Bu ülkede bir süredir aynı cümleyi duyuyoruz: “Hukuk bitti.”
Oysa asıl biten hukuk değil; hafıza. Hatırlama iradesi yıprandıkça, adalet hissi de, barış imkânı da, siyasetin kendisi de boşluğa düşüyor.
Ben bu satırları, hem seçim kampanyalarında, hem belediyelerde, hem de özel sektörde yıllarca çalışmış; sivil topluma gönlünü ve aklını adamış bir iletişimci olarak yazıyorum. Dosyaların içinden, veri tablolarının, raporların, kampanya metinlerinin arasından başımı kaldırıp baktığımda gördüğüm şey şu: Bu ülke barışı da demokrasiyi de ancak kendi hafızasını geri çağırmayı göze alırsa yeniden kurabilir.
Barış süreci dediğimiz şey, aslında kimin hafızası?
Kürt meselesi bu ülkenin en ağır, en derin ve en inatçı başlığı. Buna rağmen, neredeyse her on yılda bir, onu sanki ilk kez konuşuyormuşuz gibi yapıyoruz. Tuğçe Tatari’nin “hafıza kaybı” dediği tam da bu: Her sabah uyandığında geçmişi unutmuş bir ülke duygusu.
Oysa bu topraklar çözüm arayışlarını hiç yaşanmamış sayamayacak kadar çok şey denedi:
1990’ların çatışmasızlık girişimleri, 2000’lerin başındaki açılımlar, Oslo söyleşileri, İmralı görüşmeleri ve Dolmabahçe mutabakatı... Hepsi yalnızca siyasi aktörlerin değil, bu ülkede yaşayan herkesin hafızasında bir yerde duruyor.
Bugün yeniden “barış süreci” konuşuyorsak, bunu sahneye yeni çıkmış bir fikir gibi değil, defalarca yarım bırakılmış bir toplumsal sözleşmenin devamı olarak konuşmak zorundayız. Osman Kavala’nın yıllardır anlattığı gibi, barış sadece müzakere masasında değil, siyaset kültüründe ve kültür siyasetinde kurulur; yani insanların birbirine nasıl baktığında, birbirlerinin hikâyelerini ne kadar duyabildiğinde.
CHP’nin dönüşümü, gençliğin barikatı ve 19 Mart sonrası
İşte tam burada, CHP’nin bugün geldiği yer devreye giriyor.
Son kurultay, kendi iç gerilimlerine rağmen, Türkiye’de muhalefetin yeniden konumlanması için bir eşikti. Ekrem İmamoğlu’nun yerelden yükselen dili, Özgür Özel’in genel başkan olarak kurduğu tonla birleştiğinde ortaya şöyle bir ihtiyaç çıkıyor: Bu ülkenin gençleri, kadınları, emekçileri artık yalnızca sandığa çağrılan seçmenler olmak istemiyor; siyasetin asli öznesi olmak istiyor.
19 Mart sonrası yaşananlar bunu çıplak biçimde gösterdi. Gençlerin önderlik ettiği gösterilerde atılan “Mitinge değil, eyleme geldik” sloganı, sadece bir belediye başkanına yönelik dayanışma değildi; hukukun üstünlüğü, seçmenin iradesi ve geleceksizlik duygusuna karşı bir isyandı.
Sivil Alan Araştırmaları Derneği’nin hazırladığı yakın tarihli hak ihlalleri izleme raporu, özellikle üniversiteli gençlerin maruz kaldığı gözaltılarını, seyahat yasaklarını, disiplin soruşturmalarını ve uğradıkları şiddeti tek tek kayda geçiriyor.
CHP gerçekten “değiştiğini” iddia edecekse, bunu yalnızca kurultay kürsülerinde değil, barikatın önünde bekleyen gençlerin taleplerini siyasetin merkezine alarak yapmak zorunda. Bu dönüşümün hakkı verilebilirse, ki ben verilebileceğini düşünüyorum ve istiyorum, CHP yalnızca seçim sonuçlarını değil, Türkiye’yi, tüm yurttaşlarının daha rahat ve güvenle nefes alabileceği bir ülke haline getirebilir.
