Hrant'ın hüneri, "doğruyu ve sadece doğruyu" söylemeden yaşayanlara, gerçeği anlatmaktı. Bunun için de sözünü ve kalemini kullandı.
Uluslararası Hrant Dink Vakfı'nın sarı- siyah kapaklı, iki numaralı kitabı, dokuz yıla yayılan Hrant yazılarından ustaca derlenmiş iştah kabartıcı makalelerden oluşuyor. Kitabın kapağında siyahlar içinde ayakta duran, "bakalım şimdi ne olacak?" bakışıyla gözümün içine bakan Hrant fotoğrafına hayran oldum. Bu güzel kapağı kızı Sera tasarlamış. Kitabın adını da çok beğendim: "Bu Köşedeki Adam... "
Hrant'ın Agos'taki köşesi için seçtiği Şapparigce adının Ermenice bir laf olduğuna emindim. Manasını bilmiyordum. Şapparigce'nin Ümit Kıvanç'la birlikte uydurdukları bir sözcük olduğunu anlatan yazısına gülümsedim. Hrant'la birlikte olmanın mutlaka bir sürprize hazırlanmak anlamına geldiğini biliyordum.
Kitaba adını veren yazısında ısrarla "Ben yazar değilim" demiş, iki satır sonra da "devam sayfasının köşe yazarı" sıfatında karar kılmıştı. O elbette ki bir yazardı, ancak sadece yazar değil, aynı zamanda bir düşünürdü.
Hrant'ın Yeni Bin Yıl, Agos ve Birgün'deki köşe yazılarından ustaca seçmeler yapan Karin Karakaşlı, Hrant'ın paragraf aralarına üç yıldız koymaya bayıldığını, yazısını yazarken, bilgisayar klavyesine pat pat vurmaktan hoşlandığını da vurgulamış. Belki de bu yüzden, makaleleri okurken üç yıldızlarını da okudum.
Mahcubiyetle sarmalandım...
Hrant'ın köşe yazılarını gerçek hayattaki gibi bir hafta arayla değil de bu kitaptaki gibi peşpeşe okuyunca bir mahcubiyet duygusu ile sarmalandım.
Haberini 'Papaz Çizmeyi Aştı' üslubuyla yazan, haberine sık sık doğru olmayan eklemeler yapan gazeteci meslektaşlarımın yaptıklarına bir kez daha mahcup oldum. Gazeteciler dışında da mahcubiyet durumu yaratan kişilerden biri müftüydü, diğeri de avukat.
Kaçırılıp öldürülmüş bir imamın cenaze namazında, "Bunu yapanlar insan, hele hele Müslüman hiç olamazlar. Bunlar olsa olsa Ermeni taşeronlarıdır diyebiliriz... Bunlar Hizbullah olamaz" diye konuşan Tarsus İlçe Müftüsü ile; Abdullah Öcalan davasında "Sorulmasını rica ediyorum Hakim Bey, bu adamın babası Ermeni mi, değil mi?" diye ısrar eden müdahil avukatın durumu mahcubiyet halimi öfkeye dönüştürdü.
1915'e üç boyutlu çözümleme
Hrant üç boyutlu düşünmeyi becermişti yazılarını yazarken. Türklerin kafasını karıştıran "soykırım" meselesine Ermenistan'dan bakıldığında ne görülür sorusuna verdiği ustaca cevaba hayran oldum.
Oktay Ekşi'nin Bilgi Üniversitesindeki Ermeni Konferansı ile ilgili bir yazısına cevaben şöyle demişti:
"Ermeniler kendi aralarında bir konferans düzenleyerek, bu konferansı, "Olan biten soykırım değildi" temeline oturtması mümkün mü? ... Bugüne değin Ermenistan'da böyle dediği için suçlanmış, yargılanmış, ya da ayıplanmış bir Ermeni Yok.
Peki çıkarsa ne olur?
Ne olacak! "Kafayı yemiş bu adam" der geçerler.... Başka bir yaptırıma da gerek duymazlar. "
Hrant yazısının devamında bu geçmişin bireylere aile hikayelerinden intikal ettiğini ekliyor. Bu yüzden öğretilen tüm bilgilerden daha güçlü olduğunu belirtiyor. (2005 Haziran s. 203-205)
Aynı konuda, gazeteci Ruhat Mengi'ye bir cevap yazısında da şunu söylemişti...
"İlericisi, gericisi, demokratı, dayatmacısı, hepsinin söylediği aynı şey. 'Ermeniler rahat durmadı. Ruslarla işbirliğine girdiler. Savaş haliydi. Biz de mecburen onları o bölgeden tehcir ettik.'... sakın ola ki bilgi kıtlığı içinde kıvrandığınız konularda 'uzman ahkamı' kesmeye kalkmayasınız. Şunun şurasında bir arada yaşıyoruz. İşin doğrusunu bilenlerle birlikte yaşadığınızı sakın ola ki aklınızdan çıkarmayasınız. Yazdıklarınızı okuyor, konuştuklarınızı işitiyoruz." (Temmuz 1999, s.169-171)
Duygu Asena için İsa'ya dua...
