “Nerdesin Aşkım?” bölümünün festivalden kaldırıldığını ve sansürlendiğini görüyoruz. Sanırım her sistem kendisiyle ilgili en küçük bir tehdit veya kaygı duyduğunda en zayıf olarak düşündüğü ve vazgeçebileceği kesimi kolayca harcayabiliyor. Bu Türkiye’de iktidarın da hassasiyetleri gereği olarak ya LGBTİ+ filmleri ya da Kürt filmleri oluyor.
Kürt sineması uzun süredir hem tematik hem dilsel nedenlerle sansüre uğruyor. Sizce bu baskının temelinde devlet politikaları mı, yoksa sektörün kendi içindeki otosansür mü daha etkili?
Tabii ki sansür, öncelikle yukarıdan yani devletten gelen talep doğrultusunda şekilleniyor. O sansürün şekli açık ve net belirdikten sonra artık geri kalanı da bunun muhatabı olan kişilerce artarak uygulanıyor. CİMER gibi şikâyet hatlarının nedeni de bu. Devlet her şeyi düşünemediğini, eksik kaldığını düşündüğünü noktada halkından kendisine bunu hatırlatmasını istiyor. Bu durumda otosansür rahatlıkla devletin sansür isteklerinin yerine getirildiği bir mekanizma oldu. Festival yapıcıların koku alma yetenekleri devleti bile şaşırtır düzeyde artık. En ufak bir pürüze müsaade edilmeyecek şekilde çalıştıklarını görüyoruz. Bunu salt festival yönetimi için değil, bütün üyeleri için de düşünebiliriz. Ön jüriden tutun da ana jüri ve geri kalan her unsuru da böyle bir farkındalık içinde. Açık açık konuşmalarına da gerek kalmıyor, herkes o tedrisattan geçtiğinden göz temasıyla bile anlaşabildiklerini gördük.
“Neredeyse artık hiçbir yerde yer almamaya başladım”
Sansür sadece içeriklere değil, prodüksiyon ve dağıtım kanallarına da yansıyor. Kürt bir yönetmen olarak fon, dağıtım ve görünürlük konusunda ne gibi engellerle karşılaşıyorsunuz?
Sansür meselesi tabii ki sadece benim veya bir başkasının kişisel bir meselesi değil ve kişisel bir mesele olarak da algılamamak gerekiyor. Sansüre maruz kalan sanatçının bunu genelleştirme çabasıyla da ancak toplumsallaşabilir, sansür. Sansür uygulayıcılarını açık etmenin en doğru yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Benim de bu süreçte kendime göre çeşitli tecrübelerim oldu, tabii. Bu sadece festivallerden değil, kişilerden de gördüğüm bir muamele.Yani sinemacı arkadaşlardan, özellikle muhalif görünenlerden… İsim vermeden bu bilgiyi ortaya atıyorum, bilen biliyor. Yani alın bu bilgiyle ne yaparsanız yapın (gülüyor).
Benim ilk uzun filmim 2013 tarihlidir. Başlarda sanatsal olarak kısmen bir yerlere girebiliyordum, çok normal; filmleri seven olur sevmeyen olur, olması gereken de bu zaten. Sonrasında sansürle birlikte neredeyse artık hiçbir yerde yer almamaya başladım. Gittikçe filmlerimin görünürlüğü azalmaya başladı. Öyle ki en iyi film, en iyi proje ödüllerimin olduğunu festivallere bile giremez oldum. Bunu gülümseyerek söylüyorum, hiç dramatize edecek ciddiyetim yok bunlara karşı. Acı olan şu; filmin iyi olup olmama meselesi artık tartışma dışı. Herkesin aklına direkt sansür gelmesi bile bu dönemi anlatması açısından yeterli artık.
“‘Bakur’ sansürü fitili yaktı”
Kürt yönetmenler olarak, LGBTİ+ yönetmenlerin yaşadığı baskılarla nasıl bir dayanışma kurulabilir? Sizce bu iki alanın mücadeleleri nasıl kesişebilir?
Dayanışmadan başka bir seçeneğimiz yok. Bir Kürt sinemacı ve birey olarak bu ülkede yanında duracağım kesim LGBTİ+ hareketi olur ancak. Gerçekten muhalefet diye sunulan kesimin sadece kendi imtiyazını kaybetmekten dolayı muhalefet yaptığını; ama aslında hiçbir şekilde politik olmadığını, seninle ortaklaşmadığını da görüyoruz. Alanda da, sokakta da sadece mücadele eden Kürtler, kadınlar ve LGBTİ+’lar oluyor. Geri kalan kendine muhalefet diyen milliyetçi, ulusalcı kesim. Maalesef onlarla alanda da sinema dünyasında da muhatap olmak zorunda kalıyoruz. Yapacağımız şey kendi filmlerimizle birbirimizi görünür kılmak ve her alanda birlikte mücadele etmek.
