Hollanda'nın başkenti Amsterdam'da 18-29 Kasım 2014 tarihleri arasında düzenlenen uluslararası belgesel film festivali IDFA'da birbirinden enteresan yapımlar vardı.
Mesela, sonsuzluğa odaklanan Focus on Infinity adlı eserde fikirlerine danışılan kişilerden, yazar Aslı Erdoğan'a rastlamak hoş bir sürprizdi. Yönetmenliğini Joerg Burger'in yaptığı Avusturya yapımı belgeselde kâinatın varoluşuna yönelik gizem irdelenirken olağanüstü coğrafyalarda yapılan çekimler muhteşem fotoğraf yönetimi sayesinde gözlerimizi okşadı. Din ve bilim insanları dahil olmak üzere birçok insanın yorumlamaya çalıştığı iddialı içerik metafiziğin geniş evrenine dalmamızı sağladı, Gökçe İnce adı da yapımda emeği geçenler arasında dikkat çekti.
İran'daki İslam Devrimi sonrasında dinle bağdaşmayan siyasi düşünceleri yüzünden zindanlara atılan, işkence gören ve katledilenlerin acısı hafızalardan silinmedi. Günümüzde devletin muhtelif yönetim kadrolarında yer almaya devam eden failler Lahey'deki uluslararası halk divanında sembolik olarak yargılandı. Aralarında konuya eğilen Those Who Said No (Hayır Diyenler) adlı belgeselin yönetmeni Nima Sarvestani'nin de bulunduğu tanıklar gecikmiş olsa da adaletin yerine gelmesini talep ediyorlar.
Avrupa Birliğinde artmakta olan ırkçılığın hedeflerinden Romanlar Polonya'da zor şartlarda yaşıyor. Agnieszka Zwiefka'nın zarafetle kotardığı The Queen of Silence (Sessizliğin Kraliçesi) adlı belgeselde, on yaşındaki sağır Denisa içindeki tükenmez enerjiyi dansları ve şovlarına aktarırken seyircilere unutulmaz anlar yaşatıyor. Kimlik kartı, eğitim, iş ve oturma izni olmayanlara AB'de tahammülsüzlük tavan yaparken konuşma dersleri alamamış hırçın kahramanımız dile getiremediği duygularını bedeniyle ifade ediyor.
Marksist babasının bile kendi teninden farklı renklere sahip insanlara önyargılı olabildiğini ortaya çıkaran muzip Sunny Bergman IDFA'nın en çok ilgi gören belgesellerinden birine imza attı. Hollandalıların inkar etmeye meyilli oldukları ırkçılığın dışavurumu, Demreli Aziz Nikola'nın yaveri Black Pete karakteri hakkındaki Our Colonial Hangover (Kolonyal Baş Ağrımız), Tuschinski sinemasını salladı. Ülkedeki yabancı tahammülsüzlüğünün kanıtı olarak çocukların soytarısı, kara derili Pete'i Türklerle özdeşleştirebilen ebeveynler olduğu gibi beyaz ırkın üstünlüğünün tekrar tekrar hatırlatıldığı Batı medeniyetinde bu zihniyet çeşitli biçimlerde tezahür ediyor. Kendisini eleştirme yetisine de sahip olan ironik Sunny eğlenceli olduğu kadar siyasi açıdan gayet etkileyici bir belgesel çekmiş, tebrikler!
Belgeselde LGBT
Hollywood'da eşcinselliğini yıllarca saklamak zorunda kalan, televizyon dizisi Uzay Yolu'nun pilotu Sulu, namı diğer George Takei hakkındaki To Be Takei ABD'de hem Asyalı, hem de gey olmanın zorluklarını gözler önüne seriyor. Pearl Harbour saldırısının ardından Japonya kökenli ABD'lilerin maruz bırakıldığı muameleler, aşağılama ve kamplara tıkılma süreci oyuncuyu fazlasıyla etkilediğinden konu hakkında bir müzikale bile imza atmış. Eşcinselliğini açıkladıktan sonra bir LGBT aktivistine dönüşen muzır Takei Jennifer Kroot'un belgeselini gayet zengin ve eğlenceli bir biyografi haline sokuyor, kocası Brad'le olan neşeli atışmaları da cabası…
Belçikalı koreograf Alain Platel'in Gardenia adlı tiyatro eseri dünya çapında ilgi görmüştü. Drag queen ve trans kabare sanatçılarından oluşan kadro sahnede son performansını sergilerken, birbirinden dramatik kişiliği yakından inceleme şansına sahip oluyoruz. Before the Last Curtain Falls (Son Perde İnmeden Önce) adlı çarpıcı belgeselde yönetmen Thomas Wallner, muhafazakar bir Avrupa'da bin bir zorluğa rağmen cinselliklerini yaşamak için mücadele etmiş, hem ailenin, hem toplumun önyargılarıyla savaşmış, gündelik hayatta belki yorgun ama sahnede başı dik, nevi şahsına münhasır karakterler geçidine bizi cömertçe dahil ediyor.