Yargının araçsallaştırılması: Devlet hafızasını kaybedince
Bugün yargı, bağımsız bir erk olmaktan çok, siyasal iktidarın elinde kullanılan kaba bir araca dönüşmüş durumda. Fikret İlkiz’in işaret ettiği gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 18. madde ihlali kararları, bir kişinin hukuki gerekçelerle değil, siyasi talimatlarla hedef alındığını tescil ediyor.

Yargının araçsallaştırılması
Bu sadece isimleri bilinen birkaç siyasetçi ya da gazeteci için değil, on binlerce isimsiz insan için geçerli.
Haksız tutuklamalar, uzun yargılamalar, keyfi delil üretimleri... Her bir dosya, devletin kendi hukuk hafızasını silmesinin yeni bir örneği.
Hukuk araçsallaştırıldıkça, toplum da kendi kendine şu cümleyi fısıldıyor: “Hukuk bitti.”
Neyse biliyorum ki ( -bilemedi....) hukuk bitmez (korkarım ki bitmiş... ) Bitirilen şey; onu ayakta tutan güven duygusudur. Güven yıkıldığında, insanlar kaybettikleri adaleti sokakta, meydanda, sivil inisiyatiflerde aramaya başlar. Tam da bu nedenle, bugün Türkiye’nin siyasi haritasını yalnızca partilerin aldığı oy oranlarıyla değil, sivil dayanışma ağlarının tarihiyle de okumak zorundayız.
Cumartesi İnsanları’ndan bugünlere: Bizi yan yana getiren acı ve inat
Bu ülkede haksız tutuklamalara, kayıplara, faili meçhullere karşı verilen mücadelenin en güçlü hafıza mekânı Galatasaray Meydanı’dır. Cumartesi İnsanları, 27 Mayıs 1995 ’ten bu yana, kaybedilen çocuklarının, kardeşlerinin, eşlerinin fotoğraflarıyla oturuyor orada.
Hasan Ocak’ın işkence edilmiş bedeni, günler sonra kimsesizler mezarlığında bulunduğunda, barışçıl bir eylem olarak “Her cumartesi aynı yerde sessizce oturalım” dediler. Örgüt pankartı yoktu, slogan yoktu. Her hafta bir kaybın hikâyesi anlatılacaktı. Arjantin’in Plaza de Mayo Anneleri’nden esinlenen bu hareket büyüdü, yasaklandı, bastırılmaya çalışıldı; ama ülkenin kolektif hafızasına kazındı.
Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından yakınları, dostları, meslektaşları; yani “Hrant Dink’in Arkadaşları” olarak bir araya geldi. O cenazede duyduğumuz “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” cümlesi, bu ülkenin uzun yıllar boyunca söylemeye cesaret edemediği bir hakikatle yüzleşmesiydi. Bir insanın adalet arayışı, bir toplumun vicdan çağrısına dönüştü; korku duvarının tam ortasında bir gedik açtı.
Gezi: Kendiliğinden bir yurttaşlık isyanı
Bu hattın tam ortasında, 2013 ’ün o uzun haziranında, bu kez bir parkın etrafında buluştuk.
“Üç-beş ağaç” diye küçümsenen şey, aslında hepimizin hayatına dair söz söyleme hakkıydı. Çiğdem Mater’in cezaevinden yazdığı mektupta anlattığı gibi, “Gezi” ilk bakışta sadece bir parkı, birkaç ağacı savunmak için başlamıştı; ama çok kısa sürede, bu ülkenin en temel itirazlarının toplandığı bir yurttaşlık isyanına dönüştü.
Dozerlerin önünde duranlar, ağaçlara sarılanlar, ağaçların tepesine kuş gibi konmaya çalışanlar...
O çadırlar yakıldığında, aslında yalnızca bir kamp alanı değil, bu ülkenin asgari adalet duygusu da ateşe veriliyordu. Yine de insanlar dağılmadı; tam tersine, İstanbul’dan başlayıp Türkiye’nin dört bir yanına yayılan bir dayanışma ortaya çıktı. Bayburt hariç tüm şehirlerde, parklarda ve meydanlarda milyonlar, “Bu memlekette nasıl yaşayacağımıza siz değil, biz karar veririz” demek için sokaktaydı.
