Konu başlığına bakıldığında fazla ironik dursa da ünlü yazar Albert Camus, bize içimizde yaşayan –bazen saklamak zorunda kaldığımız- benliğimizin bir diğer parçasını gösteriyor kısacık romanı “Yabancı” ile. 72 yıl önce yayımlanan kitap, bugün hala aynı hisleri uyandırıyor insan zihninde. 1942 ile 2015 teknolojisini, bugünün yaşam şartlarını karşılaştırdığımız zaman bir kez daha anlıyoruz ki -yaşam ve şartlar- ne denli değişirse değişsin benlik değişmiyor.
Kitabı okumaya başladığınızda ilk olarak “bu nasıl bir umarsızlık” diye düşünüyorsunuz. Fakat biraz ilerledikçe kahramanın tavırlarını, sizin de toplumsal kurallara bağlı olarak, doğalında içselleştirmiş olduğunuz ancak bunları dışarı vurmadığınız fikrine kapılıyorsunuz. Toplumsal kurallardan sıyrıldığınız anda, kahramanın tepkileriyle benzer tepkiler vermenin aslında doğal olma ihtimalini düşünüyorsunuz daha sonra.
Kahramanımız Mersault, karakteriyle topluma karşı farklı bir duruş sergiliyor. Olay örgüsü içinde verdiği tepkiler de Mersault’ın toplumun ahlak kurallarına nasıl da uzak bir tavır takındığı gösteriyor. Bu kitap hepimizin içindeki, doğal olan duyguların bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Camus’un anlattığı bir başka yabancılaşma ise Mersault’ın kısa bir zaman dilimi içinde yaşadığı olaylar ve bu olaylar karşısında herhangi bir etkide bulunamadığı, sadece izleyebildiği bir yargılanma süreci.
“Düşüncelerime gömülü olmama karşın, bazı bazı lafa karışacak oluyordum. O zaman avukatım, ‘Susun! Davanız için bu daha iyi!’ diyordu. Benim davamı beni işe karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler sanki. Her şey, benim araya girmeme kalmadan geçip gidiyordu.”
Kahramanımız kitabın en başından beri var olan, farklı – belki de umarsız kelimesi bunun için daha uygun olacaktır- kişiliğiyle dikkat çekiyor. Bunun ardından bir anda; kendisiyle hiç ilgisi olmayan, dünya üzerinde yaşayıp yaşamadığı hiç de umurunda olmadığı, tanımadığı bir adamı tanımlayamadığı bir sebeple öldürüyor. Kitabı okurken siz de tanımlayamadığınız bazı şeyler yapmak istediğinizi ve de yaptığınızı anımsıyorsunuz. Camus’un yabancıyı bize anlatımı aslında çok tanıdık. Freud’un kişinin benliğinin aslında ne denli ahlaksız ve ne denli bencil olduğuna dair yaptığı açıklamalar burada da bir başka şekilde karşınıza çıkıyor. Sakladığımız asıl kişiliğimiz ve belki de doğamıza uygun olan beliriyor zihninizde.
Camus’un savunduğu “absürt” kavramının bir yansıması olarak karşımıza çıkan bu kitap, insanların yaşamlarında anlam arama/bulma çabalarını eleştiriyor. Camus’a göre aslında evren akla aykırı ve saçmalıktan ibarettir[1]. Evren “dokunabildiğin, tadabildiğin, hissedebildiğinden ötesi değildir” düşüncesiyle temellendirilen bu akım: Evrenin anlamsız olduğunu ve çabaların da tam anlamıyla -boş, absürt, saçma- olduğunu söyler. Evrenin bu saçmalığındaysa yapılacak iki şey çıkar karşımıza; biri ölmek ki Camus Sisifos Söyleni adlı kitabında ölmenin de bu saçmalığa bir son vermek değil aksine başka bir saçmalık olduğunu düşünür. Bir diğer yol olan ölümden sonraki hayat ya da Tanrı inancını yani evrenin ötesinde bir yaşamı umut etmenin de aynı saçmalıkta olacağını düşünür.
“Fakat herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir (…) İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur.”
Kafka’nın Dönüşüm’ünde de rastladığımız “toplumsal kural ve arayışların anlamsızlığı” hissiyatı aynı şekilde bu kitapta da ele alınıyor. Varlığın ötesinde bir çabanın ya da kurallar silsilesinin de samimi olmadığı hissini uyandırıyor. Genel anlamda düşündüğümüzde, birey olarak toplumda var olmanın gerekliliğinin bu kurallara dahil olmaktan geçtiğinin -bilinçli ya da bilinçsizce- farkındayız. Yapmamız ya da yapmamamız gereken davranışların iyi ya da kötü olmasından öte toplumda kabul görüp görmediğine daha fazla değer veriyoruz. İyiyi kötüyü de öte yana bıraktığımızda sergilediğimiz davranışın gerçekten samimi olup olmadığı konusunda da tereddütlerimiz oluyor. Bir bakıma toplumun zihnimize yerleştirdiği ahlaki kuralları ve içimizde yaşayan diğer benliğimizi yumuşak gösterme çabasında olduğumuzu da söylemek mümkün.
“Bugün annem öldü veya dün tam hatırlamıyorum.” Mersault’ın tavırları toplum tarafından ayıplanıyor ve dava sürecinde aslında insani olarak yaptığı her şey, karşısına toplumsal bir ayıp olarak çıkıyor… Kahramanımız hayata karşı herhangi bir mücadelenin anlamsız olduğunu düşünüyor…
Nihayetinde Camus’un hayata bakışının bir yansımasıydı Mersault. İçimizde yaşayan kayıtsızlık ortaya çıkmalı mı, çıkmamalı mı? Ya da bu durum doğru mu değil mi? Tartışmaları uzayıp gitse de sonuç olarak toplumsal anlamda içimizde yaşayan bir başka benin varlığını kabul etmeli ona göre yaşamalıyız belki de. Ya da başka bir çözüm olarak tüm bu yaşananlara kayıtsız kalmalı alışılagelmiş olanı kabul etmeliyiz…
“Beni kuru bir ağaç kavuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum.”
Albert Camus
1913 yılında Cezayir’de doğan Camus, ilk olarak deneme ve şiir yazsa da 1942 yılında yayımladığı “Yabancı” kitabıyla ünlenir. Yabancı yukarıda anlatıldığı gibi, bir insanın yaşamın saçmalığına karşı duyduğu kayıtsızlıktan bahseder. Herhangi bir insanın aslında birazcık her insan olduğuna da vurgu yapar ve absürdizm’i bize anlatır. 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan Camus, 1960 yılında, daha önceden en absürt ölüm şekillerinden biri olarak nitelendirdiği araba kazasında öldü. (EZA/YY)
[1] http://www.felsefe.gen.tr/