Dünyanın en büyük belgesel etkinliklerinden 30. IDFA'da müzik, dans, sinema, fotoğraf, moda, sanat, mutfak gibi konular hakkındaki filmlerden bir seçme…
Hollanda'nın Amsterdam kentinde bu sene 30. kez düzenlenmiş olan uluslararası belgesel film festivali IDFA 15-26 Kasım tarihleri arasında gerçekleşti. 285 bin civarında bilet satışıyla 2016 yılının bilançosu aşıldı, dünyanın çeşitli ülkelerinden sektörü temsil eden 3 bin 300 kişi festivalin konuğu oldu. İnteraktif projeler dahil olmak üzere toplam 319 çalışma seyirciyle buluştu. Yıllar boyunca festivali başarıyla yöneten Ally Derks bayrağı bu sene Barbara Visser'e hayırlısıyla devretmiş oldu.
Politik kimliğini daima koruyan etkinlikte müzik, dans, sinema, moda, resim, mutfak gibi konulara eğilen filmler de her zamanki gibi büyük ilgi gördü.
Seks, Moda ve Disko
Çığır açan moda çizimleriyle 60'lı ve 70'li yıllarda New York ve Paris'i fethetmiş olan Antonio Lopez geçen yüzyılın en önemli illüstratörlerinden biri kabul ediliyor. James Crump'ın yönettiği ABD 2017 yapımı 90 dakikalık Antonio Lopez 1970: Sex, Fashion & Disco (Antonio Lopez 1970: Seks, Moda ve Disko) adlı belgesel seyirciye o yılları, özellikle moda ve eğlence ortamlarını doya doya yaşatıyor.
Karl Lagerfeld dahil olmak üzere, dönemin önde gelen birçok moda ikonuyla işbirliği dışında daha önce manken ve modellerde görülmemiş özellikleri ön plana çıkarmış olan Lopez, tüm evrenle flört eden haliyle gönüllerde unutulmaz izler bırakmış. Gayet canlı seks hayatında biseksüelliğinin tadına varmış olan şeytan tüylü kahramanımız AIDS'e yenik düşmüştü. Klasik belgesel klişelerine dayanıyor olsa bile, heyecanlı anlatımıyla filme renk katan, geçen sene vefat etmiş moda fotoğrafçısı Bill Cunningham'a ithaf edilmiş belgesel seyirciyi kesinlikle cezbediyor.
Basquiat'a saygı
Aynı dönemlerde New York'un nabzını tutan sanatçılardan Jean-Michel Basquiat çağdaş sanata damgasını vuracaktı. Andy Warhol jenerasyonu ile yeni yeni gelişmekte olan grafiti, hip hop, rap, breakdance ve punk rock evreni arasında köprü vazifesi görecek olan Basquiat, SoHo'da şansını deneyen kabiliyetli ve hırslı gençler arasında sivrilmekteydi. Aralarında Jim Jarmush'un da bulunduğu dönemin tanıkları erken yaşta eroin overdozundan ölen Basquiat'ı anarken Sara Driver'ın yönettiği 78 dakikalık Boom for Real: The Late Teenage Years of Jean-Michel Basquiat (Patlamanın Hası: Jean-Michel Basquiat 20'sine Gelmeden) adlı ABD yapımı belgesel o yıllara balıklama dalmamızı sağlıyor.
Kamusal alanın önemini kavramış olan Basquiat, uyuşturucuların yaratıcılığı tetiklediği ortamlardan kendine has bir sanatçı olarak öne çıkmış ve zamanın ruhunu yakalamıştı. Birbirinden özel arşiv görüntüleriyle bezenmiş belgesel orijinal bir dile sahip olmasa da mevzu hakkında daha önce çekilmiş filmlerden daha fazlasını merak edenler için birebir.
Moda duayeni André Leon Talley
Moda dünyasının tartışılmaz ikonlarından André Leon Talley, güzellik ve stil konusundaki uzmanlığını çoktan ispat etmiş. Beyazların hâkim olduğu moda evreninde Afrika kökenli olmanın dezavantajlarını aşması kolay olmasa da sektörde fikrine en çok güvenilen otoritelerden biri haline geldiği kesin.
Kate Nocack'ın yönettiği 94 dakikalık ABD yapımı The Gospel According to André (André İncili) adlıbelgeselde André'ninsözünü sakınmayan tarafı kadar bilhassa özel hayatına sıra geldiğinde, muhafazakâr taşrada yetişmiş olmanın getirdiği çekingenlik de dikkat çekiyor. Siyahlara yönelik ayrımcılığın hâlâ sürdüğü Amerika Birleşik Devletlerinde haute couture'ün gurularından biri mertebesine ulaşmak hiç kolay olmamıştır. Yine New York-Paris ekseninde gezinirken, bildiğimiz belgesel normları içindeki yapım moda dünyasına nüfuz etmemizi sağlıyor.
"Farklı Olduğumu Söylüyorlar"
"Betty günümüzde şarkı söylüyor olsaydı Madonna veya Prince gibi biri olabilirdi" demişti Miles Davis, kısa bir süre evli kaldığı funk şarkıcısı Betty Davis hakkında.
