Hollanda'nın Amsterdam kentinde bu sene 30. kez düzenlenmiş olan uluslararası belgesel film festivali IDFA 15-26 Kasım tarihleri arasında gerçekleşti. 285 bin civarında bilet satışıyla 2016 yılının bilançosu aşıldı, dünyanın çeşitli ülkelerinden sektörü temsil eden 3 bin 300 kişi festivalin konuğu oldu. İnteraktif projeler dahil olmak üzere toplam 319 çalışma seyirciyle buluştu. Yıllar boyunca festivali başarıyla yöneten Ally Derks bayrağı bu sene Barbara Visser'e hayırlısıyla devretmiş oldu.
Politik kimliğini daima koruyan etkinlikte müzik, dans, sinema, moda, resim, mutfak gibi konulara eğilen filmler de her zamanki gibi büyük ilgi gördü.
Seks, Moda ve Disko
Çığır açan moda çizimleriyle 60'lı ve 70'li yıllarda New York ve Paris'i fethetmiş olan Antonio Lopez geçen yüzyılın en önemli illüstratörlerinden biri kabul ediliyor. James Crump'ın yönettiği ABD 2017 yapımı 90 dakikalık Antonio Lopez 1970: Sex, Fashion & Disco (Antonio Lopez 1970: Seks, Moda ve Disko) adlı belgesel seyirciye o yılları, özellikle moda ve eğlence ortamlarını doya doya yaşatıyor.
Karl Lagerfeld dahil olmak üzere, dönemin önde gelen birçok moda ikonuyla işbirliği dışında daha önce manken ve modellerde görülmemiş özellikleri ön plana çıkarmış olan Lopez, tüm evrenle flört eden haliyle gönüllerde unutulmaz izler bırakmış. Gayet canlı seks hayatında biseksüelliğinin tadına varmış olan şeytan tüylü kahramanımız AIDS'e yenik düşmüştü. Klasik belgesel klişelerine dayanıyor olsa bile, heyecanlı anlatımıyla filme renk katan, geçen sene vefat etmiş moda fotoğrafçısı Bill Cunningham'a ithaf edilmiş belgesel seyirciyi kesinlikle cezbediyor.
Basquiat'a saygı
Aynı dönemlerde New York'un nabzını tutan sanatçılardan Jean-Michel Basquiat çağdaş sanata damgasını vuracaktı. Andy Warhol jenerasyonu ile yeni yeni gelişmekte olan grafiti, hip hop, rap, breakdance ve punk rock evreni arasında köprü vazifesi görecek olan Basquiat, SoHo'da şansını deneyen kabiliyetli ve hırslı gençler arasında sivrilmekteydi. Aralarında Jim Jarmush'un da bulunduğu dönemin tanıkları erken yaşta eroin overdozundan ölen Basquiat'ı anarken Sara Driver'ın yönettiği 78 dakikalık Boom for Real: The Late Teenage Years of Jean-Michel Basquiat (Patlamanın Hası: Jean-Michel Basquiat 20'sine Gelmeden) adlı ABD yapımı belgesel o yıllara balıklama dalmamızı sağlıyor.
Kamusal alanın önemini kavramış olan Basquiat, uyuşturucuların yaratıcılığı tetiklediği ortamlardan kendine has bir sanatçı olarak öne çıkmış ve zamanın ruhunu yakalamıştı. Birbirinden özel arşiv görüntüleriyle bezenmiş belgesel orijinal bir dile sahip olmasa da mevzu hakkında daha önce çekilmiş filmlerden daha fazlasını merak edenler için birebir.
Moda duayeni André Leon Talley
Moda dünyasının tartışılmaz ikonlarından André Leon Talley, güzellik ve stil konusundaki uzmanlığını çoktan ispat etmiş. Beyazların hâkim olduğu moda evreninde Afrika kökenli olmanın dezavantajlarını aşması kolay olmasa da sektörde fikrine en çok güvenilen otoritelerden biri haline geldiği kesin.
Kate Nocack'ın yönettiği 94 dakikalık ABD yapımı The Gospel According to André (André İncili) adlıbelgeselde André'ninsözünü sakınmayan tarafı kadar bilhassa özel hayatına sıra geldiğinde, muhafazakâr taşrada yetişmiş olmanın getirdiği çekingenlik de dikkat çekiyor. Siyahlara yönelik ayrımcılığın hâlâ sürdüğü Amerika Birleşik Devletlerinde haute couture'ün gurularından biri mertebesine ulaşmak hiç kolay olmamıştır. Yine New York-Paris ekseninde gezinirken, bildiğimiz belgesel normları içindeki yapım moda dünyasına nüfuz etmemizi sağlıyor.
