Bu hafta Başka Sinema salonlarında vizyona giren Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown) Belçikalı yönetmen Felix Van Groeningen'in Belçika'ya en iyi yabancı film dalında Oscar adaylığı getiren yeni filmi. Berlin ve Tribeca Festivallerinden övgülerle dönen film ülkemizde de geçen yıl Filmekimi'nde gösterilmişti.
Kırık Çember bir aşk filmi.
Kırık Çember bir aile filmi.
Kırık Çember hayatla ve kayıplarımızla baş edişimizin filmi.
Çok sevmek ve çok çabalamak bazen nafile. Kırık çember işte buna dair film.
Zor bulduğumuz mutluluğun parçalanıp elimizden kayıp gitmesinin öyküsü: Birbirinden çok farklı, farklı şeylere inanan (ya da inanmayan diyelim), hayata başka türlü bakan bir kadın ve bir erkek tanışır ve severler birbirlerini. Sonra başlar hikâyemiz. Kovboy şapkasıyla gezen, Amerika hayranı, Bluegrass denen bir tür country müziğine gönül vermiş, grubuyla birlikte şarkı söyleyen, şehirden uzakta, çiftlik benzeri bir yerde yaşayan, tanrıya inanmayan esas adamımızın adı Didier.
Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown) Yön: Felix Van Groeningen Oyn: Johan Heldenbergh, Veerle Baetens, Nell Cattrysse Vizyon Tarihi: 24 Ocak 2014 |
Vücudunun her yeri dövmelerle kaplı, kendisi de bir dövmeci olan şehirli, Didier'den daha modern görünen esas kadın Elise ise tam aksine inançlı, muhafazakâr bir insan. İşte ne oluyorsa oluyor, hayat bu ya; Didier ve Elise karşılaşıyorlar bir gün, aşık oluyorlar birbirlerine. Çok mutlular, birlikte şarkı söylemeye başlıyorlar, her şey yolunda. Sonra bir gün Elise hiç hesapta yokken hamile kalıyor. Didier hazır değil baba olmaya, biraz bocalıyorlar ama bu badireyi atlatıp bir kız çocuk sahibi oluyorlar. Ama hayat adil değil, hayat acımasız. Farklı da olsalar birbirlerinden, arada sırada didişseler de mutlu mesut yaşayan Didier ve Elise kızlarının kanser olduğunu öğreniyorlar. Sonrası zorlu bir mücadeleyle, bolca can acıtan sahnelerle, kavgalar, gözyaşlarıyla dolu filmin.
Kurgu karışık; kâh şimdiki zamandayız, kâh bu aşkın filizlendiği ilk günlerde.
Yönetmen hikâyeyi bir oradan bir buradan göstererek anlatmayı seçmiş. Aslında iyi de yapmış çünkü olayları kronolojik olarak izlesek belki de karşımıza çıkan film mutlu başlayan bir aşkın, karşısına çıkan engellere dayanamayıp yok olmasını anlatan sıradan ve çokça ağdalı bir portresi olabilirdi. Üstelik burada araya giren engel başka erkekler/kadınlar, zenginlik/fakirlik, aileler gibi alıştığımız şeyler değil de ölüm olunca duygu sömürmek, ekmeği seyircinin gözyaşlarından yemek de çok kolaylıkla seçilecek bir yol olurdu. Oysa bu flashbackler, başımızı döndüren geçmiş-şimdi arası yolculuklar karakterleri daha iyi anlamamıza, ilişki ve hastalık süreçleri boyunca geçirdikleri değişime tanık olmamıza yardımcı oluyor. Bunda kuşkusuz Johan Heldenbergh ve Veerle Baetens'in kusursuz performanslarının etkisi büyük.
Filme dair en güzel şeylerden biri hiç şüphe yok ki müzikleri. Tam boğazımıza bir şeyler düğümlenmişken sahneye çıkıp şarkı söylüyorlar ya da üzüntüden enkaza döndüler dediğimiz anda.
Hele bir de şarkılı finali var ki filmin; “Evet, böyle bitmeliydi” dedirtiyor seyirciye adeta.
Herkesin sıkıntılarıyla, acısıyla baş etme yöntemi farklı; anne yaşadığı kayıptan sonra hayata küsüp içine kapanıyor. İnancına daha bir sarılıyor, sanki bunu da tek başına yapıp kocasını uzaklaştırıyor kendinden.
Baba daha gerçekçi, birileri hayatın her koşulda devam ettiğinin farkında olmalı der gibi. Acısını öfkeye dönüştürmüş, onun savaşı da öyle işte. Aslında yaşadıkları acının önüne geçmenin mümkün olduğunu ama körü körüne inançlar, dini ve bir yanıyla da politik sebepler yüzünden kızını kurtarabilecek bilimsel çalışmaların önünün kesildiğini öğreniyor. Zaten inançsız bir insanken duyduklarına iyice bilenen babanın kalabalık bir seyirci topluluğunun önünde kendine hakim olamayıp buna dair yaptığı bir konuşma var ki belki de filmin en can alıcı yerlerinden biri.
Yönetmen öyle güzel bir yere, mesafeye koymuş ki kamerasını kimseyi suçlayamıyoruz, kimseye diğerinden yakın mesafede duramıyoruz. Ağlamak serbest elbet, film hüzünlü. Ama "vıcık vıcık" olmadan başarıyor bunu. Bize de iki saat boyunca, ölüp giden bir aşkın gözlerimizin önünden film şeridi gibi geçmesini izlemek düşüyor. (GÖ/HK)