Ortaya çıktığı dönemde siyahlar ABD'nin baskın beyaz kültürüne aykırı görülen yanlarını törpülemeye çalışırken cömert ruhuyla provokasyondan geri durmadı, siyah bir kadın olarak mücadelesini genelde tek başına sürdürdü. İcraatının zamanın ilerisinde olmasından dolayı, müzikten elini çekmeyi tercih etti bir süre sonra.
Yıllar boyunca ortalıkta görünmediği gibi peşine düşenleri yıldırmayı da başarmış olan Betty Davis, yönetmenliğini Phil Cox'un üstlendiği Birleşik Krallık-Fransa ortak yapımı Betty - They Say I'm Different (Betty - Farklı Olduğumu Söylüyorlar) adlı belgeselde özel dünyasını bir nebze de olsa aralıyor.
Bir sahne canavarı olarak Betty Davis'in enerjisini layıkıyla yansıtan, ilk defa ortaya çıkmış arşiv görüntüleri bir yana, Betty'nin yaratıcı gücünün arkasındaki ilham perilerine, mistik dünyasına zarifçe vâkıf oluyoruz. 2017 yapımı 52 dakikalık belgeselde Betty için özel önem taşıyan kargaya ve Fuji Dağına yüklediği manalara, estetik olduğu kadar gizemli bir hayat yolculuğuna tanık oluyoruz. Dünya prömiyeri Amsterdam'da gerçekleşen film boyunca, kendisiyle yapılan röportajlardan ve şarkı sözlerinden alıntılarla oluşturulan metin bize eşlik ediyor ve ileri yaşlarındaki sanatçının aurasını iliklerimizde hissetmemize imkân tanıyor.
Blues'u beyazlara sevdirenlerden
Blues'a olan hayranlığı ve cesur gitar stiliyle beyazların hâkim olduğu bir piyasaya siyahların müziğini sevdirmiş bir ikon: Eric Clapton. The Yardbirds, John Mayall & the Bluesbreakers ve Cream gruplarına katkısı bir yana The Beatles üyeleriyle yakınlığıyla da tanınan Clapton yıllar süren inişli çıkışlı bir kariyere sahip. Yönetmen Lili Fini Zanuck Birleşik Krallık yapımı 135 dakikalık Eric Clapton: Life in 12 Bars (Eric Clapton: 12 Ölçüde Hayat) adlı belgesele mümkün olduğunca çok arşiv görüntüsü yedirmiş, meşhur müzisyenin artısı ve eksisini, özel yaşamı ile müzik mazisini harmanlamış.
2017 yapımı belgeselde Clapton iş olsun diye yüceltilmiyor, uyuşturucu, uyarıcı ve alkol bağımlılığı, karakterinin karanlık yanları, annesiyle bir türlü hesaplaşamaması, dört yaşındaki oğlu Conor'ın ölümü dahil yaşadığı acılar ayrıntılarıyla perdeye yansıyor; filmin Eric Clapton hayranlarını tatmin edeceği kesin.
Janis Joplin'den Alicia Keys'e
Tesadüfen bulaştığı müzik dünyasının bir numaralı prodüktörü haline gelen Clive Davis'in 50 senedir sektörün önde gelen simalarından olmasına ne demeli!
Temsil ettiği gayet muhafazakâr plak şirketi için Janis Joplin gibi dönemin aykırı bir sanatçısıyla anlaşma imzalamış, dur durak bilmeyen enerjisiyle günümüzün ünlü şarkıcılarından Alicia Keys'e varan geniş bir spektruma sahip cömert bir müzik patronu Davis. Hangi şarkının veya tınının piyasada tutulacağını hisseden, sonradan dünya çapında olacak şarkıcıları keşfetmekte üstüne olmayan usta bir sihirbaz.
Yönetmenliğini Chris Perkel'n üstlendiği 2017 ABD yapımı 123 dakikalık Clive Davis: The Soundtrack of Our Lives (Clive Davis: Hayatımızın Müziği) adlı belgeseli izlerken yaşamımıza eşlik etmiş birçok tınının mimarını tespit ediyoruz.
Zevkle seyredilen geleneksel bir belgeselle karşı karşıya olduğumuz kesin, ama Whitney Houston bölümü dahil, daha kısa tutulmasını arzuladığımız bölümler yok değil. Fakat Grateful Dead'den Art Garfunkel'a, Bruce Springsteen'den Santana'ya, hatta Rod Stewart'ın standart kayıtları dahil, birçok örneği cilalı olsa bile engin bir müzik yelpazesine doyuyoruz.
Etiyopya'dan sevgilerle
İmparator Haile Selassie'nin hükümdarlığı sürerken Etiyopya'da nispeten serbest bir dönemin yaşandığı yıllarda soul, funk, rock'n roll ve caz, ülkenin müzisyenlerini bir alev gibi sarmıştı. Askerî darbeden sonra ülkeyi inleten Derg rejimi o verimli dönemin unutulmasına, icracıların da ortadan kaybolmasına sebep olmuştu; ta ki 1997 yılında Fransalı müzik insanı ve gazeteci Francis FalcetoÉthiopiques adlı derlemeleri yayımlayıp onları geç de olsa dünyaya tanıtmayı başarana kadar.