"Farklı Olduğumu Söylüyorlar"
"Betty günümüzde şarkı söylüyor olsaydı Madonna veya Prince gibi biri olabilirdi" demişti Miles Davis, kısa bir süre evli kaldığı funk şarkıcısı Betty Davis hakkında.
Ortaya çıktığı dönemde siyahlar ABD'nin baskın beyaz kültürüne aykırı görülen yanlarını törpülemeye çalışırken cömert ruhuyla provokasyondan geri durmadı, siyah bir kadın olarak mücadelesini genelde tek başına sürdürdü. İcraatının zamanın ilerisinde olmasından dolayı, müzikten elini çekmeyi tercih etti bir süre sonra.
Yıllar boyunca ortalıkta görünmediği gibi peşine düşenleri yıldırmayı da başarmış olan Betty Davis, yönetmenliğini Phil Cox'un üstlendiği Birleşik Krallık-Fransa ortak yapımı Betty - They Say I'm Different (Betty - Farklı Olduğumu Söylüyorlar) adlı belgeselde özel dünyasını bir nebze de olsa aralıyor.
Bir sahne canavarı olarak Betty Davis'in enerjisini layıkıyla yansıtan, ilk defa ortaya çıkmış arşiv görüntüleri bir yana, Betty'nin yaratıcı gücünün arkasındaki ilham perilerine, mistik dünyasına zarifçe vâkıf oluyoruz. 2017 yapımı 52 dakikalık belgeselde Betty için özel önem taşıyan kargaya ve Fuji Dağına yüklediği manalara, estetik olduğu kadar gizemli bir hayat yolculuğuna tanık oluyoruz. Dünya prömiyeri Amsterdam'da gerçekleşen film boyunca, kendisiyle yapılan röportajlardan ve şarkı sözlerinden alıntılarla oluşturulan metin bize eşlik ediyor ve ileri yaşlarındaki sanatçının aurasını iliklerimizde hissetmemize imkân tanıyor.
Blues'u beyazlara sevdirenlerden
Blues'a olan hayranlığı ve cesur gitar stiliyle beyazların hâkim olduğu bir piyasaya siyahların müziğini sevdirmiş bir ikon: Eric Clapton. The Yardbirds, John Mayall & the Bluesbreakers ve Cream gruplarına katkısı bir yana The Beatles üyeleriyle yakınlığıyla da tanınan Clapton yıllar süren inişli çıkışlı bir kariyere sahip. Yönetmen Lili Fini Zanuck Birleşik Krallık yapımı 135 dakikalık Eric Clapton: Life in 12 Bars (Eric Clapton: 12 Ölçüde Hayat) adlı belgesele mümkün olduğunca çok arşiv görüntüsü yedirmiş, meşhur müzisyenin artısı ve eksisini, özel yaşamı ile müzik mazisini harmanlamış.
2017 yapımı belgeselde Clapton iş olsun diye yüceltilmiyor, uyuşturucu, uyarıcı ve alkol bağımlılığı, karakterinin karanlık yanları, annesiyle bir türlü hesaplaşamaması, dört yaşındaki oğlu Conor'ın ölümü dahil yaşadığı acılar ayrıntılarıyla perdeye yansıyor; filmin Eric Clapton hayranlarını tatmin edeceği kesin.
Janis Joplin'den Alicia Keys'e
Tesadüfen bulaştığı müzik dünyasının bir numaralı prodüktörü haline gelen Clive Davis'in 50 senedir sektörün önde gelen simalarından olmasına ne demeli!
Temsil ettiği gayet muhafazakâr plak şirketi için Janis Joplin gibi dönemin aykırı bir sanatçısıyla anlaşma imzalamış, dur durak bilmeyen enerjisiyle günümüzün ünlü şarkıcılarından Alicia Keys'e varan geniş bir spektruma sahip cömert bir müzik patronu Davis. Hangi şarkının veya tınının piyasada tutulacağını hisseden, sonradan dünya çapında olacak şarkıcıları keşfetmekte üstüne olmayan usta bir sihirbaz.
Yönetmenliğini Chris Perkel'n üstlendiği 2017 ABD yapımı 123 dakikalık Clive Davis: The Soundtrack of Our Lives (Clive Davis: Hayatımızın Müziği) adlı belgeseli izlerken yaşamımıza eşlik etmiş birçok tınının mimarını tespit ediyoruz.