İstanbul Film Festivali gibi köklü kurumların bu iddialara alan açacak pratikler sergilemesi bağımsız sinema açısından ne anlama geliyor?
Başta da dediğim gibi İstanbul Film Festivali “Bakur”u sansürleyerek bu dönemin sansür fitilini yakmış oldu. Sonrasında sansür adım adım her tarafa bulaştı. O dönem Bakur’un sansürlenmesine karşı duran olsa da büyük çoğunluğu zorunluluktan filmlerini geri çekip festivali boşa düşürdüler. O dönemin havasında bu zorunluluktu, sonrasında iklim iktidara doğru yöneldikçe festivaller ve sinemacılar da bu rüzgâra kapılmış oldu. Bu dönemde bağımsız sinemacılığın da gerçek yüzünü gördük aslında. Kim hâlâ bağımsız olmaktan bahsedebilir ki? Dikkat edilirse son yıllarda hiç kimse bu terimi üzerine de almıyor. Eskiden bağımsız olmanın bir getirisi olduğu için belki de bağımsız sinemacı olmak cazip geliyordu. Bu da ancak festivaller aracılığıyla oluyordu. Festivallerin kendisinin bağımsızlığı ortadan kalkınca bu kavram da artık anlamsız ve herkese yük olmaya başladı.
"Bakur" filminden bir kare.
“Ne şeytanı gör ne de dua oku”
İstanbul Film Festivali dışındaki festivallerin ifade özgürlüğü karnesi nasıl?
Hepsi de benzer aslında ve ayrıca meşru bir yol da bulmuş durumdalar. “Ne şeytanı gör ne de dua oku,” misali baştan itibaren başlarına iş açacak filmleri zaten elemiş oluyorlar. Burada gizli sansürden bahsetmek gerekiyor. Öğrenilen şey dediğim de bu. Herkes öyle bir tedrisattan geçti ki neyin başlarına iş açıp, açmayacağını filmin estetiğine bakmaksızın elemiş oluyorlar. Bulundukları alanı kaybetmemek, hayatlarına aynı konforla devam etmek için kendilerine buldukları yegane bir çözüm. Asla da geriye dönüp bütün bu olup bitenlerin muhasebesini de yapmayacaklar. Sansürden kaçıp tatil beldesinde hiç risk almadan festival bile yaptılar. Onlar da herhalde kendilerine göre haklıdır. Bilemiyorum.
“Kürtçe film yapanların sayısı eskiye nazaran çok daha düşük”
Sansür karşısında Kürt sinemacılar nasıl bir strateji geliştiriyor? Alternatif gösterim yolları, uluslararası festivaller ya da dijital mecralar bu noktada nasıl bir rol oynuyor?
Kürdün siyaset dışında birine ya da birilerine yaptırım uygulayacak bir gücü yok. Bu da bizim zayıf noktamız. Neden hâlâ kendi üretim biçimimizi oluşturamadık ve dağıtım araçlarından mahrumuz? Diyarbakır’da yaşayan ve film üreten biri olarak bu da benim en temel meselem. Hem resmî hem de sivil bileşenlerle irtibat içinde olmama ve harekete geçirmek istememe rağmen hiçbir sonuç alamadım. Kendim için hiçbir problemim yok aslında. İstediğim zaman istediğim şekilde filmimi yapıyorum. Kendi arkadaşlarım ve ekibim var, gittikçe de artıyor. 10 sene önceki gibi de değiliz. Hem tecrübemiz hem de bilgimiz var artık. Ben ve benim gibi olan arkadaşlarım bir şeyler yaptık, geriden gelenlere ne olacak? Bunun için de güçlü inisiyatiflerin devreye girmesi gerekiyor.
Siyasetin bir kültür politikası, bir üretim politikası olmalı ki bu pratik bizden sonrakilere doğru bir şekilde aktarılabilsin. Biz de bundan mustaribiz. Ne zaman düzeleceğine dair bir öngörüm de yok. Bir Kürt film üretmek istediğinde maalesef herhangi bir Kürt oluşumdan bir destek alma ihtimali çok düşük. Bunları bir an önce çözmemiz lazım. Yoksa Türkiye’nin üretim sistemine mahkûm Kürt sinemacılar olarak kalmaya devam edeceğiz. Kimseden derviş olmasını bekleyemeyiz, altı üstü bir film yapacağız. Kürtçe film yapanların sayısı eskiye nazaran çok daha düşük. Bunun da başlıca nedeni Kürtlerin bir kültür, sanat politikasının olmaması. Kürt sinemacılarının filmlerinin maddi karşılık bulamaması. Bu da bu işin devamı için en önemli unsur.
Ali Kemal Çınar'ın "Veşartî" filminden bir kare.
Sansürlenen filmlerin toplumsal bellekteki yeri sizce nasıl şekilleniyor? Bazen engellenmek, filmin politik etkisini artırabilir mi?