Devrimciliğin her türüne saygısı, hayranlığı tamdı. Kadın hareketi de bundan nasibini almıştı. Duygu Asena'nın ölümcül hastalığını öğrenince Hrant bir yazısını Duygu'ya ayırmıştı. Duygu'nun ezen erkeğe karşı kadınları baştan çıkarmasını devrimci bir eylem olarak başına taç etmiş ve şunları yazmıştı:
"Duygu'nun kitaplarının bir özelliği vardı... Onun kitaplarını okuyanlar değişiyorlar ve bir biçimde kendilerini yeniden adlandırıyorlardı. Diğer bir deyişle, Kadının Adı Yok'u okuyan bir kadının kitabı okuduktan sonra artık muhakkak bir adı vardı. Ve adı da gerçekten 'Kadın'dı'."
Çok başı sıkıştığında başvurduğu Kilisesinde İsa Mesih'inin Duygu'ya acil şifalar getirmesi için dua ediyordu. (Eylül 2004, s. 55-57)
Engel ifadeye mi, düşünceye mi?
Hrant ifade özgürlüğüne karşı açılan davalar yoluyla düşüncenin nasıl sınırlandığını filozofça tespit etmişti.
"Düşünce özgürlüğü ile ifade özgürlüğünü çoğunlukla birlikte kullanır, düşünce özgürlüğümüzün sınırsız, ifade özgürlüğümüzün sınırlı olduğunu sanırız. Öyle ya kafamızın içi bize ait ve biz en aşırı ve uçuk düşüncelerimizi iade etmedikçe kime ne zararı var ki? Var mı bu konuda düşünebilmemize set çekebilen, engelleyen? Yok sanırız. Oysa var, asıl sorun da zaten orada. İfadenin değil, düşünebilmenin engellenmesinde."
Düşüncesi tek tipleştirilerek biçimlenenlerin nezdindeki özgürlüğün sınırını da çizmişti: "Az düşünmeye çok ifade, çok düşünmeye az ifade." (Aralık 2005, s. 75-77)
Normal yurttaş olayım...
Hrant'ın pat pat diye vura vura yazdığı sözcüklerden biri de "Özgürlükler" idi. Özgürlüklerin bulunduğu bir memlekette giderek orada yaşamak yerine bu özgürlüklerin memleketi Türkiye'ye gelmesi için uğraşmayı kendisine yaşam biçimi olarak seçtiğini yazmıştı. Daha da öteye gitmiş, başkasının bedel ödeyerek yarattığı demokrasiye yamanmayı sülüklük olarak gördüğünü vurgulamıştı. Tek ricası sıradan bir yurttaş olabilmekti. Bu ricasını şöyle ifade etmişti:
"Bizim Ermenilerimiz" pohpohlamalarından da, "İçimizdeki hainler" kışkırtmasından da bıktım. Normal ya da sıradan yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da, boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım." (s. 194, 2004 Kasım)
Ermeni ve Kürt Açılımı....
Hrant, çatışma kültürünün lügatinden fevkalade rahatsızdı. Bu rahatsızlığını dile getirmek için, "Muhakkak ki bize Türkçeden de önce, Kürtçeden de önce bir barış dili gerekiyor" diye yazmıştı.
Onun yazılarında gözden kaçmayan tek tekrar Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin düzeltilmesi talebiydi. Bu meseleyi çok çok önemsemişti. Onun makalelerine baktığımda, iki ülke arasında ilişki kurulması için daha yıllar varmış hissine kapıldım. Halbuki "Bu Köşedeki Adam" yayımlandığında Ermenistan ile Türkiye arasında diplomatik ilişki kurulmasını öngören protokol imzalanmıştı. Atılan bu imzayı Hrant göremediği için kederliyim. Hrant imza gününü mutlaka bir şölene dönüştürürdü.
Canım arkadaşım, Bursa stadyumunda Ermenistan-Türkiye Milli Maçında açılan "Hrant'ın Memleketine Hoş Geldiniz" pankartına şaşıramadı; tribündeki bir grup Türk taraftar tarafından maçın başından sonuna coşkuyla sallanan Ermenistan bayrağıyla da sarhoş olamadı. Bütün bunların provokasyon falan değil de gerçek hayat parçaları olduğunu anladığı an kocaman kollarıyla bizleri kucaklardı. Elbette, bu kadarla yetinemez muhtemelen amuda kalkardı.
Hrant son aylarda hayatımızın bir parçası haline gelen Ermeni ve Kürt açılımı için canını verirdi, verdi de... Kürt meselesi için de bir Kürt gibi dertlenmiş, barışın sağlanması için kilometrelerce yol kat etmiş, saatlerce konuşmuş, kitaplar dolduran yazılar yazmıştı.
Dokuz yıl önce Kürtçe eğitim sorunu tartışılırken "Şu Ermeni halimle ben de katılsam haddimi aşmış olur muyum?" diye sormuş, ardından "Türkiyeli bir Ermeni olarak artık payıma düşen Kürtçemi istiyorum" diye ilan etmişti dileğini.
Hrant, barış ve demokratikleşme açılımının tohumlarını ve düşüncelerini bize miras bıraktı. Artık, filizleri yeşeriyor...
Hrant bu hafta köşesine ne yazardı? Silah bırakan Kürtlerin Silopi sınırından ülkelerine geri dönüşlerini yazar, noktayı koyduktan sonra da pardösüsünü sırtına aldığı gibi gelenleri karşılamaya giderdi.(İÇ/EÜ)
* Bu Köşedeki Adam, haz. Karin Karakaşlı, Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları, İstanbul, Ekim 2009, 317 sayfa, 18 TL.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
* İpek Çalışlar'ın yazısı Agos'ta yayınlandı.