İçine devlet kaçmış sanatçılar
Ülkenin tavanı çökse veya bir yarısı yangın yerine dönse bile dönüp bakmayacak, işine o derece konsantre olmuş bir sanat camiası var bu canım memlekette. Halbuki sözünün ağırlığı olan, ağzından çıkacak bir lafı uluslararası medyada haber olabilecek, bir şeylere etki edebilecek imtiyaza sahip tanınmış sanatçılarımız var, ama nedense bu güçlerini kullanmaktan imtina ediyorlar.
Sivil faşizm böylesine gürültülü biçimde kapıyı çalarken, yargısız infazlar gündelik hayatın parçası haline gelmişken, yüzbinlerce mülteci gelecekten yoksun mutlak bir sefalete sürüklenirken, bu arkadaşların yazdıkları senaryodan, baskıya yetişecek kitaptan, provalardan falan başlarını alıp bu tarafa bakacak hali yok anlaşılan. Yoksa linç kültürü ile sindirilmiş kuzuların sessizliği mi bu? 12 Eylül’lerin hâlâ silkelenemeyen ölü toprağı mı? Ölü taklidi yapmak gibi bir şey belki de.
Hadi diyelim, Roboski vahşeti yılbaşı eğlencesinin velvelesine denk gelmişti, olay uzak bir sınır köyünde cereyan etmişti, o çocuklar da zaten Kürt çocuklarıydı, başlarına her şey gelebilirdi. Peki ya Suruç'ta havaya uçurulan öğrenciler? Onlar Kürt ‘bile’ değildi, batıdan doğuya el verip dayanışmanın ne demek olduğunu bize hatırlatmak istemişlerdi sadece. Yani kaçak mazot falan taşımıyorlardı, allah için bir gram günahları yoktu vicdanınızı susturabilecek; o bayıldığınız kelimeyle söylersek, bir ‘kardeşlik’ köprüsü kurmaya çalışmak dışında.
Taşı bile ağlatacak bir kıyım, 33 genç bedenin hunharca parçalanışı, ardından gelen akıl almaz vicdansızlıklar silsilesi de yetmedi, sanatçıların o kutsal inzivalarını sarsmaya. Kamusal itibarı yüksek bir yazar, bir yönetmen, bir müzisyen çıkıp da ‘Yeter artık!’ gibi iki basit kelimeyi yüksek sesle dillendiremedi. Dillendirmeye kalkacak olanları geleneksel sporumuz linçle tanıştırmak için bekleyen kıtalar vardı evet, Beren Saat’in, Sibel Alaş’ın başına gelenler malum. Belki de bundan mütevellid öğrenilmiş bir sağır dilsizlik hali bu.
Artık sebebi her ne ise, dünyanın en duyarlı mesleklerini seçmiş bu camianın zulüm karşısındaki duygusal nasırlaşma hali üzerine kafa yorarken ve tam da onlardan umudumuzu kesmek üzereyken, bir grup sanatçının Türkiye’de yaşananlar karşısında isyan edip bildiri yayınladığı haberi geldi.
Fakat o da ne? Canlarım ya; meğer “Mehmetçiğin yanındayız” demek için bozmuşlar sessizliklerini. Daha çok bomba, daha çok ölüm çağrısı yapmak içinmiş isyanları. Her daim muhalif olması beklenen ‘sanat’ mefhumu adına ne kadar cesur, ne kadar kıvanç verici bir durum! Tam da içine devlet kaçmış sanatçılardan beklenebilecek bir hareket. Eski ülkücü Kültür Bakanı’mızdan da bir kontra atak bekliyor, bildiride imzası bulunan 283 kişiye tez elden ‘devlet sanatçısı’ payesi verilmesini umut ediyoruz naçizane.
Voltaire’e atfedilen bir laf var, "Diğer gezegenlerde hayat varsa eğer, dünyamız evrenin tımarhanesi olmalı" diye. Bu yerinde tesbite bir ekleme yapacağım, Voltaire’in affına sığınarak: O tımarhanenin ‘ağır şizofreni’ vakalarına ayrılmış koğuşu Türkiye olsa gerek.
