İstanbul'da polis şiddetinin yumurtalı öğrenci eylemlerinde bir kez daha sınırını aşması, şehrin yeni emniyet müdürünün bir amir olarak polis şiddetiyle ilişkisini anlamamız için bir fırsat.
Hüseyin Çapkın'ın Manisa ve İzmir'deki amirlik dönemleri sırasında gerçekleşen işkence ve orantısız polis şiddeti olaylarında gösterdiği tavır eleştirilerin hedefiydi. Çapkın, Manisalı gençler davasının özneleri olan polis memurlarına sahip çıkmış ve "terörle mücadelede görev yapan polisler her zaman hedef konumundadır" şeklinde açıklamalar yapmıştı. İzmir'de Baran Tursun'un başından vurularak öldürülmesi sonrası polisin mahkeme sürecinde Tursun ailesine yönelik baskısı ve Tursun'un katil sanığı polislerin cezasız kalması yine Çapkın'ın emniyet müdürlüğü dönemine rastlıyor.
Çapkın'ın "becerisi"
Belki böyle bir sicilin onu İstanbul'a terfi olmasını engellememesine şaşırabiliriz. Ama aslında Çapkın'ı İstanbul emniyet müdürlüğüne terfi ettiren bu tip olaylar değil, onun özellikle İzmir emniyet müdürlüğü sırasındaki "başarılı" addedilen çalışmaları ve polis şiddetini "meşru" bir şekilde kullanmaktaki marifeti oldu. İzmir'de geçirdiği üç sene (2006-2009) sonunda İzmirliler ve basın onu uğurlarken ne kadar dürüst ve çalışkan bir emniyet müdürü olduğundan dem vuruyor, yeni emniyet müdürlerini karşılarken İstanbul basını da icraatlarıyla İstanbul'u "taçlandıracağından" ve şehri güvenli bir hale sokacağını müjdeliyordu.
Etkin gözetleme
Çapkın, İzmir'e atanmasının hemen ardından, İzmir asayiş polisini etraflı bir yeniden yapılandırma sürecine sokmuştu. İzmir'de -diğer metropollerdeki gibi- suçlarda bir artış olduğu savunuluyor, Çapkın ise gelir gelmez polisin yeniden yapılandırması ile "suça karşı savaş" ilan ediyordu. Yeni sivil ve üniformalı birimler, şehirdeki kapkaç, hırsızlık ve uyuşturucu gibi suçları kurutmak için agresif bir polislik stratejisi izleyecekti. Yeni stratejiler ve teknolojik donanımlarla suçla mücadelede etkin ve başarılı bir polis gücü amaçlanmıştı. Yürürlüğe konulan puanlama ve bonus sistemleri polisin sokaklarda daha girişken olmasını sağlayacak, düzenli bir şekilde yapılan personel toplantıları ile profesyonel bir polis teşkilatının ortak aklını oluşturacaktı. MOBESE kameraları yanında, GIS coğrafi teknolojileri ve GPS sistemi sayesinde hem polisin İzmir kenti üzerindeki kontrolünün sürekliliği, hem de polis memurlarının işlerini ciddiyetle yapmaları kesinleştirilmiş oluyordu.
"Suçlu"ya bonus
Etkinlik, profesyonellik ve teknolojik gelişmeler belki kulağımıza hoş gelebilir. Oysaki İzmir polisinin geçirdiği dönüşüm aynı zamanda polis şiddetinin stratejik bir biçimde belirli kesimler üzerinde artması anlamına geliyordu. Puan alarak bonus hediyeler kazanmak, ya da terfi etmek isteyen polisler daha bir şevkle suçluları bulmak isteyecek, gerekirse suçluları kendisi yaratacaktı. Yeni polislik stratejisine göre sokaklar "tırmalanarak", yani her daim polis gözetimi ve müdahalesiyle "potansiyel suçlular", ya da polisin "hedef kitlesi", baskı altına alınacak, böylece suç engellenecekti. Bu New York'un Giuliani'sinden esinlenmiş bir suça sıfır tolerans stratejisi idi. En küçük suçlar bile ciddiyetle ele alınacak, asayişi tehdit ettiği ileri sürülen "hedef kitlesi" suç işlemiş olsun olmasın sürekli bir polis denetimine tabi tutulacaktı.
Hedef kitle: "Tipi bozuklar"
Çapkın'ın "hedef kitlesinde" ise orta sınıf, beyaz Izmirliler değil, yoksul Kürt ve romanlar, travestiler, ve diğer marjinalleştirilmiş kesimler vardı. Polis amirlerine göre hedef kitlesinde Mersedesli sürücüler ve Kordon'un keyfini çıkaran orta halliler değil, "serseri kılıklı", "tipi bozuk", "aksanı bozuk", "psikopat" kişiler vardı. Bu kesimler kimlik kontrolleri ve devrilere yoğun bir polis baskısı altında taciz edilirken, İzmir'in "saygıdeğer" vatandaşlarının güvenliğinin sağlandığı savunuluyordu.
Çapkın, ayırımsız herkesi hedef alan şiddetin polis meşruiyetine verdiği zararın farkına varmıştı. Personel toplantılarında polis memurlarına, "psikopat"lara gerekli sertliği ve "saygıdeğer" vatandaşlara hak ettikleri saygıyı ve nezaketi göstermeleri gerektiği öğütleniyordu. Hatta yine Çapkın döneminde "yanlışlıkla" şiddete maruz kalan bir doktordan, olaya karışan polis memurlarının amiri çiçeklerle mağduru hastanede ziyaret ederek, özür dilemişti. Ama polis şiddetine karşı önlem almak yerine, Çapkın stratejik olarak kimin şiddeti hak ettiği ve polisin enerjisinin kimler üzerinde odaklanması gerektiğini ayırt etmişti. Kentin istenmeyenleri ve marjinalleri polisin şiddetin böylece gündelik olarak maruz kalacaklardı. "Polisin giremediği" varoşlarda artık özellikle genç erkekler sürekli polisle yüz yüze gelecek, her yüzleşmede hakarete uğrayacak, yoklanacak, ve bazen de kendilerini nezarette bulacaklardı. Bonus için yarışan polislerse, tiplerini beğenmedikleri kişileri kimlik kontrolleri ile taciz edecek, hatta mukavemetlerini sağlayarak onların bir suç işlemiş olmalarını kesinleştirecekti.
Demokratik haklara zarar
Çapkın'ın İstanbul'a terfisi aslında polis şiddetini kullanmaktaki eli açıklığından değil, aynı zamanda kimin şiddeti "hak ettiğini" ayırt edebilmesinden kaynaklanıyor. Suç söylemleriyle korkutulan ve kendini tehdit altında hisseden kentli orta sınıflarının onayını alması da tam da bundan ileri geliyor. "Suçla savaş"taki ciddiyeti ve adli suçlara "sıfır-tolerans"ı Çapkın'ın polisine meşruiyet sağlarken, bu meşruiyet onun başka alanlarda da pervasızca şiddetini kullanmasına zemin hazırlıyor. Bu yüzden "suçla savaş" denilen polis pratiklerinin hem kent suçlulaştırılmış yoksulları mağdur ettiğini, hem de demokratik haklara zarar verdiğini anlamak gerekiyor.
_____________________________________________
* Zeynep Gönen, Binghamton Üniversitesi, Doktor adayı
** Bu konunun daha kapsamlı bir tartışması Toplum ve Kuram dergisinin 3. Sayısında (Yaz 2010) yayınlandı.