Gezi’nin en çarpıcı yanı, birilerinin “örgütlediği” bir mühendislik faaliyeti olmamasıydı. Mater’in sözleriyle, “kendiliğindendi, herkesti, hepimizdik.” Parkın ağaçları; kaç çocuk yapacağımızı, kiminle aynı evde yaşayacağımızı, eteğimizin boyunu, şarkımızın dilini kendine hak görenlere karşı dikilmiş birer itiraz simgesine dönüştü. Kesilmesine izin vermediğimiz her ağaç, geceleri sokakta özgürce yürüyebilme hakkımızdı; dökülmesine engel olduğumuz her beton, kimseye hesap vermeden sevebilme özgürlüğümüz.
Gezi; farklılıklarıyla bir arada durabilen ( -bunu her yazdığımda aklıma aşure tarifi geliyor.. ) bütün yurttaş girişimlerinin ortak bir cümlesine dönüştü:
“Biz bu ülkede, insan onuruna yakışır bir hayat istiyoruz.”
Ve 2017’de, benim de içinde olduğum; akademisyenlerin, sanatçıların, siyasetçilerin, LGBTİ+ aktivistlerinin, insan hakları savunucularının, farklı partilerden insanların bir araya geldiği “ Yan yanayız, bir aradayız” topluluğu oluştu. Arkamızda hiçbir kurumsal güç yoktu; yalnızca yan yana durma sorumluluğu vardı. O gün söylediğimiz cümle çok yalındı ama çok güçlüydü:
“Savaş istemiyoruz, şehit istemiyoruz; çocukların ölmesini istemiyoruz. İnançlarımızı, kültürlerimizi, tercih ve kimliklerimizi özgür ve eşitçe yaşamak istiyoruz. İnsani şeyler istiyoruz.”
Bugün belediyelerde görev yapan seçilmişler, bürokratlar, gazeteciler, öğrenciler, aktivistler tutuklandığında; onların ailelerinin bir araya gelmesi bana hep bu hattı hatırlatıyor: Cumartesi İnsanları’ndan Hrant Dink’in Arkadaşları’na, Gezi’den Yan Yanayız’a, kadınlara... ve bugüne uzanan; acıdan doğmuş ama inattan güç almış kesintisiz bir dayanışma çizgisi.
Aile Dayanışma Ağı: Sessizliğin büyüttüğü kolektif direnç
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’na ve çalışma arkadaşlarına yönelik 1 9 Mart operasyonunun ardından, Dr. Dilek Kaya İmamoğlu öncülüğünde kurulan Aile Dayanışma Ağı, her hafta Cuma günü Saraçhane’de bir araya geliyor. Bu buluşmalar; haksız tutuklamalara, keyfi gözaltılara, itibarsızlaştırma kampanyalarına karşı, doğrudan ailelerin tanıklığıyla yükselen bir adalet çağrısı aslında.
Dr. Dilek İmamoğlu, bu buluşmalarda çoğu kez siyasetin ötesine geçen bir tonda konuşuyor. Dördüncü buluşmada söylediği şu cümle, yalnızca kendi öfkesini değil, tüm bu insanların yükünü tarif ediyor:
“Özgürlüğün, adaletin olmadığı bir ülkede ne huzur olur, ne mutluluk, ne refah... Hepimiz bundan yara alıyoruz.”
Bazen de sözlerine ince, ironik ama sarsıcı bir gerçeklik eşlik ediyor. Ekrem İmamoğlu’nun “casusluk” soruşturmasına dahil edilmesine (-hafıza işte... o kadar benzer süreçlerden geçtik ki. Tarih tekerrür ediyor gibi hissediyor insan) tepki gösterirken X hesabında yazdığı o satırlar, memleketin absürtlüğünü özetliyordu:
“Roma’yı da Ekrem İmamoğlu’nun yaktığı iddia ediliyor. O dönemde yaşamamış olsak da, biz yine de bu konunun titizlikle araştırılmasını talep ediyoruz. Tarih bekleyebilir!”
