Dünya iklim zirvesinin hemen öncesinde, Hollanda'nın su kanalları ve bisikletleriyle huzur veren başkentinde gerçekleştirilen IDFA'nın (International Documentary Filmfestival Amsterdam) programında çevreye eğilen yapımlar geniş yer buldu.
Aşağıda seyrettiğim belgesellerden konu ile ilgili beş tanesini, IDFA'nın kataloğunu esas alarak aktarıyorum.
Doğaya yatırım
Yeryüzü ikliminin hızla değiştiği, bitki ve hayvan neslinin hızla tükendiği kaygı verici birer gerçek. Fakat bazı insanlar için ekolojik felaket olan bir durum başkaları için ekonomik bir fırsat haline dönüşebiliyor.
Son yıllarda tabiatın korunması, yani "çevrecilik" gelişmekte olan iktisadi bir sektör haline gelmiş durumda. Mevzubahis piyasada nesli tehlikede olan canlılar birer finans nesnesi haline gelmekte ve yüksek miktardaki paralar bu vesileyle el değiştirmekte. Konuyu eşeleyen Banking Nature (Doğaya Yatırım) adlı belgeselde yönetmen Sandrine Feydel ve Denis Delestrac mucizevi "yeşil yatırımcılığı" masaya yatırıp derinlemesine inceliyor.
İşadamları, bankacı ve yatırımcılar nesli tükenmekte olan türlerin yaşam alanlarını satın alıp akabinde onları hisse olarak satılığa çıkarıyor, doğa sermaye ve bankacılık sektörüne peşkeş çekilmiş oluyor.
Belgeselde bu kayda değer gelişmenin artıları ve eksileri nefes kesen tabiat görüntülerinin sürükleyici montajıyla sunulurken, bankacılar, ekonomistler, aktivistler ve siyaset yönlendiricilerinin beyanatları dış sesle konuyu yorumlamakta. Ünlü iktisatçı Pavan Sukhdev'e göre doğayı en etkili koruma biçimi ona bir fiyat biçmek. Oysa, Pablo Solon gibi muhalif düşünürler tabiatın serbest ekonomiye teslim edilmesini " öldürme izni" olarak görüyor.
Ne de olsa, "nesli tehlike altında bulunma statüsü" sayesinde yeni ekolojik kıtlıklar yaratmak finansal açıdan çekici hale gelmiş oluyor. "Yeşil ekonomi" terimi idealist bir tınıya sahip olabilir, fakat kumdan yapılmış bir kale gibi kolayca çökebilecek kadar da kırılgan.
Vandana Shiva'nın dediği gibi "Yeşil yatırımcılık yeryüzüne tecavüzle eşdeğerdir".
Atomun dönüşü
Finlandiya'nın Eurajoki kasabasında nükleer reaktörün inşaatı 2004'ten beri sürmekte, Çernobil felaketinden sonra Batı Avrupa'da kurulacak türünün ilk örneği olarak.
Varolan atom santralinin genişletilmesi bazıları için yeni bir atom çağına geçişin somut kanıtı. Yerel yönetim için ucuz enerji kaynağı ve istihdam anlamına geldiğinden keyiflerine diyecek yok, ayrıca yerleşim merkezi muhteşem bir buz hokeyi stadyumu ve Noel ışıklandırmalarıyla donatılmış durumda.
Fakat gayet iddialı bir proje olarak başlayan süreç bir süre sonra insana dair zaaf skalasının resmigeçidi halindeki bir farsa dönüşür.
Her ne kadar reaktörün tamamlanma tarihi olarak 2009 yılı öngörülmüş olsa da birbirini takip eden muhtelif terslikler önüne geçilemeyen gecikmelerin sebebi haline gelmiştir. Kent meclisinde belediye başkanı kendini haklı çıkarmak için uğraşırken başta hemfikir olan yatırımcılar, zayıf planlama, inşaat aksaklıkları, istihdam skandalları ve güvenlik zaafları konusunda ağız dalaşına girişmişlerdir. Nükleer atıkların akibeti konusunda pek az vatandaş inatla protestolarını sürdürürken bölgede oturanların çoğu büyük paranın getirilerinden emin olarak sabırla beklemektedir. Oysa asırlar boyunca kurtulamayacağımız nükleer atıklar meselesinde geliştirilen çözümler o kadar zayıf ki!