ABD'nin sicili
Ney ustası Kudsi Ergüner'in müziğiyle katkıda bulunduğu Of Men and War (İnsanlar ve Savaş Hakkında) Irak işgaline katılan ABD'li askerlerin travmalarına eğiliyordu. Memleketlerine döndüklerinde normal hayata geçmekte zorlanan ordu mensupları yaptıklarını sorgularken tüm savaş mağdurları gibi psikolojik tedaviye muhtaç oluyorlar. Laurent Béceu-Renard'ın yönettiği 140 dakikalık belgesel, savaş karşıtı mesajıyla etkinliğin büyük ödülüne layık görülmesine rağmen fazla uzun ve monoton bulundu.
Yönetmenliğini Kathryn Bigelow'un yaptığı Oscarlı Zero Dark Thirty herhangi bir kovuşturmaya tabi tutulmamış olmasına rağmen ABD'nin mevzubahis işkence pratiklerini ilk ifşa eden CIA'den John Kiriakou ve NSA çalışanı Thomas Drake'in hayatı kararmış durumda. Yönetmenliğini James Spione'nin yaptığı 104 dakikalık Silenced (Susturulmuş) adlı sürükleyici belgesel New York'taki ikiz kulelere yapılan saldırı sonrasında ABD'nin inanılmaz boyutlara varan güvenlik paranoyasını bir kez daha sorguluyor.
Çin'in baskı rejiminden kaçıp Afganistan'da yaşamaya çalışan bir grup Uygur Türkü de aynı zihniyetin kurbanı olmuş. ABD'nin Osama bin Laden ve El Kaide'ye yönelik operasyonları sırasında teröristleri ihbar edenlere tahsis edilen ödüllere sahip olmak için güvenlik kuvvetlerine teslim edilen 20'den fazla Uygur Guantamo'yu boylamış ve suçsuz oldukları anlaşıldıktan sonra bile yıllarını orada geçirmek zorunda kalmış. Patricio Henriquez'in yönettiği 98 dakikalık Uyghurs, Prisoners of the Absurd (Uygurlar, Absürdün Tutsakları) Çin devletinin müdahalesiyle de inanılmaz boyutlara varan hukuksuzlukları cesurca ifşa ediyor.
Bir diğer belgeselde ABD'nin resmen savaş halinde olmadığı Pakistan'da uzaktan kumandalı pilotsuz uçakların sivilleri vurabildiğini görüyoruz. Uluslararası hukuk bir kez daha yerle bir edilirken Nevada çölünde bir bilgisayar oyunu oynarcasına görevini sürdüren ordu mensuplarından neyse ki itiraf edenler de oluyor. Tonje Hessen Schei'nin yönettiği 78 dakikalık Drone, savaş taktiklerinin acımasızlığını ortaya dökerken ABD'nin CIA üzerinden sürdürdüğü kirli politikaları da ayrıntılarıyla teşhir ediyor.
Ortaya karışık!
Apple ile Microsoft arasındaki savaştan sonra bilişim dünyasının ilgisi üç boyutlu yazıcılara kaymış durumda. Clay Tweel ve Luis Lopez'in yönettiği Print the Legend (Destan Yazmak) adlı yapımda idealist gençler tarafından başlatılan küçük çaplı işletmelerin hırs yüzünden nasıl dejenerasyona uğradığını da görüyoruz. Mesela MakerBot'un lideri Bre Pettis yola beraber koyulduğu ekip arkadaşlarına acımasızca davranıp ihanet edince: "Steve Jobs'un biyografisini okudu, ondandır…" deniyor, ahlaki değerlerin çöküşü bir epidemiye mi dönüştü yoksa? Liberal ideolojiye uygun olarak her türlü müsamahaya hakkı varmış gibi görünen bu yeni ve verimli 3D pazarı Cody Wilson silah ürettiğinde nedense bir an duraksayacak gibi oluyor: ABD devletinin ileri gelenleri, tekellerinin ellerinden alınacağı korkusuyla kripto-anarşist, serbest-pazar anarşisti ve silah-hakları aktivisti olarak tanınan Cody'yi terorist ilan edip haddini bilmesi gerektiğini hatırlatıyorlar!