IDFA'nın en çok ilgi gören gösterimlerinden biri olan Ethiopiques - Revolt of the Soul (Etiyopik - Soul'un İsyanı) adlı belgesel seyirciyi bu uzun sürece estetik bir yolculukla taşıdı. Maciek Bochniak'ın yönettiği 2017 yılı Polonya/Almanya ortak yapımı 70 dakikalık belgeselde kullanılan, gerçek görüntülerin üzerine oturtulmuş animasyonlar Etiyopya kültürüne dair özellikleri yansıtırken dönemin önde gelen müzisyenlerinden Girma Beyene film sonrasında Amsterdam'da canlı bir performans bile sundu.
Mikrofonun ardındaki adam
Tunus'un Frank Sinatra'sı olarak tanınan Hédi Jouini'nin meşhur bir sanatçı olduğunu torunu, yönetmen Claire Belhassine ilerlemiş yaşlarında öğrenmişti.
Aile içinde büyükbabası hakkında neden fazla konuşulmadığını idrak etme sürecini Belhassine belgesel çekimi sırasında bizimle paylaşıyor. Fransa sömürgesi olup bağımsızlığını kazandıktan sonra halkın kimliğini tekrar oluşturma çabalarına katkıda bulunmuş, flamenkodan esinlenmiş olanları dahil yazdığı yüzlerce şarkıyla gönüllerde taht kurmuş udi dedenin sevaplarının yanında günahları da yok değildi.
Jouini'nin, parlak bir kariyeri olabilecekken eşi Widad'ın sahne ve sinema hayallerini söndürdüğünden, İsrail kurulduktan sonra Yahudiler’in göçü yoğunlaşınca Widad kendini fazlasıyla yalnız hissettiğinde onu yeterince desteklemediğinden, çiftin çocuk sahibi olmasına rağmen asla evlenmediğinden haberdar oluyoruz. Bir müzik belgeseli olduğu kadar bir aile analizi özelliklerine sahip, Birleşik Krallık/Tunus/Katar/ ortak yapımı 2017 yapımı 85 dakikalık The Man Behind the Microphone (Mikrofonun Ardındaki Adam) IDFA'da dünya prömiyerini gerçekleştirdi.
Flamenko'nun parlayan yıldızı
Geleneksel bir sanat türü olmasına rağmen Flamenko'nun sınırlarını zorlayan, sanatına çağdaşlık katmak isteyen Rocío Molina son zamanlarda avangard koreografileriyle dünya çapında dikkat çekiyor. Dürtülerini emprovizasyonlarla da harmanlayan muhteşem dansçı, modern sanat müzeleri dahil türlü türlü mekânda seyirciyi büyülüyor, Björk'ü hatırlatan fiziğiyle harikalar yaratıyor.
Yönetmenliğini Emilio Belmonte'nin üstlendiği Impulso (Dürtü) adlı Fransa yapımı 105 dakikalık belgesel Molina'nın annesi ve babasıyla ilişkisine, müzisyen arkadaşlarıyla uyumlu çalışmalarına bizi dahil ediyor. Annesi, duygularını sahnede tüm çıplaklığıyla teşhir eden kızı için tasalandığını belirtiyor, fakat tıpkı babası gibi ondan desteğini asla esirgemiyor. Filmde adım adım takip ettiğimiz süreç Molina'nın Paris'teki Chaillot Ulusal Tiyatrosundaki performans hazırlıkları.
Geçen sene IDFA'da seyirci ödülü kazanan La Chana belgeselinin kahramanı, ilerlemiş yaşlarındaki La Chana'yı perdede Molina'yla tekrar izlemek de seyirciyi memnun etti. Rocío Molina hakkındaki belgeseli, hatta kendisini Türkiye'de izlemek isteyenler olacaktır…
Britanya'nın sesi
İngiltere'nin Nottingham şehrinden çıkan ikili Sleaford Mods enerji yüklü punk müziği yaparken gayet damardan bir rap şiirselliği de sergiliyor. DJ müzisyen Andrew Fearns ve şarkıcı Jason Williamson 50'lerine merdiven dayamış iki kafadar. Ülkedeki işsizliğe, kemer sıkma politikalarına kızgın oldukları kesin. Son derece sıkıcı günlük çalışma rutininden, hafta sonları kendini içki ve uyuşturucuyla paralamaktan muzdarip kesimin duygularını yansıtırken, kendilerini agresifçe ifade etmekten hiç çekinmiyorlar. Bir kadın hayranları onları sahnede izledikten sonra 1977 yılında hazır bulunduğu Sex Pistols konserinden beri en muhteşem gösteri diyor.
Christine Franz'ın yönettiği, Almanya 2017 yapımı 103 dakikalık Bunch of Kunst adlı belgesel samimi olmaktan uzaklaşmış insan ilişkilerine, toplumun kıyısına itilmiş kişilere, düzenin acımasızlığına "harbiden" dikkat çekiyor. Ağzı bozuk kahramanlarımıza epey yakışan belgeselin adını da bu defalık tercüme etmemeyi tercih ediyorum.
Bu arada başarıları Birleşik Krallık dışına taşmış ikilinin müzik endüstrisine de gayet mesafeli baktıklarını biliyoruz. Ünlü olmak acaba onları da çürümüş kapitalizmin özneleri olmaya sevk eder mi?