Tartışılan bir diğer ayrıntı dünyaya bir meteor düştüğü taktirde atom santralına isabet etme ihtimalinin yüzdesidir.
Bu arada mıntıkadaki bir sonraki reaktör olan dördüncüsünün inşaat planı onaylanmıştır. Yönetmenliğini Mika Taanila ve Jussi Eerola'nın gerçekleştirdiği The Return of the Atom (Atomun Dönüşü) reaktörle ilgili komplikasyonları 10 sene boyunca mercek altına alıyor; beceriksiz ve naif yöneticilerle, utanmazlık seviyesinde kibir ve dehşet verici hırs vakalarıyla bizi tanıştırırken trajikomik ama aynı zamanda rahatsız edici bir manzarayı incelikle teşhir ediyor.
Nesli koruma yarışı
The Cove (Koy) belgeseliyle oscar ödülü kazanmış olan Louie Psihoyos, sanatçı ve aktivistlerle bir ekip kuruyor ve nesli tükenme tehlikesi altındaki türlerin gizli dünyasını deşifre ederken kitlesel yok olma tehdidine karşı hayvanları koruma yarışı halindeki gizli bir operasyona girişiyor.
Türü tehlikede olan hayvanlar yaban çevrede canlı halleriyle perdeye yansıdıkları gibi, ölmüş halde satılığa çıkarıldıkları yasa dışı pazarlarda da görüntülenmiş. Hayvanların kesim faaliyetleri ve kesimden artan uzuvları, doğada yaşayan halleriyle korkunç bir tezat oluşturuyor.
Bilimsel açıdan herhangi bir yararı yokken, köpek balıklarının yüzgeçlerinden çorba yapmak üzere öldürülen her boyuttaki köpek balığına uygulananlar soykırım olarak kabul ediliyor. Film ekibi gizli kamera ve mikrofonlarla bu işin ticaretini yapanların gayrimeşru işletmelerine sızıp inanılmaz sayıdaki yüzgeçin güneşte kurutulduğu devasa teraslara ulaşıyorlar.
Akademisyenler okyanuslardaki çeşitlilikte ani düşüşün boyutunu ifade ederken, sudaki oksijen üretiminin hızla azalan miktarına dikkat çekiyor ve 100 yıl içinde şimdiki varlıkların ancak yüzde ellisinin hayatta kalabileceğini tahmin ediyor. İyimser olmaya mahal bırakmayan bu manzara yine de bize doğanın mucizevi gücüne güvenerek harekete geçmemizi salık veriyor. Filmin konusunu oluşturan varlıklar, dev gök balinadan ufacık planktonlara varan skalada, gökkuşağının tüm renklerine sahip.
Belgesel ekibinin de destek verdiği çevreci kampanyada, doğal yaşamın muhteşem güzelliklerinin görüntüleri şehirli insanları bilinçlendirme amacıyla kentsel dokuya ve özellikle gökdelenlere yansıtılıyor. Racing Extinction (Nesli Koruma Yarışı) adlı belgeselin amacı küresel farkındalık yaratmak ve sözkonusu farkındalığı hayatlarımızla bütünleşmesini sağlamak: Daha az et yiyerek, fosil atıkların çıkarılmasına karşı çıkarak ve kaçak avcılığa karşı yasaların bir an önce yürürlüğe girmesi için desteğimizi esirgemeyerek.
Bu her şeyi değiştirir
Naomi Klein, eşi Avi Lewis'in yönettiği This Changes Everything (Bu Her Şeyi Değiştirir) belgeselinin başında, iklim değişikliğiyle ilgili filmlerden daima nefret ettiğini itiraf ediyor. No Logo ve Şok Doktrini gibi kitapların başarılı yazarı, aktivist ve gazeteci Kanadalı Klein'ın son kitabı çevreci belgeselin omurgasını oluşturuyor. Klein ümitsiz bir kutup ayısının veya erimekte olan bir buzul görüntüsünün insanları harekete geçireceğine inanmıyor, fakat tabii ki insanların konuya vakıf olup mücadeleye katılmasını arzuluyor. Dolayısıyla bu belgeselde tamamıyla farklı bir yolla seyircilere hitap etmeyi seçiyor. İklimsel kriz, menfur iktisadi sistemi değiştirmek üzere dikkatimizi büyüme ve kârdan, insani değerlere ve doğaya yöneltmemiz için fırsat tanıyor ne de olsa.
