Küçük karelere bölünmüş pencerenin demir parmaklıkları arasından demir ve betonun soğuğuyla birlikte somurtuk, iç karartan bir gün doluyor içeriye...
Hapishane ölüm sessizliğine bürünmüş yine...
Haftasonları ve resmi tatil günlerinde hep böyle bir sessizlik hüküm sürüyor buralarda.
Ve ben tam bunların orta yerinde, adını koyamadığım bir iç sıkıntısıyla yazmaya çalışıyorum.
Günlerdir beyaz camda izlediğim görüntüler, gazetelerden okuduğum haberler kafamın içinde dönüp duruyor...
Alt alta sıralasam sanki altında kalacakmışım gibi üzerime geliyor her şey!
Her haberde ölüm, ölümün o soğuk yüzü sırıtıyor...
Rakamlar havada uçuşuyor.
Sınır ötesi harekât başladı... Birlikler içeri girdi... Genelkurmay: "Gazeteciler açıklamayı yanlış anladılar. Sınır içinde operasyonlar sürüyor" açıklama ve haberleri... Ölüm haberleri, parçalanmış gerilla bedenleri... Hamaset nutuklarına eşlik eden ırkçı söylemin tavan yaptığı ve sokağa dökülerek BDP binalarına, Kürtlere saldıranların çirkin- kara görüntüleri... Gözaltı ve tutuklamalar...
Duvarların ortasında insanı adeta nefessiz bırakacak türden.
Van depremiyle ırkçı-şoven histerik söylem ve davranışlara inat bir kez daha hissedilen kardeşlik korkusu bütün bu çirkinlikler ortasında açan kızıl bir goncaya benziyor...
Ne çabuk eskiyor gündem...
Ne çabuk eskitiliyor! ...
İşte böyle bir akıl ve duygu karmaşası içerisinde sevgili Hüseyin ve annesi Hatice teyze konuğum oldular...
Merdivenin başındaki küçük masama sessizce ilişiverdiler...
Radyoda Cumartesi oturma eylemine katılan Sakine'nin sözleri muhabirin sesinden kulaklarımı doldururken...
Bir biri ardına hücum ediverdi anılar...
Tam 20 yıl olmuş...
Yirmi koca yıl...
Sakine diyor ki; yaşasaydı kardeşim 44 yaşında olacaktı...
Ama şimdi o annesinin 24 yaşındaki kara oğlu...
Sakine'nin, Kemal'in 24 yaşındaki abisi...
Önder'in 24 yaşındaki abisi...
Arkadaşlarının 24 yaşındaki genç yoldaşı...
Uzattım elimi Hüseyin'in sıcak, içten gülüşüne dokundum... Hatice teyzenin isyanı ilk günkü gibi yüreğimi yaktı...
Bir Pazar sabahı göstere göstere kaçırmışlardı Hüseyin'i...
Daha yeni taşınmışlardı Kocamustafapaşa'daki evlerine... Kısa bir süre önce, Gebze'deki evlerine birbirinden habersiz aynı anda baskın yapan Gebze polisi ile İstanbul Terörle Mücadele Şubesi'nden polisler karşı karşıya gelmiş; birbiriyle çatışmışlardı. Bu çatışmada Gebze Emniyet Müdürlüğü'nden bir polis ölmüştü. Ve bu ölen polisin kardeşi de yine Gebze Emniyet Müdürlüğünde polisti...
Gebze Emniyet'inden polisler intikam yeminlerini Hüseyinlerin evinin duvarına yazmışlardı...
Taşındılar o evden de, Gebze'den de...
Fakat intikam yemini eden polisler, yeni evlerinde de bulmuşlardı Hüseyin'i...
Zor bir iş değildi bu. Zira Hüseyin de, Gülay da Marmara Üniversitesi öğrencisiydiler.
Bir Pazar sabahı Hüseyin'i zorla plakası belli beyaz renkli Renault marka arabaya bindirdiklerinde... Hüseyin'in "yardım edin, beni kaçırıyorlar" seslenişine koşan komşuları, bakkal, ev sahibi ve pencereden sevdiğini izleyen Gülay tanığıydı bu gözaltının...
Tarih 27 Ekim 1991'di...
1990'lı yıllar boyunca sürecek kaybetme politikalarının başlatıldığı tarihlerdi...
Bir daha Hüseyin'den haber alınamadı...
Hatice teyze ve arkadaşları, yoldaşları aylarca Hüseyin'i aramıştı...
Bütün işaretler Gebze Emniyeti'ni gösteriyordu...
Yıllar sonra, Sabah Gazetesi'nde şu an insini hatırlamadığım bir gazeteciye gönderilen bir polisin itiraflarında;
Hüseyin'e bir hafta boyunca işkence yaptıkları ve öldürüldüğü...
Battaniyeye sardıkları cesedi de Eski Hisar'daki araziye gömdükleri yazılıydı...
Hatice teyze yıllarca aradı oğlunu... Kaçırılırken gören ev sahibi komşular ve bakkal savcılıkça dinlendi... Hüseyin'in bindirildiği aracın plakasını polise ait olduğu tespit edildi... Meclise gitti Hatice teyze... Kendini o kapıda yakacağını söyledi... Zamanın başkanı Süleyman Demirel'den sordu oğlunu...
Demirel'in ellerini cebine sokup çıkardıktan sonra; "Oğlun cebimde mi ki, çıkarıp vereyim" sözleri devletin uygulamaya koyduğu kaybetme politikasındaki pervazlığın bir göstergesi olarak tarihe yazıldı...
Her 27 Ekim'de Hüseyin'in sevdiği yemekleri yaptı... Belki döner umuduyla...
İstanbul trafiğinin o yorucu-boğucu haline aldırmadan; Tuzla Aydınlı'dan kendi elleriyle yaptığı tepsilerle baklavayı Taksim'e, Cağaloğlu'na taşıdı, Hüseyin'in arkadaşlarına, dostlarına yedirmek için...
Yirmi koca yıl geçti aradan... Hatice teyzenin bekleyişi de aramaları da sürüyor.
Ve ben bu soğuk Cumartesi gününde, sevgili Hüseyin'i yüzündeki güzel tebessümüyle...
Hatice teyzeyi de Hasan Ocak bulunduğunda İHD İstanbul Şubesinde yaptığımız basın açılamasında; "Söyleyin acaba benim oğlum, hangi ormanda, hangi ağacın altında" çığlıklarıyla yaşadığı ve yaşattığı sarsıntıyla hatırlıyorum... (FE/HK)
* Kandıra, 2 Nolu T Tipi Hapishane, 29 Ekim,2011