Küçük bir çocuk var. Paçanızdan tutmuş, sürekli çekiştiriyor. Her saniye "Benimle ilgilen, bana aferin de, beni onayla!" diye çığlık çığlığa ağlıyor. Kendisine dönülüp bakılmadıkça sesini yükseltiyor. Devamlı "Kimse beni sevmiyor!" diye yaygara koparıyor.
Ona aslında kendisinin de diğer insanlar kadar sevilebileceğini anlatmaya çalışıyorsunuz ancak dinlemiyor. "Ben en çirkin ve katlanılmaz yaratığım!" diyor. O kadar çok bağırıyor ki, etrafta başka bir ses duyamıyorsunuz. Sesi o kadar çocuksu bir tondan çıkıyor ki dönüp kızamıyorsunuz, onunla kavga edemiyorsunuz. Halbuki epeyce öfkeleniyorsunuz. İki seçeneğiniz varmış gibi geliyor. Ya onu azarlayıp bir güzel pataklayacaksınız ya da görmezden geleceksiniz. İkisini de deniyorsunuz zaman zaman. Fakat işe yaramıyor.
Hikayeyi tersten kuralım: bir çocuk var. Sürekli yanınızda ve size ne kadar güzel, ne kadar zeki, ne kadar mükemmel olduğunu haykırıyor. Dünyanın en eşsiz varlığı olduğunu yineleyip duruyor. Kulağınızın dibinde "Ben birinciyim, ben en iyiyim!" diye bağırdığı için başka hiçbir şey duyamıyorsunuz.
Sizin söylediğiniz her şeyi duymamazlıktan geliyor. Ona aslında herkes gibi bir insan olduğunu anlatmaya çalışıyorsunuz ancak dinlemiyor. "Benim dünyanın en muhteşem varlığı olduğumu kabul edeceksin!" diyor. İki seçeneğiniz varmış gibi geliyor. Ya onu aşağılayıp haddini bildireceksiniz ya da görmezden geleceksiniz. İkisini de deniyorsunuz zaman zaman. Fakat işe yaramıyor.
Gördüğümüz kadarıyla farklı karakterdeki bu iki çocuğun ortak noktası hayatı yaşanmaz kılmaları, laftan anlamazlıklarıyla yaka silktirmeleri ve kendilerini dünyanın merkezinde zannetmeleri. Peki bu çocuklarla nasıl uzlaşacağız? Onların bize ait olduğunu kabul etmek mümkün mü?
Elimizdeki tek veri onları görmezden gelmenin ya da onlara saldırmanın pek de işe yaramadığı yönünde. Bana öyle geliyor ki bu çocukların bize ait birer parça olduğunu fark ettiğimizde aslında tüm bu bağırıp çağırışlarının ne anlama geldiğini, ihtiyaçlarını böylesine hoyrat bir şekilde dile getirirken ne demek istediklerini de bir bir fark etmeye başlayacağız. Onları bir yönümüz ya da bize ait bir katman olarak görmediğimiz sürece, elbette doğal dışlanmışlıklarıyla hareket edeceklerinden, tepkileri ağlayıp bağırmak, kendilerini ön plana çıkarmak olarak devam edecek.
Bizden gelen bir sesi dışarıya kovup kapıyı suratına çarptığımızda ondan kurtulduğumuzu sanıyor olmak ise insani bir kandırmacadan ibaret olacak ancak. Ve bu durum yukarıdaki karikatürize örneklerle de sınırlı kalmıyor şüphesiz. Gündelik hayatta ne istediğimizi bilmediğimiz, kafamızın karışık olduğu pek çok duruma adapte edebiliriz bu örnekleri. Bu kadar sert ve yüksek volümlü olmasa da fazlaca konuşan pek çok kişisel ihtiyaca uyarlayabiliriz.
İç seslerin yansımalarını en çok romantik ilişkilerde, sosyal çevremizde ya da iş ortamında, kısaca ilişkisel dünyamızda görüyoruz. Kurduğumuz ilişkileri bazen sadece içerdeki çocuk ne söylüyorsa ona göre hareket ederek yönetiyoruz. Çocuk "Ben dünyanın en muhteşem insanıyım!" diye haykırırken "Aslında normal birisin" diyebilecek herhangi bir dış sesi yani bireyi yanına yaklaştırmıyoruz örneğin.
Çünkü çocuk istemiyor, hasar göreceğini sanıyor ya da tahammül edemiyor. Biz ise yeter ki sussun diye onu pışpışlamaya devam ettiğimizden, kurduğumuz ilişkiler hep belli bir amaca hizmet ediyor, çocuğun isteklerine. Yalnızca buna benzer ihtiyaçlarla kurulmuş ilişkiler de tatmin edici olmayan bir yere doğru evrilebiliyor. İlişki içerdeki baskın bir "yapı" tarafından ele geçirilmiş oluyor çünkü. Diğer tüm ihtimallerin, oluşların üstünü kaplayan bir yapı…
Gerçekte ne istediğimizi bilmemizi engelleyici fazlaca iç dinamiğe sahibiz. Bu dinamikler pek çok farklı sebeple oluşmuş ve pek çok farklı sonuca hitap ediyor olabilir. Bununla birlikte tepkilerimiz, duygu ve düşüncelerimizle bu dinamikler arasında basit bir neden sonuç ilişkisi olduğunu düşünmek bizi yanıltarak yüzeysel sonuçlara vardırabilir.
Basitçe çözülmek bir yana sandığımızdan çok daha karmaşık içsel yapılara sahip olduğumuzu düşünüyorum. Ve fakat bu, orada olup bitenlere dair asla fikir, sezgi, içgörü sahibi olamayacağımız anlamını da taşımamalı. Bu seslere dair duyarlılığımızı biraz daha arttırabilmek, biraz daha kulak kabartarak onlara eğilmek ve ihtiyaçlarına nasıl bir cevap verilebileceğini bulmak uzun ve yorucu da olsa kıymetli bir süreçmiş gibi duruyor.
Ve şunu tahmin edebiliyoruz ki gerçek manada anlaşılma imkanı bulduklarında, yani ne söyledikleri ve nasıl yaşandıkları sahipleri tarafından anlama kavuşturulduğunda bu sesler daha insani bir noktadan kişiyle birlikte olmaya devam edebiliyor. Hayatı felç etmeden, insanın yakasına yapışmadan...
Yok sayıp üzerini kapattığımız, nedenlerine bakmaksızın kabul etmeyip çöpe atmaya çalıştığımız her ses de kabusumuz olarak, bizi kovalayan bir düşman, bizle hesabı bitmemiş bir alacaklı olarak yaşamı bize zehir etmeye devam ediyor. Bu nedenle uzlaşmanın rahatlatıcı dokusunda var olabilmeyi tatmak için dönüp bakmakta fayda var sanıyorum; içerdeki çok sesli koro hangi şarkıyı söylüyor? (BK/NV)