Zevkle seyredilen geleneksel bir belgeselle karşı karşıya olduğumuz kesin, ama Whitney Houston bölümü dahil, daha kısa tutulmasını arzuladığımız bölümler yok değil. Fakat Grateful Dead'den Art Garfunkel'a, Bruce Springsteen'den Santana'ya, hatta Rod Stewart'ın standart kayıtları dahil, birçok örneği cilalı olsa bile engin bir müzik yelpazesine doyuyoruz.
Etiyopya'dan sevgilerle
İmparator Haile Selassie'nin hükümdarlığı sürerken Etiyopya'da nispeten serbest bir dönemin yaşandığı yıllarda soul, funk, rock'n roll ve caz, ülkenin müzisyenlerini bir alev gibi sarmıştı. Askerî darbeden sonra ülkeyi inleten Derg rejimi o verimli dönemin unutulmasına, icracıların da ortadan kaybolmasına sebep olmuştu; ta ki 1997 yılında Fransalı müzik insanı ve gazeteci Francis Falceto Éthiopiques adlı derlemeleri yayımlayıp onları geç de olsa dünyaya tanıtmayı başarana kadar.
IDFA'nın en çok ilgi gören gösterimlerinden biri olan Ethiopiques - Revolt of the Soul (Etiyopik - Soul'un İsyanı) adlı belgesel seyirciyi bu uzun sürece estetik bir yolculukla taşıdı. Maciek Bochniak'ın yönettiği 2017 yılı Polonya/Almanya ortak yapımı 70 dakikalık belgeselde kullanılan, gerçek görüntülerin üzerine oturtulmuş animasyonlar Etiyopya kültürüne dair özellikleri yansıtırken dönemin önde gelen müzisyenlerinden Girma Beyene film sonrasında Amsterdam'da canlı bir performans bile sundu.
Mikrofonun ardındaki adam
Tunus'un Frank Sinatra'sı olarak tanınan Hédi Jouini'nin meşhur bir sanatçı olduğunu torunu, yönetmen Claire Belhassine ilerlemiş yaşlarında öğrenmişti.
Aile içinde büyükbabası hakkında neden fazla konuşulmadığını idrak etme sürecini Belhassine belgesel çekimi sırasında bizimle paylaşıyor. Fransa sömürgesi olup bağımsızlığını kazandıktan sonra halkın kimliğini tekrar oluşturma çabalarına katkıda bulunmuş, flamenkodan esinlenmiş olanları dahil yazdığı yüzlerce şarkıyla gönüllerde taht kurmuş udi dedenin sevaplarının yanında günahları da yok değildi.
Jouini'nin, parlak bir kariyeri olabilecekken eşi Widad'ın sahne ve sinema hayallerini söndürdüğünden, İsrail kurulduktan sonra Yahudiler’in göçü yoğunlaşınca Widad kendini fazlasıyla yalnız hissettiğinde onu yeterince desteklemediğinden, çiftin çocuk sahibi olmasına rağmen asla evlenmediğinden haberdar oluyoruz. Bir müzik belgeseli olduğu kadar bir aile analizi özelliklerine sahip, Birleşik Krallık/Tunus/Katar/ ortak yapımı 2017 yapımı 85 dakikalık The Man Behind the Microphone (Mikrofonun Ardındaki Adam) IDFA'da dünya prömiyerini gerçekleştirdi.
Flamenko'nun parlayan yıldızı
Geleneksel bir sanat türü olmasına rağmen Flamenko'nun sınırlarını zorlayan, sanatına çağdaşlık katmak isteyen Rocío Molina son zamanlarda avangard koreografileriyle dünya çapında dikkat çekiyor. Dürtülerini emprovizasyonlarla da harmanlayan muhteşem dansçı, modern sanat müzeleri dahil türlü türlü mekânda seyirciyi büyülüyor, Björk'ü hatırlatan fiziğiyle harikalar yaratıyor.
Yönetmenliğini Emilio Belmonte'nin üstlendiği Impulso (Dürtü) adlı Fransa yapımı 105 dakikalık belgesel Molina'nın annesi ve babasıyla ilişkisine, müzisyen arkadaşlarıyla uyumlu çalışmalarına bizi dahil ediyor. Annesi, duygularını sahnede tüm çıplaklığıyla teşhir eden kızı için tasalandığını belirtiyor, fakat tıpkı babası gibi ondan desteğini asla esirgemiyor. Filmde adım adım takip ettiğimiz süreç Molina'nın Paris'teki Chaillot Ulusal Tiyatrosundaki performans hazırlıkları.
