Öleceksem
Başka türlü görmekten,
Başka türlü duymaktan,
Başka türlü düşünmekten,
Başka türlü yaşamaktan,
Öleceğim.
Yazar, psikiyatri uzmanı Fikret Ürgüp ömrünün son yıllarında böyle yazıyor günlüğüne. Hayatı boyunca duyumsadığı uyumsuzluk, yalnızlık ve yabancılığın kendisine verdiği acıyı kelimeleriyle işte böyle tarif ediyor. Belli ki, aldığı her nefesle ruhunun cılk yaraları daha da çok sızlayan bir adamın çığlığının “baki kalan bu kubbede” yankılanmasını istiyor.
1914 doğumlu Fikret Ürgüp (ö. 1977) Mina Urgan, Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Özdemir Asaf, Cahit Sıtkı ve edebiyatımızın daha pek çok yıldızının yakın dostu, dönemin maruf bir hekimi ve Enver Paşa gibi siyasi bir figürün damadı olduğu halde, nedense edebiyatımızın karanlıkta kalmış şahsiyetlerinden biridir. İlk eşini evlendikten birkaç gün sonra kaybetmenin sıkıntısını hala ruhunda taşıyan bir annenin ve Gümrük Muhasebe Umumi Müdürü olan bir babanın oğlu olarak hayata gözlerini açan Ürgüp’ün çocukluğu Erenköy’de bahçeli bir köşkte refah içinde geçer. Yatılı okuduğu Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra eğitimini İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde devam ettirir ve dahiliye uzamanı olarak bir müddet hekimlik yapar. Bu görevi esnasında İstanbul’da hatırı sayılır bir muhit edinir ancak insan bedeninden ziyade insan ruhu ilgisini çektiğinden olsa gerek dahiliye uzmanlığını bırakıp Amerika’ya psikiyatri eğitimi almak için gider.
Fikret Ürgüp, İstanbul’a döndüğünde bir yandan psikiyatri uzmanı olarak görev yaparken, diğer yandan edebiyatla ilgilenir. Fransızcası sayesinde çeşitli çeviriler yapar, denemeler kaleme alır, şiirler yazar, bilimsel metinler yayımlar, ki bunların en bilineni şizofreni hakkında yazdığı monografidir. Onun öykücülüğü ise edebiyatının en belirleyici yapı taşı olur. Van, Aşı, Tren Yolculuğu, Orada onun en önemli öykülerindendir.
Ürgüp, öykülerinde ekseriya insanın diğeri insanlar karşısında yalnızlığını, çaresizliğini, varoluşun sıkıntılı, tedirgin edici, kimi zaman bulantı yaratan bir deneyim olduğunu anlatır. Onun öykülerinin alametifarikalarından biri de, ölüm kavramını pek az sanatçının işlediği çarpıcılıkta, kimi zaman okuru irkilterek anlatması, canlı bedenin cansız bedene dönüşümünü, nesneleşmesini sıra dışı bir deneyim eşliğinde tarif etmesidir. Keza Aşı isimli öyküsü, ölüm kavramını mercek altına aldığı sıra dışı bir metindir. Ürgüp, Aşı’da, dış dünyadan yalıtılmış bir kasabada çıkan ve tedavisi bilinmeyen bir salgın hastalığı yok etmek üzere –muhtemelen devlet tarafından- gönderilen “işinin ehli” bir doktorun, kendisine muayeneye gelen hastalarını nasıl öldürdüğünü hikayelendirir.
Ürgüp’ün öyküleri çoğunlukla örtük anlamlı motiflerle döşenmiş yoruma açık metinlerdir. Yoğun alegorilerle çevrili olay örgüsü aracılığıyla kahramanların iç dünyalarını bir ruh doktorunun hassasiyetiyle inceler ve usta bir edebiyatçı gibi anlatır. Ürgüp, bir labirente benzeterek yarattığı öykünün içinde kişilerin çabalayışına, umarsızlığına, yalnızlığına ve güçsüzlüğüne yer verir. Keza her şeyin belirli kalıplara göre yapıldığı, canlı ve cansızın sınırlarının silikleştiği, insanı hiçleştiren modern dünyanın nesneleşen insanını simgeleyen kahramanın, içi boşalmış bedenini sokaklarda dolaştırılmasını anlattığı Orada isimli öykü tipik Ürgüp üslubunun ve modernizm eleştirisinin çarpıcı bir örneğidir. Yol metaforu ekseninde, bir tren yolculuğunda kompartımana yerleştirdiği bir valize dönüşen insanın nesneleşmesini ve ruhunu yitirişini anlattığı Tren Yolculuğu isimli öyküsü de aynı bağlamda değerlendirilebilir.