Greenaway deyince
Birleşik Krallığın kendine has sinemacılarından Peter Greenaway'i 16 yaşındaki küçük kızı Zoë aracılığıyla tanımaya ne dersiniz? Üstelik kameranın arkasında eşi Saskia Boddeke varken! Mamafih proje yürürlüğe konduğunda eşinin hazırladığı taslaktaki konuların yerini kızının fazlasıyla merak ettiği çok daha kişisel ve derin mevzular almış ve olabilecek en samimi itiraflar ortaya çıkmış. Mesela Greenaway'in daha önceki evliliğinden yıllardır karşılaşmadığı çocuklarıyla mesafesi ve onlarla sadece merakını gidermek üzere görüşmeye hazır olması gibi.
Tabii ilgi odağı Greenaway gibi yaratıcılıkta sınır tanımayan bir kaynak olunca resim, sanat, sinema gibi alanlarda zevkle gezinme imkânımız da oluyor, üstelik kahramanlarımızın yaşadığı kent cıvıl cıvıl Amsterdam.
Dünya prömiyeri IDFA sırasında gerçekleşen The Greenaway Alphabet (Greenaway Alfabesi) 68 dakikalık 2017 yılı Hollanda yapımı neşeli bir film, multimedya sanatçısı olan Boddeke'nin görsel zenginlikteki katkısı da yadsınamaz.
Kurmaca sinemasında olduğu gibi belgesel çekiminde ekibin yakın ilişkisi ve uyumlu çalışmasının doğurduğu yapıcı dinamiğin sağlam bir ürünüyle karşı karşıyayız.
Spielberg hakkında bilmek istedikleriniz
Kimine göre Hollywood'un önde gelen sinemacılarından, kimine göre filmleriyle yedinci sanata büyük zararlar vermiş bir tüccar. Steven Spielberg hakkındaki Spielberg adlı 147 dakikalık ABD yapımı belgesel, popüler sinema tarihine adını kazımış olan yönetmen hakkında geniş bir spektrum sunuyor. Yönetmen Susan Lacy kahramanının profesyonel kariyeri dışında özel hayatına da ayrıntılarıyla eğiliyor.
Spielberg aile içinde yaşadığı travma dışında Yahudi kimliğinden, çoğunluğa göre farklı olmaktan uzun yıllar utandığından dem vuruyor; Schindler'in Listesi'ni çekerken Yahudi olmayan eşinin desteğiyle Yahudi dinine ve kültürüne ilgisinin arttığını da belirtmekten geri durmuyor. Çektiği tüm filmlerde aslında şahsi hikâyesini anlattığını öğreniyoruz, oyuncular, yönetmenler, sinema eleştirmenleri ve kendisiyle yapılmış ayrıntılı röportajlarda. Kült olmuş filmlerinden sekanslar ve merak edebileceğiniz birçok kamera arkası görüntüsüyle uzun yapım geleneksel televizyon normlarına uygun bir belgesel olmuş.
Sinema kölesi mi?
Ya sinema tarihinin kuşku götürmez ustalarından Stanley Kubrick'in karanlık yönlerini keşfetmeye ne dersiniz? Barry Lyndon filminde oynadığı rolle oyunculukta parlayan Leon Vitali kendini o andan itibaren hayran olduğu yönetmene adamış ve Kubrick öleli uzun yıllar olmasına rağmen üzerinden "Kubrick treni" geçmiş hali günümüzde sürüyor.
Vitali, ustası ve sinema sanatı için kendini feda etmeye çoktan hazırdı, fakat Gözleri Tamamıyla Kapalı'ya kadar sürecek asistanlık misyonu aslında çoktan köleliğe dönüşmüştü.
Beraber çalıştıkları tüm filmlerin çoğu aşamasından haberdar olan tek kişi oydu ve uzun çalışma saatleri bittiğinde bile doğabilecek her olağanüstü duruma müdahale etmesi beklenen de oydu. Kubrick'in ego patlamalarının ceremesini çeken, aile hayatı altüst olan, doğru dürüst bir anlaşması olmadığından parasızlık içinde boğulan Vitali yine de ustasını fazla eleştirmemeye özen gösteriyor.
Yönetmenliğini Tony Zierra'nın gerçekleştirdiği Filmworker (Sinema İşçisi) birbirinden baharatlı anekdotlarla bezeli. 2017 ABD yapımı 94 dakikalık belgesel Cannes'da gösterilmişti, daha cilalı bir prodüksiyonu hak ettiği kesin, ne de olsa sinemanın görünmez kahramanlarına saygı duruşu vasfı taşıyor.
Fakat işin acı tarafı, Kubrick vefat ettikten sonra kendisiyle ilgili hayli prestijli ve saygın bir kurum tarafından düzenlenen kapsamlı retrospektif hazırlanırken Vitali'ye danışan bile olmamış, Kubrick'in yakın çevresinin gayet iyi bildiği yılların asistanı açılışa davet bile edilmemiş. Bu durum, kahramanımız aktörlükten geliyor olsa da endüstrinin güçlü simalarına yaltaklanmayıp mütevazı ve samimi tavrından ödün vermediğinden kaynaklanıyor olmasın?
Cezayir Savaşı yeniden
Çekildiği yıllardan yarım asır geçmiş olmasına rağmen Gillo Pontecorvo'nun Cezayir Savaşı filmi baskı altında tutulan toplumlara ilham vermeye devam ediyor. Siyasi sinemanın bir klasiği sayılan ödüllü eserin Irak işgali sırasında ABD askerlerine eğitim amacıyla gösterilmişliği bile var. İKSV'nin konuğu olarak İstanbul'da da ağırlanmış olan müteveffa Pontecorvo'nun filmi Venedik'te Altın Ayı ödülünü kazanırken, sömürgecilik geçmişinin hayaletlerinden kurtulamamış Fransa'yı epey kızdırmıştı. Cezayirli devrimcilerin gerilla metotları Kara Panterlere ve Filistinli direnişçilere de örnek oldu, mücadelelerine güç kattı.