Amsterdam'da hayranlarıyla buluşan Klein, anlatımını iklim değişikliği yüzünden zorlu yaşamın ön saflarında yer alan topluluklara odaklayarak güçlendiriyor.
Yunanistan'ın kuzeyinde altın çıkarmakla meşgul olan Kanadalı Eldorado Gold Corporation şirketine direnenlere, Kanada'nın Tar Sands tesislerine karşı mücadele edenlere ve Hindistan'da kömür santraline hayır diyenlere tanık oluyoruz.
Tehlike altındaki tabi alanların doğal süküneti birbirinden estetik görüntülerle aktarılırken mücadeleye katılanların duygu yoğunluğu da seyirciye başarıyla yansıtılıyor.
Daha düzgün bir dünyaya inananlar, iktisadi çıkarların daima ön planda olması fikrine karşı duruyorlar ve bazen de muzaffer olabiliyorlar. Klein'in oldum olası yüreklendirmekten hoşlandığı mücadeleyle özdeşleştiği kesin!
Toprağı Gasp Etmek
Tarım, çekici bir yatırım alanı olalı beri gezegenin çeşitli köşelerindeki yerel çiftçiler uluslararası şirketlere topraklarını kaptırmaya başladılar. Sonuçları, hem iklimsel hem de sosyal açıdan inanılmaz boyutta olan bir fenomenle karşı karşıyayız. Yönetmen hanesinde Kurt Langbein adını gördüğümüz, özenle çekildiği her halinden belli olan Land Grabbing (Toprağı Gasp Etmek) adlı belgesel bize hububat tarlalarından domates seralarına, yatırımcılardan lobicilere, Brüksel'deki AB Paramentosundan Dubai'deki beş yıldızlı bir otele, meseleyle ilgili gayet geniş bir yelpaze sunuyor. Fakat esas çarpıcı olan topraklarından edilen çiftçiler: karşılığında herhangi bir şey verilmeden, nesillerdir tarımla iştigal ettikleri tarlalarına el konmuş durumda görüyoruz bazılarını.
Konuyla ilgili engin bilgiye sahip bir uzman durumu neo-kolonyalizm olarak betimliyor.
Hükümetler çok düşük ücretlere geniş toprak parçalarını yabancı şirketlere kiralayıp mıntıkada yaşayanların sefaletine sebep olmaktalar. Aralarında çok düşük ücrete yeni kurulan sanayi ölçekli tarım işletmelerinde çalışanlar olabiliyor; yetiştirilen fiyakalı ürünlerin kendilerine hiç faydası olmadığı gibi AB veya Arap Emirlikleri gibi talepkâr pazarlara dağıtıldığını izliyoruz.
Romanya'da Danimarkalı, Kamboçya'da Vietnamlı, Etiyopya'da Hollandalı yatırımcıların faaliyetini takip ederken çokuluslu Cargill'in Endonezyadaki icraatına şahit olmamak ne mümkün!
Ürün çeşitliliği kale alınmadığı gibi, ormanlık alanların sanayi ölçekli tarım için yok edildiğine de tanık oluyoruz, kullanılan kimyasalların çevreye verdiği zarar zaten bilinen bir gerçek.
Bazı yatırımcılar için bu durum "yeryüzündeki cennet" şeklinde yorumlanırken toprakları kaba kuvvetle ellerinden alınmadan önce korkutulan, tehdit edilen, direnince evleri yakılıp yerle bir edilmiş ve şiddet uygulanarak mıntıkadan uzaklaştırılmış köylüler kan ağlıyor.
Tarım konusunda uzmanlaşmış Almanyalı bilim adamı Felix zu Löwenstein 2000 yılından günümüze tüm gezegende sözkonusu yatırımcılara tahsis edilen tarım alanının iki milyon km kare olduğunu belirtiyor.
Bahsi geçen alan, tüm Avrupa'da tarım için kullanılan topraklardan daha geniş bir yüzölçümüne sahip!
Paris iklim anlaşması sonuçlarının dünyaya ve insanlığa hayırlı olması dileğiyle… (MT/YY)