Yeryüzünde realiteden bu denli kopuk, kendi dünyasına kapanmış insanların/cemaatlerin bu kadar yoğun olduğu başka bir toprak parçası bulmak zor. Gündelik pratik içinde kavramların bu kadar çorba olduğu, siyasi ilkesizliğin tavan yaptığı başka bir dönem de bulmak zor. Oyununu izlediğiniz, müziğini keyifle dinlediğiniz mümtaz sanatçı bir bakmışsınız, tankların üstüne çıkmaya hazır ırkçı militarist bir zombiye dönüşmüş! Bundan daha vahim bir paranoid şizofrenik vaka olabilir mi?
Türkiye Sanatçılar Birliği adı altında birleşmiş çoğunu tiyatro oyuncularının oluşturduğu grup, bildirilerine “Teröre Hayır, Kardeşliğe Evet” başlığını uygun görmüş. Gelgelelim, ‘kardeşlik’ kelimesi bildirinin başlığı dışında metinde bir kez dahi geçmiyor! Buna karşılık ‘terör’ kelimesi kısacık metinde beş altı kez anılmış. ‘Barış’ın esamesinin okunmadığını eklemeye gerek var mı?
Dayanamayıp videosunu da izledim; Dilek Türker’in, Andımız’ı okuyan hırslı ilkokul öğrencisi tonlamasıyla “Mustafa Kemal’in sanatçılarıyıııız!” diye bağırırkenki yüz ifadesinden öyle ürkütücü bir ‘kardeşlik’ elektriği aldım ki, tanrı herkesi öyle kardeşlerden korusun! Nitekim bu cümle, izleyici sıralarındaki kalpaklılar tarafından “... askerleriyiz!” diye düzeltiliyor, salonda bayraklar dalgalanıyordu. Ordusuna askerine bu kadar bağlı, kendini tankla, tüfekle, F-16’yla bu denli özdeşleştirmiş sanatçı dünyada az bulunur, değerini teslim edelim!
Yere yatırdığı Kürt işçilere “Size Türkün gücünü göstereceğiz!” diye höyküren faşist militer güçlere bakıp ‘bunlarla barış nasıl olacak?’ diye kendimize sorup duruyoruz haklı olarak. Acı ama gerçek, barış ve adalet istiyorsak zaten bunlarla savaşmayı göze almak zorundayız, başka yolu yok. Anti-faşist mücadele dünyanın her yerinde faşistlere karşı verilir. Asıl soru: ‘Terörle barış, teröristle müzakere olmaz!’ diyen, ‘bölücü terör’den, ‘terörü yok etmekten’, ‘teröre diz çöktürmekten’ bahseden, MGK bildirisi ağzıyla konuşan ama kendine sanatçı demekten de hicap duymayan bu insanları ne yapacağız peki?
24 yaşındaki Hacı Lokman Birlik’e reva görülenlerin üzerinden daha bir kaç gün geçmemiş, bu arada genç maktülün iki kısa filmde oyunculuk yaptığı, yani bu korkunç bildiriye imza atanlardan bir kısmıyla meslektaş olduğu ortaya çıkmış. Lakin onlar akrebe bağlanıp yerde sürüklenen bedenle, o insanın yakınları ile değil, zırhlı aracın içindeki özel harekâtçılarla dayanışma ihtiyacı duyuyor! O aracın içinde ana avrat söven faşistlerin sırtını sıvazlıyorlar, bir yandan ‘diktatör özentisi’ falan diyerek Saray’daki şeflerine laf sokar gibi yaparken.
İç düşmanlara karşı ‘vatan savunması’ diye inleyen (bu konuda, ekmeğini yemekten bıkmadığınız Nâzım Hikmet’ten bir şeyler öğrenebilseydiniz keşke), yeni Cizre’lere, yeni Silvan’lara, Şırnak’lara, yepyeni JİTEM katliamlarına davetiye çıkaran bu ‘aydınlarla’ mı barış gelecek? Hayır elbette onlarla değil, onlara rağmen gelecek. Barış ve adalet geldiğinde de, onlar tarihin faşizmle flört eden sanatçılar hanesinde veya ‘teröre lanet’ mitingi düzenleyen mafya babalarının yanında anılacaklar, en fazla.