Ağzından bal akan bir siyasetçi ise Uruguay'ın başkanı, Pepe Mujica. Yanından kolay kolay ayrılmayan eşiyle militanlık yaptığı dönemden sonra çiçekçilikle iştigal ettiğine tanık olduğumuz sevimli Mujica dünyanın en alçak gönüllü politikacısı olarak tanınıyor. Eşcinsel evliliğin yasallaşmasını sağlaması bir yana, Heidi Specogna'nın Pepe Mujica - Lessons from the Flowerbed (P.M. - Çiçek Tarhından Dersler) belgeselinde kenevirin serbest bırakılması onaylandığında Montevideo parlamentosundaki sevinç görülmeye değer!
Güney Afrika Cumhuriyeti'nin en bakir yerlerinden, Vahşi Batı Kıyı Bölgesinin doğal değerleri ve geleneksel yaşam şekilleri tehlike altında. Avustralyalı bir şirketin Titanyum madeni açma çabaları sırasında mıntıkanın yönetiminde meydana gelen ani değişiklikler ve bölge halkını birbirine düşürme çabaları çevrilen entrikalara işaret. Ryley Grunenwald'ın yönettiği The Shore Break (Kıyı Kırımı) gezegenimizin her köşesine amansızca saldıranların bildik taktiklerini Pondo halkına yönelik şekliyle afişe ediyor.
Orta ve Güney Amerikanın muhtelif ülkelerinden ABD'ye yönelik göç sırasında yük trenlerinde kaçak olarak seyahat edenlerin yardımına Meksikalı Las Patronas'lar yetişiyor. 1995'ten itibaren evlerindeki kazanlarda hazırladıkları yemekleri, imkansızlıklar içinde yolculuk eden onbinlerce göçmene yetiştiren gönüllü kadınların çabasını takdir etmemek mümkün değil. Daha iyi bir gelecek uğruna, ABD'ye çalışmak için gitmekte olan fakat amaçlarına ulaşıp ulaşmayacağı belli olmayan çaresiz insanlar hayati riskleri göze alarak yola çıkıyorlar. Las Patronas'ların, birbirine ince bir çamaşır ipiyle bağlı pet şişelerde suyu veya plastik torbalarda yiyecekleri, hızla hareket etmekte olan trenlerden sarkan yolculara her uzatışlarında insanın yüreği ağzına geliyor; umuda yolculukta havada kapılan her bir torba ise belki de hayalin, en azından bir süre daha muhafaza edilebileceğine dair bir işaret. Arturo Gonzales Villaseñor Llévate mis Amores (All of Me) mevzubahis sahneleri doya doya seyrettirerek bayrak yarışında bayrağın teslim anı kadar insanı heyecanlandıran dinamiği layıkıyla hissettiriyor.
Rusya'da, iktidarından vazgeçemeyen Putin'in diktatörlük halindeki siyasi tavrı için ne söylense az. Jean Michel Carré'nin Putin Is Back ile Aleksei Pivarovov, Alexander Rastorguev ve Pavel Kostomarov'un The Term adlı belgeselleri Pussy Riot, muhalif politikacılar Mikhail Khodorovsky ile Alexei Navalny ve Greenpeace eylemcilerinin başına gelenlerden ülkenin hiddet dolu din fanatiklerine, gayet geniş açılı bir manzara sunuyor. Farklı düşünen ve davrananlara tahammülü olmayan egosantrik liderin tehlike arz eden hukukçuları ve gazetecileri hapsettiği de malum. Yolsuzluk dört nala giderken ülkeye mafyatik bir sistemin hakim olduğu görülüyor.
2015 yılının hepimize hayırlı olması dileğiyle! (MT/ÇT)