Bu ironi, aslında çok acı bir gerçeği ortaya koyuyor: Türkiye’de hukuk ortadan kalkınca, gerçek ile kurgu arasındaki sınır da dağılıyor. Aile Dayanışma Ağı’nın değeri, yalnızca bir hukuksuzluk protestosundan ibaret olması değil; kolektif acının, kolektif bir dirence dönüşmesi.
Bugün farklı aileler —farklı mahallelerden, farklı yaşamlardan gelen insanlar— aynı cümleyi kuruyor:
“Bizim başımıza gelen herkesin başına gelebilir. Bu yüzden birlikteyiz.”
Bu birliktelik bana hep şunu hatırlatıyor:
- 8 Mart’ta sokaklarda yürüyen milyonlarca kadını...
- Hrant’ın cenazesinde aynı duyguda buluşan milyonları...
- Galatasaray’da oturan annelerin sessiz ama en gür haykırışını...
Türkiye’de kolektiflik, çoğu zaman acıdan doğar ama umudu taşır.
Aile Dayanışma Ağı’nın bugün kurduğu şey tam da bu: Sessizliği dayanışmaya, umutsuzluğu ısrara, acıyı kolektif bir siyasete dönüştürmek. Burada yükselen şey sadece mağduriyet değil; adalet talebinin toplumsallaşması. Bu potansiyel, doğru bir stratejiyle tüm ülkeye yayılabilecek kapasitede.
İçeridekiler ve dışarıdakiler: Asıl mahkûmiyet hangisi?
Bugün Türkiye’de birileri hücrelerde, koğuşlarda, yüksek güvenlikli cezaevlerinde tutuluyor. Ama bir de dışarıda, görünmez duvarlarla çevrili geniş bir kesim var: İşini kaybetme korkusuyla susan memurlar, soruşturma dosyası açılmasın diye kendini sansürleyen gazeteciler, sosyal medya paylaşımı yüzünden gözaltına alınmaktan çekinen gençler, pasaportuna el konduğu için hayatını erteleyen insanlar...
Hukukun araçsallaştırıldığı yerde, hepimiz biraz mahkûmuz aslında.
Birimiz içeri girdiğinde, geri kalanımız sadece “dışarıda kalmış” oluyor; özgür değil.
İşte bu nedenle, barış sürecini konuşurken de, CHP’nin dönüşümünü tartışırken de, haksız tutuklamaları yazarken de kendime hep şunu hatırlatıyorum:
Bizi bir araya getiren şey, aynı partiye oy vermek değil; hepimizin hangi ortak geleceğe bakabildiği.
Ayrı ayrı yaşadığımız acıların birbiriyle akraba olduğunu fark etmemiz.
Dayanışmanın siyaseti, tam da buradan başlıyor.
Son söz yerine: Hatırlamak cesaret ister
Barış, hafıza ister.
Adalet, sabır ister.
Demokratik siyaset ise, yan yana durma cesareti ister.
Cumartesi İnsanları’nin her hafta aynı yere gitmesi, Hrant’ın Arkadaşları’nın yıllardır aynı sözü tekrar etmesi, Gezi’de milyonların bir araya gelişi, Yan Yanayız’ın farklılıklara rağmen kurduğu o kırılgan birliktelik… Bütün bunlar, Türkiye’nin hâlâ tükenmemiş bir vicdan rezervi olduğunu gösteriyor.
Bugün medyadaki, sanat dünyasındaki, belediyelerdeki haksız tutuklamalar, öğrencilerin gözaltıları, hasta mahpusların durumları, yargının
araçsallaştırılması… Bunların hepsi tek tek olaylar değil; aynı siyasi tercihin farklı yüzleri.
Eğer gerçekten yeni bir ülke kuracaksak, işe şuradan başlamalıyız:
Kendi hafızamızı geri çağırmaktan.
Çünkü bu ülkede barışın, adaletin ve demokrasinin önündeki en büyük engel, aslında unutmaktan ibaret.
Hatırlamak ise, evet, acı veriyor.
Ama biliyorum ki, hatırlamadan iyileşmek mümkün değil.
(YB/HA)