Geçen sene IDFA'da seyirci ödülü kazanan La Chana belgeselinin kahramanı, ilerlemiş yaşlarındaki La Chana'yı perdede Molina'yla tekrar izlemek de seyirciyi memnun etti. Rocío Molina hakkındaki belgeseli, hatta kendisini Türkiye'de izlemek isteyenler olacaktır…
Britanya'nın sesi
İngiltere'nin Nottingham şehrinden çıkan ikili Sleaford Mods enerji yüklü punk müziği yaparken gayet damardan bir rap şiirselliği de sergiliyor. DJ müzisyen Andrew Fearns ve şarkıcı Jason Williamson 50'lerine merdiven dayamış iki kafadar. Ülkedeki işsizliğe, kemer sıkma politikalarına kızgın oldukları kesin. Son derece sıkıcı günlük çalışma rutininden, hafta sonları kendini içki ve uyuşturucuyla paralamaktan muzdarip kesimin duygularını yansıtırken, kendilerini agresifçe ifade etmekten hiç çekinmiyorlar. Bir kadın hayranları onları sahnede izledikten sonra 1977 yılında hazır bulunduğu Sex Pistols konserinden beri en muhteşem gösteri diyor.
Christine Franz'ın yönettiği, Almanya 2017 yapımı 103 dakikalık Bunch of Kunst adlı belgesel samimi olmaktan uzaklaşmış insan ilişkilerine, toplumun kıyısına itilmiş kişilere, düzenin acımasızlığına "harbiden" dikkat çekiyor. Ağzı bozuk kahramanlarımıza epey yakışan belgeselin adını da bu defalık tercüme etmemeyi tercih ediyorum.
Bu arada başarıları Birleşik Krallık dışına taşmış ikilinin müzik endüstrisine de gayet mesafeli baktıklarını biliyoruz. Ünlü olmak acaba onları da çürümüş kapitalizmin özneleri olmaya sevk eder mi?
Greenaway deyince
Birleşik Krallığın kendine has sinemacılarından Peter Greenaway'i 16 yaşındaki küçük kızı Zoë aracılığıyla tanımaya ne dersiniz? Üstelik kameranın arkasında eşi Saskia Boddeke varken! Mamafih proje yürürlüğe konduğunda eşinin hazırladığı taslaktaki konuların yerini kızının fazlasıyla merak ettiği çok daha kişisel ve derin mevzular almış ve olabilecek en samimi itiraflar ortaya çıkmış. Mesela Greenaway'in daha önceki evliliğinden yıllardır karşılaşmadığı çocuklarıyla mesafesi ve onlarla sadece merakını gidermek üzere görüşmeye hazır olması gibi.
Tabii ilgi odağı Greenaway gibi yaratıcılıkta sınır tanımayan bir kaynak olunca resim, sanat, sinema gibi alanlarda zevkle gezinme imkânımız da oluyor, üstelik kahramanlarımızın yaşadığı kent cıvıl cıvıl Amsterdam.
Dünya prömiyeri IDFA sırasında gerçekleşen The Greenaway Alphabet (Greenaway Alfabesi) 68 dakikalık 2017 yılı Hollanda yapımı neşeli bir film, multimedya sanatçısı olan Boddeke'nin görsel zenginlikteki katkısı da yadsınamaz.
Kurmaca sinemasında olduğu gibi belgesel çekiminde ekibin yakın ilişkisi ve uyumlu çalışmasının doğurduğu yapıcı dinamiğin sağlam bir ürünüyle karşı karşıyayız.
Spielberg hakkında bilmek istedikleriniz
Kimine göre Hollywood'un önde gelen sinemacılarından, kimine göre filmleriyle yedinci sanata büyük zararlar vermiş bir tüccar. Steven Spielberg hakkındaki Spielberg adlı 147 dakikalık ABD yapımı belgesel, popüler sinema tarihine adını kazımış olan yönetmen hakkında geniş bir spektrum sunuyor. Yönetmen Susan Lacy kahramanının profesyonel kariyeri dışında özel hayatına da ayrıntılarıyla eğiliyor.