Hep şikâyet edilen hafızasızlık mevzusu burada da geçerli. Sadece bir başkasının yapıp ettiklerini değil kendi tecrübelerimizi de unutuyoruz. Her şey bu ülkede o kadar hızlı ve o kadar çok ki, hangi biriyle hesaplaşıp hafızada yer etmesini sağlayacağız? Bunun için de zaman ve çaba gerekiyor. Bize bir olaydan sonra bütün bunları yapabilecek zaman tanınmıyor, hemen başka bir olaya geçerek öncekini de silip ilerliyoruz. Sanat tabii ki bunu kalıcılaştırır. Ben artık film çekmeyi arşivlemek olarak görüyorum. Kasten bazı politik meseleleri filmde küçük bir detay gibi dursa da yedirmeye çalışıyorum ki yıllar sonra izlendiğinde o dönemle ilgili hiç değilse bir ipucu, bir kalıntı fark edilsin istiyorum. Öbür türlü film yapmanın bir gereği kalmamış oluyor, benim için. Engellere karşı herkesin tavrı farklı olabiliyor. Bende tersi işliyor, Kürt inadım devreye giriyor. Daha politik olma ihtiyacım doğuyor. Geneli üzerinde düşününce de engellerle bir İran sineması olabilecekken tam tersi, kişisel ama bir şeye de dokunmayan bir sinema ortaya çıktı.
“Kürt sinemacılar da kendi sinemasından ödün veriyor”
Kürt sinemasının bugününü ve geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sansürle mücadelede ortak bir sinema politikasının oluşturulması mümkün mü?
Bizi bir araya hiçbir güç getiremedi ki sansür getirsin. Ancak Newroz alanında bütün Kürtleri bir arada görebilirsiniz, bir de halaylarda. Bu kulağa tabii ki kötü gelmiyor ama artık bunun ötesine de geçmek gerekiyor. Ayrıca bir araya gelmek bize bir fayda sağlar mı, ondan da emin değilim. Hepimiz kendimizden çok razıyız, eminiz. Dediğim gibi bu benim sorunum olmaktan çıkmış bir şey. Sonuçta herkes kendine benzeyen, kendisini anlayan kişilerle ortaklaşabilir. Ve bu büyük bir çoğunluğa karşılık gelmiyor, daha azıyla olabilen bir şey. Ondan da ciddi bir güç çıkmaz, hep tekil kalır. Bunu artıracak tek şey var o da siyasi iradedir. Onun da derdi başından aşkın olunca da uzun bir süre daha tekil başarılarla yetinmek zorunda kalacağız. Kürt sinemasının geleceği tekil örneklerle, başarılarla olacak gibi değil. Topyekûn bir çabaya ihtiyacımız var.
Bir yandan da şu an yeni bir süreç var, Kürt sorununda çözüm tartışmalarını kapsayan. Önceki Çözüm Süreci’nde Kürt sinemasının bir nebze de olsa nefes aldığını görmüştük. Son olarak buna dair ne söylemek istersiniz?
Çözüm Süreci’nde de bu durumdan hiç hoşnut değildim. Her festival Kürt filmlerine gereğinden fazla destek veriyordu. Bunun yapay bir destek olduğu ve Kürt sinemasına hiçbir faydasının olmadığı da ortadaydı. Çözüm Süreci’nde nasıl destek veriliyorsa bugün de tam tersi bir noktada sansürleniyor. O dönem haliyle, üretim de fazlaydı. Bugün baktığımızda ise film üretimi de sayıca iyice düşmüş durumda. Asıl kötü olan Kürt sinemacıların da kendi sinemasından ödün vermeleri. Kürtçe film yapmaktan imtina eden ya da politik olma konusunda daha çekimser davranabiliyorlar. Tekrar bir Çözüm Süreci başlarsa nasıl karşılık bulacağını ben de merak ediyorum. Umarım geçmişten ders alınarak ve güçlü bir destekle ilerler.
Ali Kemal Çınar hakkında
Yönetmen, kurgucu, senarist, oyuncu ve yapımcı.
Dicle Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Bölümü'nden mezun olduktan sonra, 2003 yılında Diyarbakır Sinema Kulübü'nün kuruluşunda yer aldı. Kariyerine kısa filmlerle başlayan Çınar, zamanla uzun metrajlı bağımsız filmlerle tanındı.
Kurte Fîlm (2013) ile Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde yarıştı. Ardından Veşartî (2015) ve Gênco (2017) gibi filmleriyle dikkat çekti. Gênco, 28. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Film Ödülü'nü kazandı. Çınar'ın sineması, Kürt kimliği, toplumsal cinsiyet ve politik meseleleri mizahi ve deneysel bir dille ele almasıyla öne çıkıyor. Diyarbakır'da yaşamını sürdüren yönetmen, üretimlerine burada devam ediyor.
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.