Bilgi-iletişim çağındayız. Hümanizmanın dilde de olsa tavan yaptığı bir dönemden geçmekteyiz. Sadece insan değil, hayvan haklarının da sıkça gündemleştiği, hayvanlara yaptıkları kötü muameleden dolayı insanların cezalandırıldığı, duygu ve düşüncenin inceldiği, kristalize olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Öyle ki tüm yaşam biçimlerini -bakteriler ve virüsler- dâhil “içsel değerler“ açısından birbirlerine eşitleyen ve “bio-merkezcilik” kavramında ortaklaşıp bunun mücadelesini verenler de var.
Bakteri ve virüslerin yaşamlarını birer değer olarak görecek düzeyde incelmiş insanların yaşadığı çağımızda, buna tezat düşecek biçimde insana ve insanlığa karşı akıl almaz işkenceler ve suçlar işleniyor.
Bu uygarlıkta böyle yabanilik?
Tarihçiler ve antropologlar insanımsı hayvanların varlığını 2,5 milyon yıl ötesine kadar götürüyorlar. Bu canlılar, modern insanın atası Homo Sapiens'e kadar birçok evrim geçirdi. Genetik – biyolojik mutasyona uğradılar.
Ama neticede kimi genlerini de beraberlerinde taşıdılar. 2,5 milyon yıl önceki akrabalarımızın genleri bedenimizde. Bırakalım 2,5 milyon yıl öncesini, çok daha ilkel ve eski canlıların genlerini taşımaktayız hala.
İnsan cenininde onca evrime rağmen solungaçların bulunuyor olması başka neyle izah edilebilir ki?
Yani biyolojik olarak milyonlarca yıl öncesi canlıların genlerini taşıdığımız bilim insanlarınca kabul gören bir realite.
Bu durumda, o dönemlerden kalma ruhsal ve kültürel genleri de taşıyor olamaz mıyız? İçimizdeki yabani ta o dönemlerden beri bize eşlik ediyor.
Bilincimiz onu kavramaya çalışsa bile o, bir yolunu bularak bilinçaltımızda bir biçimiyle yaşıyor. Kimimizde uykuda, kimimizde uyanık. Kimimizde pasif, kimimizde aktif. Ama ister okumamış bir cahil, ister kendini yetiştirmiş bir entelektüel olalım hepimizin ruhunun kuytuluklarında bir yabani yaşıyor. Zemin ve koşullar oluştuğunda o yabani uyanır ve bilinci teslim almaya çalışır.
Kimi zaman ise bilinç ve yabani el ele vererek koalisyon kurarlar. Bu, yabaninin aldığı en korkunç ve tehlikeli haldir. Sistemli işkenceler, katliamlar ve soykırımlar bu koalisyon neticesinde gelişir.
Jung’un “ırksal bilinçaltı ‘’teorisi konumuz bağlamında yol göstericidir. Bireysel bilinçaltının çok daha derinliklerinde bir de ırksal bilinçaltı olduğunu savunan Jung, “beden yapımız gibi ruhsal yapımız da, milyonlarca yıllık soy gelişimsel izler taşır” der.
Nietzsche’nin, bir eserinde geçen “ Sizler sülükten insanlığa kadar yol aldınız. Sizde daha pek çok şey sülüktür.’’ ifadesi konuyu özetler gibidir.
Bu durumda ne yapacağız bu yabaniyi? Onu içimizden kovabilir miyiz?
Etkilerini kırabilir, minimalize edebiliriz ama onu içimizden söküp almamız ve kovmamız kolay değil. Onun etkilerini kırabilmek için de ruhsal devrimler gerekmektedir. Ki ruh genleri zamanla mutasyona uğrasın ve yeni bir form kazansınlar.
Dinsel devrimler, ulusal devrimler, sınıfsal devrimler, sosyal ve ekonomik devrimler, akla gelebilecek nice devrimler yapıldı ama bu yabani, genlerden sökülüp atılamadı. Bırakalım sökülüp atılmayı, etkisizleştirilemedi bile.
Dinsel ya da ideolojik devrimler aynı zamanda ruhsal devrim iddiasındadırlar ama içteki yabaniyi elimine etmekten ziyade, ona yeni kıyafetler giydirerek sistemlerinin muhafızlığıyla görevlendirdiler çoğu zaman.
Bu sebepten ruhsal devrimler yegâne çare gibi görünüyor. (AB/APK/KU)