Spielberg aile içinde yaşadığı travma dışında Yahudi kimliğinden, çoğunluğa göre farklı olmaktan uzun yıllar utandığından dem vuruyor; Schindler'in Listesi'ni çekerken Yahudi olmayan eşinin desteğiyle Yahudi dinine ve kültürüne ilgisinin arttığını da belirtmekten geri durmuyor. Çektiği tüm filmlerde aslında şahsi hikâyesini anlattığını öğreniyoruz, oyuncular, yönetmenler, sinema eleştirmenleri ve kendisiyle yapılmış ayrıntılı röportajlarda. Kült olmuş filmlerinden sekanslar ve merak edebileceğiniz birçok kamera arkası görüntüsüyle uzun yapım geleneksel televizyon normlarına uygun bir belgesel olmuş.
Sinema kölesi mi?
Ya sinema tarihinin kuşku götürmez ustalarından Stanley Kubrick'in karanlık yönlerini keşfetmeye ne dersiniz? Barry Lyndon filminde oynadığı rolle oyunculukta parlayan Leon Vitali kendini o andan itibaren hayran olduğu yönetmene adamış ve Kubrick öleli uzun yıllar olmasına rağmen üzerinden "Kubrick treni" geçmiş hali günümüzde sürüyor.
Vitali, ustası ve sinema sanatı için kendini feda etmeye çoktan hazırdı, fakat Gözleri Tamamıyla Kapalı'ya kadar sürecek asistanlık misyonu aslında çoktan köleliğe dönüşmüştü.
Beraber çalıştıkları tüm filmlerin çoğu aşamasından haberdar olan tek kişi oydu ve uzun çalışma saatleri bittiğinde bile doğabilecek her olağanüstü duruma müdahale etmesi beklenen de oydu. Kubrick'in ego patlamalarının ceremesini çeken, aile hayatı altüst olan, doğru dürüst bir anlaşması olmadığından parasızlık içinde boğulan Vitali yine de ustasını fazla eleştirmemeye özen gösteriyor.
Yönetmenliğini Tony Zierra'nın gerçekleştirdiği Filmworker (Sinema İşçisi) birbirinden baharatlı anekdotlarla bezeli. 2017 ABD yapımı 94 dakikalık belgesel Cannes'da gösterilmişti, daha cilalı bir prodüksiyonu hak ettiği kesin, ne de olsa sinemanın görünmez kahramanlarına saygı duruşu vasfı taşıyor.
Fakat işin acı tarafı, Kubrick vefat ettikten sonra kendisiyle ilgili hayli prestijli ve saygın bir kurum tarafından düzenlenen kapsamlı retrospektif hazırlanırken Vitali'ye danışan bile olmamış, Kubrick'in yakın çevresinin gayet iyi bildiği yılların asistanı açılışa davet bile edilmemiş. Bu durum, kahramanımız aktörlükten geliyor olsa da endüstrinin güçlü simalarına yaltaklanmayıp mütevazı ve samimi tavrından ödün vermediğinden kaynaklanıyor olmasın?
Cezayir Savaşı yeniden
Çekildiği yıllardan yarım asır geçmiş olmasına rağmen Gillo Pontecorvo'nun Cezayir Savaşı filmi baskı altında tutulan toplumlara ilham vermeye devam ediyor. Siyasi sinemanın bir klasiği sayılan ödüllü eserin Irak işgali sırasında ABD askerlerine eğitim amacıyla gösterilmişliği bile var. İKSV'nin konuğu olarak İstanbul'da da ağırlanmış olan müteveffa Pontecorvo'nun filmi Venedik'te Altın Ayı ödülünü kazanırken, sömürgecilik geçmişinin hayaletlerinden kurtulamamış Fransa'yı epey kızdırmıştı. Cezayirli devrimcilerin gerilla metotları Kara Panterlere ve Filistinli direnişçilere de örnek oldu, mücadelelerine güç kattı.
IDFA'da gösterilmiş olan belgesel mevzubahis filmden yola çıkarak hem geçmişi, hem günümüzü sorguluyor, geleceğe dair cesaret vermeye devam ediyor. Yönetmenliğini usta sinemacı Malek Bensmaïl'in üstlendiği The Battle of Algiers, a Film Within History (Cezayir Savaşı, Tarihin Dahilinde Bir Film) adlı 117 dakikalık belgesel Fransa, İsviçre ve Cezayir ortak yapımı. Dünya prömiyeri Amsterdam'da yapılmış olan eserde Pontecorvo'nun filmine katkıda bulunmuş Cezayirli birçok sinema çalışanının anıları da var.
Agnès Varda ve JR
IDFA'da seyrettiğim filmler içinde beni en çok motive eden, içimi güzel duygularla dolduran, hayal gücümü tetikleyen, siyasi konulara eğilse de bunu neşe içinde, iyimserlikle yapan, sanatın ve estetiğin gücünü gözümüze sokan Visages, Villages (Faces Places) oldu.
