Türkiye'de genel anlamıyla hak ve adalet kavramı, özel olarak da mevcut hukuk sistemi çeşitli vesilelerle her zaman tartışma konusudur ve muhtemelen öyle olmaya devam edecek.
Bir bütün olarak adalet teşkilatının toplumla olan ilişkileri, yargının bağımsızlığı, yasaların ne kadar demokratik olduğu kuşkusuz önemli tartışmalar.
Ancak tüm bu tartışmalar içinde hukukun düzeninin kendi içinde giderek artan sömürü koşulları göz ardı ediliyor.
Hukukçular kendilerini toplumun geri kalanından farklı bir statüde görür. Her şeyden önce bir üniversite bitirmiş herkes gibi "mürekkep yalamışlardır". Ama bunun ötesinde meslekleri gereği devletin üç erkinden birinin, yargı erkinin mensubudurlar ve çok büyük ihtimalle her zaman bu konumda kalacaklardır. Oysa örneğin bir milletvekilinin akıbetinin bir sonraki seçimde ne olacağı belli değildir.
Ancak bugün yaşanan süreç yargının savunma ayağını oluşturan avukatlar için farklı bir yere gitmektedir.
Elbette uygulamadaki hukuk sistemi, idealize edilen biçimiyle hukuk devletinde olması gerektiği söylenen silahların (iddia, savunma ve hüküm) eşitliği ilkesinin her zaman çok uzağında oldu.
Zaten avukatlar her zaman "devletin adaletinin" üvey çocukları muamelesi gördüler ve aslında bu savunmanın bağımsızlığının bedeliydi.
Toplumun gözünde hâkim ve savcı her zaman devletin kendisi, onun suçlayan ve cezalandıran yüzü oldu.
Bugün avukatlığın yaşadığı sorunlar ise başka bir sürecin; piyasalaşma sürecinin göstergeleri.
Her şeyden önce bağımlı-bağımsız çalışan, daha doğru bir ifadeyle işçi-patron avukat ayrımı giderek belirginleşiyor. 4-5 ortağı (patronu), onlarca (yer yer 200'e varan) çalışanı olan hukuk büroları giderek çoğalıyor.
Pastanın önemli kısmı bir avuç büyük hukuk şirketi arasında paylaşılırken, tekelleşen "hukuk piyasası" bağımsız avukatlığı özellikle mesleğe yeni başlayan avukatlar açısından neredeyse imkânsız hale getiriyor.
Piyasalaşma sürecinin bir diğer sonucu ise avukatlığın yalnızca para kazanma aracı haline getirilmesi ve bu yolla itibarsızlaştırması.
Büyük avukatlık şirketleri bakımından meslek zaten bir ticari faaliyet olarak görülüyor.
Tek başına ya da birkaç kişi ortak olarak çalışan avukatların çoğunluğu ise bürolarını ve yaşamlarını sürdürebilmek için para kazanmanın türlü yolunu arıyor ve mesleğe başlarken sahip olunan bütün idealler geçmişte kalıyor.
Adaleti savunan avukat imajı giderek bir nostalji halini alırken, yerine para avcısı avukat imajı geliyor.
Staj ise sömürünün en yoğun olarak yaşandığı ve en fazla kanıksandığı süreç... Bir senelik staj dönemi teoride, avukatların mesleğe başlamadan önce gireceği pratik eğitim süreci olarak tanımlanıyor. Ancak uygulamada düşük ücretlerle, yoğun iş yükü altında, esnek çalışma saatlerinde, sosyal güvenceden ve sigorta hakkından yoksun olarak çalışılan bir dönem olarak yaşanıyor.
Staj döneminin verimli geçirilebilmesi için ne adliyelerde ne de Barolarda gerekli altyapı mevcut değil. İlk altı aylık adliye stajı çoğunlukla hafta bir mahkeme kalemine gidip imza atma ritüelinden ibaret. Stajyerlerin gelmesini zorunlu tutan kimi mahkemeler ise avukat adaylarına mesleki bilgi kazandırmaktansa aşırı iş yükünün olduğu mahkeme kalemlerindeki angaryaları yaptırmayı tercih ediyorlar.
