"Yavrum" dedi ihtiyar kadın sıcacık, buruşuk elleriyle iki elimi kavrayarak; "Yavrum, siz bizim ötemizsiniz, Türkiye kadar yanlış yapsanız gene affederiz". Gözlerime baktı, uzun uzun tuttu ellerimi. Orta Anadolu'nun bir köyünde bir evin avlusunun taş duvarına oturmuş eylül güneşinde kemiklerimiz ısıtıyor, sohbet ediyorduk. Yalnız yaşıyordu. Yörede tanıştığım, kocası öldükten sonra yapayalnız kalmış pek çok yaşlı kadından biriydi. Az önce gözyaşları içinde karnesinde zayıfı olduğu için korkup evden kaçan torunun hikayesini anlatmıştı bana. Sonra gözyaşlarını elinin tersiyle silip sıcacık buruşuk elleriyle iki elimi sıkıca kavrayıp sanki torunuymuşum da korkup evden kaçmışım ama geri dönmüşüm gibi o cümleyi söyledi: "Yavrum siz bizim ötemizsiniz, Türkiye kadar hata yapsanız gene affederiz."
Bu cümle beni gülümsetti, bir Anadolu kadınının ağzından dökülen bu lirizme vuruldum, cümleye sonuna kadar katıldım, bir anda aklımdan bu ülkede hata üstüne hata, yanlış üstüne yanlış yapıp affedilmiş, hatta itham bile edilmemiş binlerce tipi geçirince daha da katıldım, ama ülkemin siyasi tarihini düşününce, o sevimli yaşlı kadını tenzih ederek, şunu da eklemeden edemedim: "Ama bir doğru yapmaya görelim dünyayı dar ederseniz bize. En ufak bir doğrumuzu bile burnumuzdan nasıl fitil fitil getirirsiniz." O zaman aklıma Sabahattin Âli, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, İsmail Beşikçi, Haluk Gerger gibi doğruda direten birtakım insanlar, faili meçhul cinayetlerle ya da cezaevlerinde, sürgünde yahut yalnızlıklar içinde bedel ödeyen sayısız yurttaşım gelmişti.
Şimdi, 19 Ocak 2007'den beri, Hrant Dink düşüyor aklıma: Bu ülkede doğruda ısrar etmenin bedelini canıyla ödeyen bir entelektüel olarak. Hangi doğruları onu hedef haline getirmişti? Sistemin sayısız caydırıcı mekanizması karşısında nasıl bu kadar direnmişti?
Pek çok etkenden hemen aklıma gelen birkaç tanesi: Türk olmadığı halde eşit perdeden konuşuyordu. Egemenlerin bakış açısına göre küstahlık derecesinde unutkandı. Türklerin daha eşit olduğunu sürekli unutuyordu. Meselelerden korkmuyordu, iletişimde ısrarcıydı, adil bir çözüme giden uzun yolun toplumlar arası sürekli iletişimden geçtiğini düşünüyordu. Statüko bu tür konuların konuşulmasından hiç haz etmez.
Yeteneği aşikardı; yazılarını okumak, onun masasına oturup keyifli bir sohbetin parçası olmak gibiydi; bir takım anekdotları kaleminde hoplatıp güncele bağlamaktaki mahareti, okura sunduğu keyif tartışılmazdı. Ya cesaret? Kuşkusuz, en önemlilerinden. Bir şey daha var ki, onu da yıllarca onunla beraber çalışan meslektaşı Karin Karakaşlı söylüyor: Hrant'ın verdiği isimle "eşek gibi çalışmak."
Üç yıl oldu, Hrant Dink aramızda değil. Üç yıl oldu, mahzunuz, dehşet ve öfke içerisindeyiz. Ama üç yıl önce Hrant Dink'in katliyle içine düştüğümüz mahzunluk, dehşet, öfke halleriyle bugünküler aynı değil. