Hukuk ve bilim bir ülkenin gelişim düzeyini, devletin birey -otorite arasındaki tercihinin yönünü ve bireyin birey olma yolundaki aşamalarını en iyi şekilde açıklayan iki olgudur aslında. Konunun önemine hukuk yönünden bakılacak olursa; hukuk, insan temelli olduğunda herkesin adaletle güvence altında olmasıdır, aksi halde otoritenin diktatörlüğünün meşrulaştırılması aracıdır.
Diğer yandan bilim; teknik, ekonomik, hukuki, sosyal, kültürel vb. alanlarda en ileriyi amaç edinir. Hukuk ile bilim arasındaki ilişki ise gerçeklerden kopmayan, gün be gün kendini yenileyen ve her yönden adil olanı bulma amacı açısından belirir. Şu halde hukuk ve bilim; gelişmiş ülke, sorumlu devlet, hukuk toplumu ve bilinçli birey yaratmada işbirliği yapmaktadır. Nitekim gelişmiş devlet örneklerine bakıldığında da bu iki kavramın varlığının maksimize düzeyde olduğu çok rahat algılanmaktadır.
Yukarıda açıklanan nedenlerden ötürü, hukuk ve bilimin birleşiminin yani hukukun akademik olarak işler kılınmasının değeri de ayrıca önem taşımaktadır. Bu nedenle hukukun bilim olarak değer kazandığı bir devlet, ideal devlet olma yolunda ön koşulu gerçekleştirmiş olacaktır. Ancak bu konu Türkiye açısından incelendiğinde acı gerçekler kendini göstermektedir. Belki de bu gerçeklerle yüzleşme imkanımız ile cesaretimiz olması dahilinde ve her şey açıklığı ile irdelendiği takdirde hukukun ve bilimin işlersizliği tespit edilecek ve şüphesiz sebeplerin ışığında çözüme doğru da bir ışık belirecektir.
Evet, Türkiye'de hukuk alanında bilim yapmak çok zordur gerçekten. Sanki etrafı dikenlerle çevrili bir arazide bulunmayı göze almaktır hukuk ve bilim bileşimi. Bu da hukuk ve bilime yönelik algı farkından kaynaklanmaktadır.
İşlev hukuk çevirmenliği, unvan hukuk bilim uzmanı?
Öncelikli akademik sorun, yalnız hukuk alanına hapsedilemeyecek kadar geniş bir alana yayılmıştır. Bu gerçek, bilim insanlarının akademik yayınlarına bakıldığında genellikle herhangi bir üretimin olmaması ile sonuçlanmaktadır. Akademik gelişmede dilin önemi şüphesiz gerçektir. Yabancı dil başka ülkelerin hukuk biliminin algılanmasına ve uygulamalarını incelemeye katkı sağlar ve hukuki üretimin araçlarını zenginleştirir.
Ancak bunun yanı sıra yabancı dil, yabancı ülkede yaratılan bir kurum, kavram veya çözüm önerisinin geniş çapta duyurulmasını da sağlar. Bu gerçeklerin ise Türkiye pratiğindeki değeri açıktır. Türkiye'de yabancı dil, kolej kökenli olmanın ilanıdır aslında ve sınıf yaratma amaçlı kullanılır. Ülkemizde yabancı dilde eğitim veren kurumlara bakıldığında yetişen öğrencilerin anadil düzeyinde yabancı dili kullanma dışında genellikle bir üretim sağlayamadığı hatta Türkiye Hukuku terminolojisine de hakim olmadığı görülmektedir .
Ayrıca bazen o dilin kullanıldığı ülkenin kurumları açısından rant sağlama ve kariyer yolunda ilerleme aracı sağlama açısından kullanılmakta, çözüm ise "....ülkenin hukuku" şeklinde başlayan ve başka ülkeleri taklit eden bir anlayış olarak şekillenmektedir. Bu nedenle de iyi bir hukukçu iyi bir dil bilimci anlamına gelmektedir realiteye bakıldığında. Ancak iyi bir dil bilimcinin nasıl bir hukukçu olduğu da bir çelişkidir. Çünkü hukuk, adalet kavramının yoğurulması ile tam anlamıyla şekillenmektedir.
Desteksiz ilerlemenin imkansızlığı!
Hatırı sayılır çevrelerin desteği olmadan ilerlemenin mümküniyetsizliği kamuoyu tarafından bilinen bir gerçektir. Ancak bu olgunun bilimde ve hukuk alanında olması ülke çapında temiz bir toplum olunamamasının belki de en büyük nedenidir. Burs bulmada, işe alınmada ve akademik ilerlemede bir değil birden fazla profesörün gözüne girmeyen bir hukuk bilimci genellikle mesleği kariyer ekseninde ilerleyememektedir.
Ne kadar dil bilirse bilsin, ne kadar ulusal ve uluslararası bilimsel faaliyetleri ve yayını olursa olsun mevcut olan ve olması gereken kriterlerin hepsi çoğunlukla önemsizdir bu durumda. Bu nedenledir ki asistanlığı yakalayanlar da anabilim dalı başkanının adeta kölesi olarak kullanılmaktadır. Anabilim dalı başkanının uygulamada çoğunlukla asistanına kendi kitabını yazdırdığı ve özel işlerini yaptırdığı da ayrıca görülmektedir. Asıl çelişki bu kişilerin ise adaleti araştırmak ve derslerde gelecek kuşaklara anlatmakta olmasıdır.
İdeolojik yakınlık yoksa ilerleme de yok...
Bilim akıl, hukuk ise yansızlık ile ilişkilidir. İdeolojik yöneltmelerin tek olmaması gereken iki alanda ideolojinin varlığı ise iç çelişkilerden bir diğer görüntüdür.
Bu nedenle hukuk öğrencilerinin çoğunun sınav kağıtlarını, derse giren akademik personelin ideolojisine göre doldurduğu ve tezleri de bu yönde yazdığı acı bir gerçektir. Bu nedenle yapılanın hukuk bilimi değil, özü itibari ile ideolojik yarış olduğu açıktır aslında.
Profesörler için doğru olanı dile getirme hastalığı...
Hukuk, çok kaygan bir zemine sahiptir. Bu nedenle her an sübjektif bir hal alabilir etikle işlenmezse. Ülkemizde ise hukuk etiğinin varlığını söylemek genellikle çok zordur. Toplumsal hastalığımız olan ben olgusu, hukuk biliminde de görülmektedir. Bu nedenle hukuka çözüm üretmekle görevli profesörler, kendi konumlarını güçlendirme ereği ile hareket etmektedir.
Çoğu hukuk danışmanlığı gibi yan mesleklerle çok yüksek meblağlar kazanan profesörlerimizin ekonomik ve sosyal hakları algılaması da zaten mümkün olamamaktadır. Bu nedenle hukuk, ilgili profesöre yakın olan gerçekler ve ideolojilerle şekillenmektedir.
Halktan kopuk aydın(!), halktan kopuk hukuk...
Her bilim insanı bir aydındır veya aydın olmalıdır en azından. Toplumu aydınlatma ödevi ile yükümlüdür çünkü, bu nedenle özerk olması gerekir bilimin. Bu durumun önemi hukuk ile en yükseğe çıkar. Bu nedenle yaşanan her kaosta hukuk bilim insanlarının görüşüne başvurulur.
Yeni norm yapımında mutlaka bir hukuk heyetinin varlığı gerekir. Ancak çoğunlukla halka halkı aşağıladığı için uzak duran hukuk bilimcilerin, eşitlik kavramını kendilerinin ihlal ettikleri ve bunun yanı sıra halktan kopuk bir normlar düzeni inşa ettiği de açıktır. Belki de aydınlanamayan hukuk toplumu, bilim insanlarının hukuk ihlalleri ile yanlış tercihlere kendilerine yakın hissetmişler ve yönelmişlerdir.
Uzman olamayan profesör adayları...
Özellikle son zamanlarda hukuk öğrencilerinin de dikkatini çeken uzman olmayan akademisyenler, değil bilim üretme derse girdiği alana bihaber akademisyenler olarak hukuk bilimini negatif etkilemektedir Bununla birlikte torpille hangi alan olursa olsun akademisyen olmayı isteyenlerin taçlandırıldığı görülmekte ve gerçek bilim insanı adaylarının ise hukuktan ve bilimden uzaklaştırıldığı hissedilmektedir.
Bu durumun en önemli örnekleri; özel ve ceza hukukçularının kamu hukuku uzmanı yapılması veya tersi olarak ceza ve kamu hukukçularının özel hukuk uzmanı yapılması yönündedir. Yüksek lisans alanı ve doktora alanları birbiriyle taban tabana zıt alanlara rağmen bu seçimi onaylayan doktora jürileri ve tez danışmanlarının hukuk değil hatır için bilim insanı kimliklerini feda ettikleri de söz götüremeyecek bir gerçektir.
Bahsi geçen sebeplerden ötürü Türkiye'nin hukuk biliminde ilerleyemediği sonucu belirmektedir. Daha fazla insandan hareket edebilmek için de her iki alanın ilerlemesi zorunludur aslında. Çözümler ise hukuk fakültesi 1. sınıftan itibaren sorgulayan ve tarafsız eğitimin verilmesi ve bilim insanlarının hukuk ve bilim etiği dersi alması, bahsi geçen konularda akademisyenlerin denetlenmesi ve gerekli akademik cezaların verilmesi şeklinde kademelenmelidir.
Aykırılık tespitleri ise asistanların ve öğrencilerin tespitleri ile her iki grup tarafından ayrı ayrı oylamaya tabi tutulmalı ve iki grubun da oy çokluğu ile karara bağlanmalıdır. Şu halde olumsuzluklar ancak mesleğine saygılı ve hukukun üstünlüğü için ettiği yemini tutan, sözünün arkasında duran profesörlerin varlığı ile mümkün olacaktır. (BA/EÜ)