Diğer yandan bir stajyer avukatın çalışmak zorunda olmadan gerçekten uygulamayı öğrenebileceği bir staj dönemi geçirmesinin de koşulları yaratılmış değil. Bir sene sonra geri ödemek kaydıyla verilen aylık 350-TL krediyi bile çoğu stajyer alabilmiş değil.
Bir yandan yaşamını asgari düzeyde sürdürebilmek, diğer yandan stajı bittikten sonra mesleğe başlamak için gereken 2 bin-TL civarındaki ruhsat ücretinin en azından bir kısmını ödeyebilmek için staj döneminde çalışmaktan başka bir çare gözükmüyor.
Stajyer avukatlar bu nedenle 300 TL'ye kadar inen ücretlerle, Cumartesileri dâhil akşam 21:00'e kadar varan sürelerle ve güvencesiz çalışmak zorunda kalıyorlar.
Bu şartlar her ne kadar 19. Yüzyıl kapitalizmini hatırlatsa da bugün hukukun bir parçası olan avukatlık mesleğinin yüzlerce adayı içinde bu koşullarda çalışıyor.
Halen pek çok stajyer avukat ileride kendisini bekleyen "Parıltılı Yaşantı"nın hayalini kurarak bu sorunları önemsemiyor olabilir.
Ancak nitelikli bir staj dönemi nitelikli avukat olmanın ve dolayısıyla kurtlar sofrasında tutunabilmenin ön koşulu.
Ruhsat ve kredi borcunun bizi beklediği, sürekli yenisi açılan Hukuk Fakültelerinden her yıl yüzlerce avukat adayının mezun olduğu, büyük hukuk firmalarının köşe başlarını tuttuğu bir piyasaya verimsiz bir staj döneminden sonra pek çoğumuz patron ya da serbest çalışan avukat olarak değil işçi avukat olarak gireceğiz ve uzun yıllar da öyle devam edeceğiz.
Diğer yandan stajyer avukatlık ucuz emek gücü arayan birisi açısından sürekli yenilenen, eşi bulunmaz bir kaynak.
Hukukçuların böylesi bir sömürü çarkının kabul etmeleri ve hatta içselleştirmeleri paranın her şeyi ne derece itibarsızlaştırdığını tekrar gösteriyor.
Günümüz toplumunda para toplumsal ilişkileri ve statüleri belirleyen asli etkendir. Çünkü para kişinin ihtiyaçlarını karşılayabilmenin tek aracıdır.
Piyasalaşan ve bununla birlikte para ile alınıp satılabilen tüm hizmetler itibarsızlaşır. Oysa bize okullarda Avukatlığın adalet, hakkaniyet gibi değerlerin üstüne oturduğu öğretilmişti.
Molierac'ın "Avukatlar, tarih boyu köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı." sözü sık sık tekrarlandı.
Bu sömürü çarkında Patron avukatların iliğine kadar sömürdükleri stajyerleri, takip elemanları ve işçi avukatları var.
Elbette stajyer avukatların bu yazıda sayamadığımız ama her ortamda dillendirdiğimiz onlarca sorunu ve talebi var.
Ancak sonuç olarak bizler nitelikli bir stajın ekonomik ve fiziki koşullarının yaratılmasını, ucuz iş gücü olmamıza yol açan koşulların düzeltilmesini ve bunlar için bir yandan Baroların kendi üzerlerine düşeni yapmak için hemen harekete geçmelerini, diğer yandan gerekli yasal değişikliklerin yapılmasını istiyoruz.
Bunlar stajyerlerin sorunları olmanın ötesinde bağımsız bir savunmanın olmazsa olmaz koşullarıdır. (EZÖ)
* Cem Gök, Stajyer Avukat