IDFA'da gösterilmiş olan belgesel mevzubahis filmden yola çıkarak hem geçmişi, hem günümüzü sorguluyor, geleceğe dair cesaret vermeye devam ediyor. Yönetmenliğini usta sinemacı Malek Bensmaïl'in üstlendiği The Battle of Algiers, a Film Within History (Cezayir Savaşı, Tarihin Dahilinde Bir Film) adlı 117 dakikalık belgesel Fransa, İsviçre ve Cezayir ortak yapımı. Dünya prömiyeri Amsterdam'da yapılmış olan eserde Pontecorvo'nun filmine katkıda bulunmuş Cezayirli birçok sinema çalışanının anıları da var.
Agnès Varda ve JR
IDFA'da seyrettiğim filmler içinde beni en çok motive eden, içimi güzel duygularla dolduran, hayal gücümü tetikleyen, siyasi konulara eğilse de bunu neşe içinde, iyimserlikle yapan, sanatın ve estetiğin gücünü gözümüze sokan Visages, Villages (Faces Places) oldu.
Geçtiğimiz Filmekimi kapsamında Türkiye'de de Mekânlar ve Yüzler adıyla gösterilmiş olan 90 dakikalık 2017 Fransa yapımı dünya festivallerinin gözdesi olmayı sürdürüyor. Usta sinemacı 88 yaşındaki Agnès Varda ve ünlü fotoğraf sanatçısı 33 yaşındaki JR güçlerini birleştiriyor, ortaya nesiller ötesi bir eser çıkıyor.
Fransa kırsalında gezinirlerken beraber vakit geçirdikleri insanlar arasında madenciler, liman işçileri ve eşleri, birbirlerini yaralamaması için keçilerinin boynuzlarını kesen çiftçiler, yıkılması planlanan eski mahallesinde direnen son kadın ve daha birçok karakter var. Varda ile JR arasındaki şakalaşmalar inatlaşmaya dönüşebiliyor, ama sonuçta birbirlerinin yaratıcılığını tetikledikleri kesin. Mesajlarını insanı yormadan, empoze etmeden, tatlılıkla ileten, insanın içini ısıtan nefis bir yol filmi.
Bir de plaj keyfine ne dersiniz?
İnsanların günler, hatta haftalar boyunca nispeten dar alanları paylaşmaktan hoşlandıkları tıkış tıkış bir plajdayız. Sicilya'nın Palermo şehrine yakın Mondello'da zaman sanki duruyor, İtalya halkının naif davranışları da seyirciyi adeta hipnotize ediyor. Soğuk içecek satıcısı her sabah ağır yükünü sırtlayıp şezlong ve şemsiyeler arasında mekik dokuyor, politikaya atılmaya hevesli bir lafazan kendi propagandasını yapmakla meşgul; 15 Ağustos gecesi düzenlenecek karaoke yarışması için bir kadın detone olmasına rağmen kendisine en uygun şarkıyı bulmak için uğraşıp duruyor.
Genç sinemacı Giovanni Totaro'nun elinden çıkma, 91 dakikalık 2017 İtalya yapımı Happy Winter (Hayırlı Kışlar) çizmenin klişelerinden bıkmadıysanız zevkle seyrediliyor. Plajın fazlasıyla fotojenik atmosferi başarılı bir görüntü yönetimiyle birebir yansıtılmış, sekanslar arasındaki nispeten sessiz anlar televizyondan maç yayımlanırken ortalığı velveleye verenlerin kakofonisini dengeliyor. Meşrubat ve bira gibi içeceklerin satıcısı ekonomik krizdeki memlekette ailesini geçindirmeye çalışırken ruhsatsız çalıştığı için mali polisle başının belaya girmesinden tedirgin, kumla örtülü denizin dibinde, yüzenlerin düşürdüğü madeni takıları tüp ve dedektörle arayan "görevli" her an faaliyette.
Ramen kafalılar
Japon mutfak kültürüne nispeten yeni girmiş olmasına rağmen ramen ülkenin millî yemeklerinden biri sayılıyor. Savaş sonrası aç Japon milletini besleyebilmek için geliştirilmiş çeşitli formüller günümüzde dünya çapında bir ramen histerisine dönüşmüş durumda. Kökeninde yatan ana fikir uzun saatler boyunca çalışması gereken insana enerji verecek, ağırlaşmadan verimli biçimde çalışmaya devam etmesini sağlayacak besleyici bir öğün.
