Önceki gün bir “ekonomi” haberi okudum. Enflasyonda istediği oranı tutturamayan ve muhtemelen bir erken yerel seçim nedeniyle tutturma olanağı olmayan hükümetimiz yeni bir karar almış: “Çanakkale’den Mersin’e kadar olan sahil bandında yabancılar için villa kentler ve tatil köyleri kurulacak”mış.
Bunu yaparken İspanya’yı örnek alacakmışız. Çünkü İspanya “geliştirdiği bu modelle, ekonomik olarak pek çok Avrupa ülkesinin de önüne geçmiş. Ekonomik olarak İtalya’yı zorluyormuş İspanya’nın 2011 yılında kişi başı milli gelirde Almanya’yı geride bırakması bekleniyormuş.”
Ama “İspanya’nın dağı taşı da ‘beton’ olmuş”; ancak biz ‘öyle’ yapmayacakmışız!
Bir süredir Bodrum’dayım. Burada dağlarla denizler hep bir arada. Her yanda tepeler ve yamaçlar var. Ama burada olduğum süre içinde bir yere gidip gelirken kafamı kaldırıp yamaçlara bakmaya korkar oldum. Çünkü yamaçlarda yoğun bir “inşaat ve yapılaşma faaliyeti” var. Sahiller, düz alanlar tükenmiş çoktan.
Şimdi tipik Akdeniz bitki örtüsü “maki”lerle kaplı yamaçlar yerleşim yeri haline geliyor. Denildiği gibi “villa kentler”, “tatil köyleri”, “otel hizmeti veren 5 yıldızlı siteler”, “özel yazlık malikaneler”, “şato gibi evler” yapılıyor her yana.
Turizm sezonu dışında buraların en büyük faaliyeti bu; inşaat işleri. O kocaman çimento kamyonları vızır vızır. 10 dakikalık yolda en az 5-10 defa ya siz onların yanından, ya onlar sizin yanınızdan geçiyor.
* * *
İnşaat yapıldığına göre buralar “arsa” niteliğinde olmalı, yani birilerinde bir “tapusu” bulunmalı diye düşünüyorum. Sonra buralara tapu nasıl verilmiş acaba diye soruyorum kendi kendime. Dağ bayır için kimler, nasıl tapu çıkarmış olabilir acaba?
Birilerine soruyorum; aldığım yanıt beni şaşırtmıyor. “Köylüler bir ağaç dikiyorlar sonra ardından burası benim deyip çeviriyorlar etrafını ardından, tapu çıkartıyorlar” diyor. Gerçekten “köylü”lerin bunu yapması olası mı acaba?
Yoksa “rüşvet” nedeniyle tüm memurları göz altına alındığı için hiç memuru kalmayan bir tapu dairesinde olanların benzerleri her yerde mi söz konusu diye aklımdan geçiyor.
Sonuç şu: Doğa katlediliyor, zaten “küresel ısınma” nedeniyle giderek azalan “yeşil” de hızla betona dönüşüyor.
Toprağın altındaki demir, kum, taş, toprak, çimento olarak toprağın üzerine istif ediliyor. Bakınca bir şeyler yapılmış gibi görünen ama aslında “inanılmaz bir tahribat ve inanılmaz bir kaynak israfı” her yere egemen olmuş durumda. Nereye baksam aynı; sahile yakın olan sırtlar neredeyse tümüyle dolmuş, biraz içeride olan yerler ise kapatılmaya ve aynı sürece sokulmaya çalışılıyor.
* * *
İşte bu güzergahtaki köylerden birisine gittim son olarak. Biraz daha içerde kalıyor, onun için henüz oraya “yıkım işleri” fazla ulaşmamış. Tek tük ve eskiden olanlara benzer birkaç inşaat var. Ama çok zamanı da kalmamış. Çünkü yavaş yavaş orası da keşfediliyor.
Arkadaşlarımla oraya gittiğimde yolun kenarında bir “yaşlı dede” bastonuna dayanmış, hafif rampası olan köy yolunda yukarıdaki camiye doğru “sarsak sarsak” yürüyordu. Zorlandığını görünce arabayı durdurup indim ve koluna girdim, destek oldum. Önce “merhaba”laştık. Onun da kulağı benim gibi ağır işitiyordu. Birbirimize sesimizi duyurmak için bağırarak konuşmayı sürdürdük. Arkadaşlarım ileriye doğru gittiler, uygun bir yer bulup arabayı park etmek üzere.
Tanışma faslında “doktor” olduğumu öğrenince doğrudan söze oradan girdi. Bir tanıdığı, bir iş arkadaşı gibi gördü kendini. Çünkü o da bir sağlıkçıymış. Askerliğini “sıhhiye” olarak yapmış, sonra da birileri aracı olmuş, İstanbul’a gidip tıp fakültesi hastanesine müstahdem olmuş. Göğsünü gere gere “Ben” dedi “askerden sonra İstanbul’da Guraba Hastanesi’nde çalıştım.” Sonra camiye gitmekten vazgeçti. Orada bir taşın üzerine oturduk uzun uzun konuştuk. 50’li, 60’lı yılların Tıp Fakültesi’ndeki insanlardan söz etti; öğretim üyelerinin personelle, hastalarıyla, öğrencileriyle olan ilişkilerini anlattı, kendisinin bildiği ama benim adlarını bile duymadığım eski hocalardan, doktorlardan söz etti; çeşitli anılarını da araya katarak.