Geçtiğimiz Filmekimi kapsamında Türkiye'de de Mekânlar ve Yüzler adıyla gösterilmiş olan 90 dakikalık 2017 Fransa yapımı dünya festivallerinin gözdesi olmayı sürdürüyor. Usta sinemacı 88 yaşındaki Agnès Varda ve ünlü fotoğraf sanatçısı 33 yaşındaki JR güçlerini birleştiriyor, ortaya nesiller ötesi bir eser çıkıyor.
Fransa kırsalında gezinirlerken beraber vakit geçirdikleri insanlar arasında madenciler, liman işçileri ve eşleri, birbirlerini yaralamaması için keçilerinin boynuzlarını kesen çiftçiler, yıkılması planlanan eski mahallesinde direnen son kadın ve daha birçok karakter var. Varda ile JR arasındaki şakalaşmalar inatlaşmaya dönüşebiliyor, ama sonuçta birbirlerinin yaratıcılığını tetikledikleri kesin. Mesajlarını insanı yormadan, empoze etmeden, tatlılıkla ileten, insanın içini ısıtan nefis bir yol filmi.
Bir de plaj keyfine ne dersiniz?
İnsanların günler, hatta haftalar boyunca nispeten dar alanları paylaşmaktan hoşlandıkları tıkış tıkış bir plajdayız. Sicilya'nın Palermo şehrine yakın Mondello'da zaman sanki duruyor, İtalya halkının naif davranışları da seyirciyi adeta hipnotize ediyor. Soğuk içecek satıcısı her sabah ağır yükünü sırtlayıp şezlong ve şemsiyeler arasında mekik dokuyor, politikaya atılmaya hevesli bir lafazan kendi propagandasını yapmakla meşgul; 15 Ağustos gecesi düzenlenecek karaoke yarışması için bir kadın detone olmasına rağmen kendisine en uygun şarkıyı bulmak için uğraşıp duruyor.
Genç sinemacı Giovanni Totaro'nun elinden çıkma, 91 dakikalık 2017 İtalya yapımı Happy Winter (Hayırlı Kışlar) çizmenin klişelerinden bıkmadıysanız zevkle seyrediliyor. Plajın fazlasıyla fotojenik atmosferi başarılı bir görüntü yönetimiyle birebir yansıtılmış, sekanslar arasındaki nispeten sessiz anlar televizyondan maç yayımlanırken ortalığı velveleye verenlerin kakofonisini dengeliyor. Meşrubat ve bira gibi içeceklerin satıcısı ekonomik krizdeki memlekette ailesini geçindirmeye çalışırken ruhsatsız çalıştığı için mali polisle başının belaya girmesinden tedirgin, kumla örtülü denizin dibinde, yüzenlerin düşürdüğü madeni takıları tüp ve dedektörle arayan "görevli" her an faaliyette.
Ramen kafalılar
Japon mutfak kültürüne nispeten yeni girmiş olmasına rağmen ramen ülkenin millî yemeklerinden biri sayılıyor. Savaş sonrası aç Japon milletini besleyebilmek için geliştirilmiş çeşitli formüller günümüzde dünya çapında bir ramen histerisine dönüşmüş durumda. Kökeninde yatan ana fikir uzun saatler boyunca çalışması gereken insana enerji verecek, ağırlaşmadan verimli biçimde çalışmaya devam etmesini sağlayacak besleyici bir öğün.
Koki Shigeno'nun yönettiği 93 dakikalık 2017 Japonya yapımı Ramen Heads (Ramen Kafalılar) Amsterdam'da büyük ilgi gördü, müthiş zevkli seyirliğin gösterimi, sevilen tüm filmlerde olduğu gibi adeta toplu bir ayine dönüştü. Yemek belgesellerinin birçok klişesini barındırsa da seyirciyi avucuna alan esprili ve oyuncaklı senaryo filmi adeta interaktif hale getirdi, seyircilerin ağızları sulanıp durdu. Belgeselde ramen otoriteleri rakip olsalar da aynı tezgâhın arkasında buluştu, centilmence fikir teatisinde bulunup en lezzetli rameni ortaya çıkarmak için egolarını bir tarafa bırakarak yaratıcılıklarını harekete geçirdi, şevk içinde özen ve sevgiyle çalışırken Japon kültürünün üstün yanlarını bir kez daha konuşturdu… (MT/AS)