Koki Shigeno'nun yönettiği 93 dakikalık 2017 Japonya yapımı Ramen Heads (Ramen Kafalılar) Amsterdam'da büyük ilgi gördü, müthiş zevkli seyirliğin gösterimi, sevilen tüm filmlerde olduğu gibi adeta toplu bir ayine dönüştü. Yemek belgesellerinin birçok klişesini barındırsa da seyirciyi avucuna alan esprili ve oyuncaklı senaryo filmi adeta interaktif hale getirdi, seyircilerin ağızları sulanıp durdu. Belgeselde ramen otoriteleri rakip olsalar da aynı tezgâhın arkasında buluştu, centilmence fikir teatisinde bulunup en lezzetli rameni ortaya çıkarmak için egolarını bir tarafa bırakarak yaratıcılıklarını harekete geçirdi, şevk içinde özen ve sevgiyle çalışırken Japon kültürünün üstün yanlarını bir kez daha konuşturdu… (MT/AS)
"Toplum bize eşitsizliği dayatıyor, biz mücadele edelim"
Hem kadın hem de engelli olmak… Eğitimden istihdama, barınmadan şiddetle mücadeleye kadar yaşamın her alanında katmerlenen eşitsizlikler, erişilemeyen haklar ve görünmez kılınan kimlikler… Engelli Kadın Derneği’nden Dr. Beyza Ünal ile çok yönlü ayrımcılığı, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ve dayanışmanın gücünü konuştuk.
Engelli kadınlar, toplumda hem engelli olmaktan hem de kadın olmaktan kaynaklanan çok yönlü ayrımcılıkla karşı karşıya kalıyor. Eğitimden istihdama, barınmadan şiddetle mücadele mekanizmalarına kadar pek çok alanda eşit haklara erişmekte zorlanıyorlar.
Kadın hareketi içinde görünürlükleri giderek artsa da hala erişilebilirlik, bağımsız yaşam ve cinsiyetsizleştirme gibi konularda önemli mücadeleler veriyorlar.
Engelli Kadın Derneği’nden klinik psikolog ve aktivist Dr. Beyza Ünal ile engelliliğin yanı sıra kadın olmanın getirdiği ayrımcı tutumların ve kalıplaşmış yargıların baskısı altında olan engelli kadınlar üzerinde toplumsal cinsiyet dayatmaları sonucu doğan cinsiyet eşitsizliklerini konuştuk.
"Engelli kadınlar çok yönlü ayrımcılığa maruz kalıyor"
Türkiye'de engelli kadınların neler yaşadığından bahseder misiniz?
Engelli kadınlar ve kız çocukları çok yönlü ayrımcılığa maruz kalıyor. Hem engelli olmaktan hem de kadın olmaktan kaynaklanan bu durum, toplum içinde karşılaştıkları dezavantajları katbekat artırıyor. Yani hem engelli olmayan kadınlara hem de engelli olmayan erkeklere oranla daha fazla eşitsizlikle karşı karşıya kalıyorlar. Dolayısıyla hayatın pek çok alanında eşit bir şekilde var olamaz hale geliyoruz.
Eğitim hakkından eşit şekilde yararlanamıyorlar. Engelli kız çocukları çoğunlukla çok daha erken yaşlarda okulu bırakmak zorunda kalıyor ya da hiç okula gönderilmiyor. Eğitim alanındaki bu eşitsizlik, istihdamı da doğrudan etkiliyor. Eğitim düzeyleri düşük oldukça, engelli kadınların iş bulma olasılıkları da aynı oranda düşüyor.
Bunun dışında barınma gibi alanlarda erişilebilirlik problemleri çok fazla. Ayrıca toplumda kadınların yalnız yaşaması ya da ailelerinden ayrılması zaten bir problem olarak görülürken, engelli kadınlar bunu çok daha ağır bir şekilde yaşıyor. Üstelik yaşayabilecekleri alanlar da erişilebilir değil.
Kadına yönelik şiddet her geçen yıl arttıyor. Kadına yönelik şiddetin artması engelli kadınları nasıl etkiliyor?
Kadına yönelik şiddetin yıllar içinde arttığını ve buna karşı mücadele mekanizmalarının yetersiz kaldığını sıkça konuşuyoruz. Engelli kadınların ise aslında görünmeyen ama çok daha yoğun bir şekilde şiddete maruz kaldığını söylemek mümkün.
Az önce bahsettiğim erişilebilirlik problemleri nedeniyle, şiddet ortamında bulunan bir engelli kadının farklı bir yere gidebilmesi, bağımsız bir birey olarak var olabilmesi çok daha zor oluyor. Eğitim ve istihdam gibi alanlarda yaşadıkları zorluklar nedeniyle ekonomik özgürlükleri de kısıtlı. Bu da onları şiddet ortamından uzaklaşamaz hale getiriyor.
Ayrıca, kadına yönelik şiddetle müdahale için var olan mekanizmalar da engelli kadınlar için erişilebilir değil. Sığınma evleri çoğu zaman engelli kadınlar için uygun değil ya da çeşitli sebeplerle onları kabul etmiyor. Devletin onları farklı yerlere yerleştirmek zorunda kaldığını, ancak bunun da gizlilik ve güvenlik gibi açılardan sorunlar yarattığını biliyoruz. Yani engelli kadınlar için var olan destek mekanizmaları, çoğu zaman onların ihtiyacını karşılayamıyor.
"Engelli kadınların bir kadın olarak görülmüyor"
Bir de toplumda engelli kadınlara yönelik bir “cinsiyetsizleştirme” söz konusu. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Toplumun engellileri "cinsiyetsizleştirmesinin yansımaları neler?