Sonra 25 yıl çalışıp emekli olduğunu, köye geldiğinde daha çok genç olduğunu ve çok çalıştığını anlattı. Bana evini ve yaşadığı yerleri göstermek istediğini söyledi. Kalktık az aşağıdaki evine doğru yürüdük. O zaman buralarda çok insan olmadığından ama herkesin birbirine çok yakın olduğundan, herkesin çok çalıştığından, sırttan aşağıya Bodrum’a üç saat yürüyerek en az haftada bir gittiğinden söz etti. Birçok şeyi oralara, “dışarıyı görmüş ve bilen bir adam olarak” kendinin getirdiğini anlattı.
Eşiyle birlikte köyde ilk kez “sabun” ürettiğinden, üstelik onun içine değişik bitkisel esanslar katarak “kokulu sabun” ürettiğinden söz etti. Sabuna eşinin adını verdiğini söyledi ve elde yaptıkları sabunların kalıplarıyla, eşinin adı kazılı olan “ağaçtan damgayı” gösterdi.
Sonra sözü ona komşularının, uzak yakınlarının nasıl yardımcı olduklarına ve ama “bu kalabalığa karşın yalnızlığına” getirdi. Dünyanın, insanların, doğanın bozulduğundan söz etti.
Belleği, algısı, doğruyu görme ve değerlendirme yetisi yerindeydi. 90’ına yaklaşmış bu insan olanı biteni görüyor, bundan yakınıyor, ama elinden bir şey gelmemesi nedeniyle kendine hayıflanıyor ve bu olumsuzlukları yapanlara kızıyor, küfrediyordu. Onunla biraz da evine dair gündelik yaşantısına dair konuştuk. Tek odalık evindeki büyük “buzdolabı” ağzına kadar doluydu. Tek göz ocağındaki küçük tenceresinin içinde yemeği vardı. Üstü başı kirli değildi, “Komşular arada alır yıkarlar” diyordu.
* * *
Yanından ayrılıp dışarı çıktığımda arkadaşlarım bana o kadar uzun süre ne yaptığımı sordular. “Konuştuk biraz” deyince güldüler ve o yaşlı insan için oradaki diğer köylülerin söylediklerini anlattılar. Köylülerden öğrendiklerine göre onun “yaşlı bir bunak” olduğunu söyleyip, hatta köy içinde adının önüne “deli” diye bir sıfatın konularak söylendiği bir kişi olduğundan söz ettiler. Yalnızca güldüm.
İşte o zaman aklıma geldi, “her köyün, her mahallenin bir delisi” olması gerektiği düşüncesi.
Zaten birçok yerde vardı belki ama eksik olan yerleri de tamamlamak gerektiğini o zaman düşündüm. Hatta yalnız köylerin, mahallelerin, semtlerin değil, şimdilerde “villa kent”lerin, “tatil site”lerinin, hatta büyük kentlerde apartman “blok”larının bile bence “birer delisi” olmalı diye aklımdan geçirdim.
Çünkü yalnız onlar, günde en az bir kez bile olsa “doğru”ları söyleyerek, aslında bizlerin her birimizin, vicdanımızın söylediği “iç sesimizi” bize yansıtıp, bizleri kendimizle ve gerçeklikle yüzleştirebilirler, yapılanın anlamını ya da anlamsızlığını gösterip, uyandırabilirler.
Onlar olmalı bence! Düşünce özgürlüğüne “dışardan ve egemenlerce” getirilen kısıtlamalar ve sınırlamaların ötesinde, kendi kendimize bile söylemekten çekindiğimiz ama her birimizin şu ya da bu oranda katkıda bulunduğumuz “olumsuzlukları ve buna dair yaptıklarımızı” bizlere söyleyen “delilerimiz” olmalı gerçekten de.
Aslında belki de; eskinin deyişiyle birer “velî” olan o insanlar sayesinde, bu “kötü” gidişi değiştirecek bir şeyleri yapma, bir şeyleri bir yerinden tutarak “farklı olanı” yaratma olanağı buluruz.
* * *
Onun yaşantısına ve yaşam biçimine bakarak, o “deli/velî”lerin bize çoktan unuttuğumuz “dayanışmayı” yeniden anımsatıp, bir kez daha öğretebileceğini de düşündüm o sırada. Çünkü bu “duygu ve olgu” bugün onların yaşamlarının hâlâ en önemli unsuru. Yaşamak için sağlanması gereken gereksinimleri bu yolla karşılanıyor. İşte bunları da yeniden ve her yerde var edip yaşayabilmek için de “onlar” gerekli bize.
Tam burada biraz daha “ileri” gitmek ve bir düşüncemi paylaşmak istiyorum: Bu “her şeyi paraya tahvil etmiş dünyada” yaşayabilmek için içimizde bir yerlerde sımsıkı bağlayıp hapsettiğimiz kendi “deli”lerimizi, kendi “deliliğimizi” keşfedemez miyiz acaba? Delilerimizin incirlerini çözerek serbest bırakamaz mıyız, deliliğin verdiği cesaretle olan bitene bir de böyle itiraz edemez miyiz acaba?
Akıllıların, doğru düşünenlerin sözlerini dinlemeyen, gösterdiği yolda gitmeyen bu insan soyu, “petrol ya da para” için ortalığı kırıp geçiren, döküp saçan, hep birlikte bir “yok oluşa” doğru bizi götüren “deli”ler yerine, belki de o zaman “bize” inanırlar ve “bizim dediklerimizi” yaparlar.
Ne dersiniz çok mu “delice” şeyler söylüyorum sizce.
Sizin “deli”nizin daha iyi bir çözümü ve sözü varsa onu da dinlemeye hazırım!... (MS/TK)