Ürgüp, İstanbul’un seçkin bir hekimi ve edebiyatın renkli simalarının vazgeçilmez dostu olarak sürdürdüğü, -görünüşte- müreffeh hayatının içinde çevresindeki insanların pek azının anlayabileceği bir yabancılık, hiçbir şeyin gideremeyeceği bir yokluk çeker. Zaten insan için bir tür lanet değil midir, sahipken yokluk, tokken açlık, birken ikilik çekmek! Dahası onun ruhu etrafındaki gerçekliğe nazaran öylesine geniştir ki, kendi bedenine sığmaz. Kendi idealiyle yaşadığı yaşam arasındaki uçurumun büyüklüğü onun sanatına yön verir, gerçeküstü öyküler yazmasına sebep olur.
İnsanın karşı karşıya kaldığı açıklanamaz, gerçeküstü, bazen mantıksız durumların anlatıldığı, literatürde Kafkaesk diye nitelendirilen üslup onun öykülerinin atmosferine hakimdir. Zaten Kafka’dan ne kadar etkilendiğini kendisi de saklamaz. Verdiği bir röportajda Kafka’yı sevdiğini belirtir. Üstelik kişinin hem kendine hem de yaşadığı topluma yabancılığının, karamsarlığının ele alındığı Kafkadan adı öyküde bunu bir kez daha vurgular. Elbette Ürgüp’ün öyküleri Kafka’nın metinlerinden farklı ve özgündür ancak öykülerin ekseriya gerçeküstü olması, ondaki karakterlerin de tıpkı Kafka’nınkiler gibi mutsuz, kendilerini yabancı ve tedirgin olmaları bu benzerliğin temelini oluşturan önemli öğelerdir.
Behçet Necatigil’in, Ürgüp’ün ölümünden sonra onun için kaleme aldığı yazıda belirttiği gibi, “Kendi dünyasını boşluk, tedirginlik, uyumsuzluk alanında kurmuş bir sanatçı; Leyla Erbil’in deyişiyle ise “İnanılmaz gizli kültür birikimi ve kimselere benzemeyen kalemin” sahibi olan Ürgüp, Türkçe edebiyatta selefi olan öykücülerden çok daha farklı bir yöntem izleyerek ne yazık ki kıymeti yeni yeni anlaşılan çok sayıda metin kaleme aldıktan sonra yaşadığı ailevi sorunların ve sıra dışı ruhunun sebep olduğu buhranlar sonucunda tedavi gördüğü hastanede 1977 yılında hayata gözlerini kapar.
Ürgüp’ün eserleri bugüne dek çeşitli yayınevlerince yayımlandıktan sonra geçtiğimiz aylarda kapsamlı bir çalışma sonucunda Everest Yayınevi tarafından “Fikret Ürgüp Tüm Eserleri” başlığı altında yayımlanmaya başlandı. Serinin ilk cildi olan Çivili Sandıklar’da sanatçının öyküleri, şiirleri ve henüz yayımlanmamış metinleri; ikinci cildi olan Cevapsız Kalan Telgraf’ta ise yakın arkadaşı Sait Faik ve Ahmet Hamdi Tanpınar’a ve bu iki dev adamın edebiyatına dair yazdığı metinler yer alıyor.
Son olarak Sait Faik’in Fikret Ürgüp’le olan hukuku hakkında da bir şeyler söylemek isterim. Ürgüp’ün, insanın toplum içinde yalnızlığını ve yabancılığını öykülerinin merkezine alması, kimi zaman Sait Faik’le benzer temalar işlemesi, onun yakın dostundan etkilendiğine dair hatırı sayılır kanıtlardır muhakkak, ki zaten onun edebiyatı üzerine yapılan değerlendirmeler de bu savda birleşir. Ancak Cevapsız Kalan Telgraf’ı okuduğumuzda Ürgüp’ün de aynı şekilde yakın dostunu etkilediğini, bilhassa Ürgüp’ün edebi salıklarının Sait Faik’in son öykü kitabı olan Alemdağda Var Bir Yılan‘ı yazmasında, hayatının son demlerinde gerçeküstücülüğe eğilmesinde ne denli etkili olduğunu öğreniyoruz. (MK/AS)