Cinsiyetsizleştirme genel olarak sık yapılan bir şey.Engelli kadınların bir kadın olarak görülmemesi, sadece "engelli" kimlikleriyle tanımlanması ve sahip oldukları cinsiyetin toplum tarafından yok sayılması. Bu durum, erkekler için de geçerli olabiliyor; yani engelli erkekler de bazen erkek olarak görülmüyor. Ama özellikle engelli kadınlar açısından bu durum, daha küçük yaşlardan itibaren başlıyor ve ilerleyen yıllarda birçok alanda sorun yaratıyor.
Toplumsal cinsiyet normlarına karşı duruyor ve onları sorguluyoruz. Ancak engellilik söz konusu olduğunda, kişinin cinsiyetinin yok sayılması, toplumda var olma mücadelesini daha da zorlaştırıyor. Bu, özellikle sağlık alanında büyük sorunlara yol açıyor. Örneğin, engelli kadınlar cinsel sağlıkla ilgili bir sorun yaşadığında, doktorlar bunu cinsel sağlıkla ilişkilendirmeyebiliyor. Çünkü engelliler toplumda daha “çocuksu” görülüyor. Oysa bir kadın cinsel sağlık problemi yaşadığında, bunun gerçekten bir sağlık sorunu olup olmadığı bile sorgulanmıyor.
Benzer şekilde, aile planlaması gibi konular da engelli kadınlar için büyük bir mesele. Çocuk sahibi olmak istediklerinde, yetişkin bir kadın olarak değil, çocuk bakamayacakları düşünülen bir birey olarak görülüyorlar. Yeterlilikleri ve becerileri sorgulanıyor. Bu önyargılar, engelli kadınların yaşamlarını doğrudan etkileyen en büyük bariyerlerden biri.
“Herkes özgür olmadan kimse özgür değildir”
Kadın hareketinin engelli kadınlara bakış açısı nedir? Kapsayıcılık açısından kadın hareketinde neler yapılıyor?
Engelli kadın hareketinin içinde olduğum sürece şunu gördüm: Kadın hareketi, engelli kadınlara yönelik geçmişe kıyasla çok daha kapsayıcı ve farkındalığı yüksek bir noktada. Artık birçok kadın, “Herkes özgür olmadan kimse özgür değildir” bakış açısıyla meseleye yaklaşıyor. Engellilik ve sağlamcılık konularıyla daha yakından ilgileniyorlar ve bu gerçekten umut verici bir gelişme.
Ancak, kadınların söz hakkına sahip olduğu ve birlikte mücadele ettikleri ortamların, engelli kadınların da katılımına uygun hale getirilmesi gerekiyor. Etkinliklerin ve toplantıların ne kadar erişilebilir olduğu, engellilik durumlarının ne kadar göz önünde bulundurulduğu ve engelli kadınlarla nasıl bir iletişim kurulduğu önemli. Sadece tahminler üzerinden değil, doğrudan engelli kadınlarla iletişim kurarak onların neye ihtiyacı olduğunu anlamak gerekiyor.
"Bizi güçlü kılan şey, birbirimizle kurduğumuz dayanışma"
8 Mart’a giderken engelli kadınlara bir mesajınız var mı?
Hepimiz, yaşadığımız eşitsizliklerin ne kadar zorlayıcı olduğunun farkındayız. Ancak bizi güçlü kılan şey, birbirimizle kurduğumuz dayanışma. Mümkün olduğunca, hak temelli çalışan örgütlerle iletişim kurmak, kendimizi ifade edebileceğimiz alanlar yaratmak çok önemli.
Toplum, bize sürekli olarak eşitsizliği dayatıyor. Ama ona karşı durabilmek, kendimizi eşit bireyler olarak görebilmek ve haklarımız için mücadele edebilmek için birlikte olmaya devam etmeliyiz. Hak temelli örgütlerin sayısı arttı ve bu çok sevindirici. Biz de hem kadın hakları hem de engellilik alanında çalışan bir örgüt olarak her zaman kapımızın açık olduğunu söyleyebiliriz.
bianet muhabiri (Ağustos 2023). Atölye BİA 5-9 Ekim 2022 "Temel Gazetecilik Atölyesi" katılımcısı. Maltepe Üniversitesi Gazetecilik Bölümü'nü bitirdi. Aynı üniversitede, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler...
bianet muhabiri (Ağustos 2023). Atölye BİA 5-9 Ekim 2022 "Temel Gazetecilik Atölyesi" katılımcısı. Maltepe Üniversitesi Gazetecilik Bölümü'nü bitirdi. Aynı üniversitede, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde çift anadal yaptı. Halkevleri 12. Halkın Hakları Basın, Sanat ve Dayanışma Ödülleri sahibi.
Yeni süreci hızla anlamınızı ve adapte olmanızı sağlayacak film önerileri
Kürt komşularına "Kürt ama iyi insan" gözüyle bakanlar için de yeni bir süreç başlıyor aslında. Bu zihin duvarları yıkılmadan, gerçek bir barış mümkün mü?
1990’lardan bu yana (bu yazıda öyle başlatayım) (2013-2015 sürecini bir kenara koyarsak) iktidarların sürekli hedef haline getirdiği bir halk var: Kürtler.
"Benim de Kürt arkadaşlarım var." "Biz Kürtlerden kız aldık, verdik." "Ev arkadaşı Kürt ama iyi biri."
"Kürt ama güzel güzel Türkçe konuşuyor." "O normal, sizin bildiğiniz Kürtlerden değil."