Bu ‘devlete iliştirilmiş’ sanatçı kategorisinden bir şey beklemeyelim o yüzden. Sorumuz asıl kendilerinden bir şey bekleme hakkımız olanlara: Hayatta olsalar, mesela Yılmaz Güney'in veya Nazım Hikmet'in Suruç gibi bir kıyım karşısında susabileceğini düşünebiliyor musunuz? Cevabı açık, çünkü onlar sadece sinemacı veya şair olarak değil insan olarak da büyüktü.
Sinema dünyasında diyelim, barışa ihtiyaç duyan ve bunu seslendirme yürekliliği gösterecek bir tek Kadir İnanır mı var? Yaşar Kemal’in, Vedat Türkali’nin yüreğine sahip bir tane çağdaş yazarımız yok mu? Bu toplumdan bir Jean-Paul Sartre veya bir Jean Genet çıkmasını beklemiyor kimse. Hadi Önder Çakar gibi tüm kişisel planlarınızdan feragat edip hayatınızı bir davaya adamanız da gerekmez. Ama cılız da olsa bir ses, bir söz, bir kaç paragraflık bir yazı... Ona da mı gücünüz yok?
Zamanında melektaşları tarafından ‘apolitik’ olmakla suçlanan Pedro Almodovar gibi uçarı bir yönetmen geçen sene -Penelope Cruz, Javier Bardem gibi oyuncularla birlikte- Gazze'deki aleni kıyıma dayanamayıp İsraile karşı bir bildiriye imza atmıştı. Geçen aylarda Lübnan’dan Lucien Bourjeily adlı bir sinema ve tiyatro yönetmeni, gösterilerde haksız yere gözaltına alınan arkadaşlarının salınması için açlık grevine başladığını ilan etmiş, gözaltındakiler ertesi gün salıverilmişti.
Daha uzak ama şu aralar siyasi iklimi bizdekine fazlasıyla benzeyen, lideri bizimkinin ruh ikizi sayılabilecek bir ülkeye gidelim: Hindistan’ın en önemli yazarlarından Nayantara Sahgal, kendisine devlet tarafından verilen Sahitya Akademi Ödülü’nü ülkedeki gidişata tepki olarak iade etti geçen hafta. Ondan önce bir başka yazar, Uday Prakash da aynı yolu izlemişti. Hemen ardından ödülün iki sahibi daha, şair Ashok Vajpeyi ve yazar Rahman Abbas benzer gerekçelerle ödülü iade ettiklerini açıkladılar.
Bu saygın edebiyatçıların dikkat çekmek istediği ortak nokta şuydu: Sağcı Modi hükümetinin sekter politikaları yüzünden Hindistan hoşgörü toplumu olmaktan çıkıyor, bir linç toplumuna dönüşüyor, yazarlara aydınlara dönük saldırılar giderek artıyor ve devlet olanları seyretmekle yetiniyor. Sahgal’ın protestosuna gerekçe olarak andığı olaylardan biri, Eylül sonunda Uttar Pradesh’in bir köyünde fanatik Hinduların, Müslüman bir aileyi ‘inek eti yediği’ gerekçesiyle linç edip birini öldürmeleri ve yine hükümetin buna karşı takındığı sessizlikti.
Hindistan veya Lübnan’da yaşananların, Türkiye’de sadece son üç ayda tanık olduklarımızın yanında lafı bile olmaz. Ama, bana-dokunmayan-yılan-bin-yıl-yaşasın ülkesinde tık yok!
Naif ve somut bir soruyla bitirelim: Varisleri, Ahmet Kaya’ya verilen Cumhurbaşkanlığı Ödülü’nü diktatöre iade etmeyi düşünmezler mi? Onları ikna etmek için bu konuda bir kampanyaya ne dersiniz? (NS/HK)
Not: Berbat bir durumu anlatmak için şizofreni metaforunu kullandığım için bu hastalıktan muztarip olan okurlardan özür dilerim. Fakat daha uygun bir benzetme bulamadım.