Bu cümleleri hayatınızın bir yerinde duymuşsunuzdur. Belki söyleyenler de vardır. Klişe gibi görünse de, her biri insana ince ince iğneyi batıran, aslında derin bir ayrımcılığı yansıtan ifadeler.
Türkiye devleti ve PKK arasındaki çatışmalara göre, medyaya, siyasete hayata akan cümleler hatta sıradanlaşan nefret cümleleri, ayrımcı ifadeler...
Ancak, bugün ya da bu yazının yazıldığı güne göre dün (27 Şubat Perşembe) işler biraz değişti. Abdullah Öcalan, “PKK kendisini feshetsin” dedi.
Öcalan’ın bu çağrısına verilen tepkiler yıllardır süregelen bir döngüyü de hatırlatıyor. Bir anda Kürt kurumlarına ziyaretler artar, Diyarbakır, Şırnak, Mardin neredeyse bir turizm merkezi haline gelir, hele gazeteciler aman tanrım akın eder "bölge"ye. Kürt meselesi daha fazla konuşulur, yazılır.
Bazıları da en büyük çözüm, barış savunucusu olur. Sanki köşelerinden, ekranlarından, manşetlerinden yıllardır nefret saçmamış, Kürtleri ve değerlelerini hedef göstermemişler gibi... Hepsi birer barış savunucusu olur biz adını yazarken dahi içimiz cız ederken Tahir Elçi'yi unuturlar misal...
Sonra... Bir anda ilk kriz anında sahne değişir, çatışmalar başladığında, gözaltılar ve tutuklamalar duyulduğunda ilgi, destek azalır...Maalesef Kürtler, yine yalnız kalır, belki bir kaç dost, yoldaşla yan yana...O da belki.
Yalnız açık bugün farklı bir eşikteyiz. Bir taraf "amasız, fakatsız" bir adım attı. Hasan Cemal'ın anlatısı ile "Silahlara veda" hayal edilenden de hızlı bir adım. Peki, bunun karşısında hem iktidar hem muhalefetin diğer partileri ne yapacak?
Toplumun önemli bir kısmı sürecin şeffaf yönetilmesini, insan hakları ve demokrasi adına somut adımlar atılmasını bekliyor.
Ancak bir başka önemli mesele daha var: Bu süreç, Kürtlere dair zihinlerde kökleşmiş önyargıları da sarsabilecek mi? Yıllardır medyanın, siyasetin son dönemde sosyal medyanın yaydığı önyargı tohumlarını kök salmadan kurutabilecek mi?
Kürt komşularına "Kürt ama iyi insan" gözüyle bakanlar için de yeni bir süreç başlıyor yani. Asıl süreç ya da eş zamanlı yürütülmesi gereken başka bir süreç diye ifade etmek daha anlamlı olabilir, toplumda, mahallede, sokakta hayatın rutininde başlıyor oysa. Zihin duvarları yıkılmadan, gerçek bir barış mümkün mü?
Çok kıymetli Rizeli bir arkadaşımın “Kürtler neden dağa çıkıyor?” sorusuna verdiği bir yanıtı da buraya iliştireyim: “Diyarbakır Cezaevi’nde olanları anlatıyorum.”
Şimdi size de bir soru:
Siz, bu yeni süreçte halklar arasında yıllardır biriken önyargı ve nefretin zayıflatılması için ne yapabilirsiniz? Ne yapmak istersiniz?
Bu soruya yanıt bulmanıza yardımcı olabilecek birkaç film önereceğim. Barış, yalnızca siyasetin değil, toplumun da inşa etmesi gereken çok uzun, zor, yorucu bir görev. Hepimizin toplumsal bir görevi…
Önemli olanın niyet olduğunu hatırlatayım, yani sanırım insana tüm yönleri ile insan olarak bakabilmek… Yoksa kitap film pek etkili olamaz. Eminim çok daha geniş bir külliyat vardır bu konuda ilk aklıma gelenleri paylaşıyorum...
Origin (2023)
Yönetmen: Ava DuVernay
Senarist: Ava DuVernay
Duyguların Rengi (The Help) (2011)
Yönetmen: Tate Taylor
Senarist: Tate Taylor (Kathryn Stockett’in romanından uyarlama)
Min Dît (2010)
Yönetmen: Miraz Bezar
Senarist: Miraz Bezar, Evrim Alataş
Yol (1982)
Yönetmen: Şerif Gören (Yılmaz Güney’in senaryosundan)
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de...
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de yerel gazetelerde çalıştı. Sivil Sayfalar, Yeşil Gazete, Journo ve sektör dergileri için yazılar yazdı, haberleri yayınlandı. Hemşin kültür dergisi GOR’un kurucu yazarlarından. Yeşilden Maviye Karadenizden Kadın Portreleri, Sırtında Sepeti, Medya ve Yalanlar isimli kitaplara katkı sundu. Musa Anter Gazetecilik (2011) ve Türkiye Psikiyatri Derneği (2024) en iyi haber ödülü sahibi. Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu kurucularından. Sendikanın İstanbul Şubesi yöneticilerinden (2023-2027). İstanbul Üniversitesi Avrupa Birliği ve Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümlerinden mezun. Toplumsal cinsiyet odaklı habercilik ve cinsiyet temelli şiddet haberciliği alanında atölyeler düzenliyor. Şubat 2025'den bu yana kadın haberleri editörü olarak çalışıyor.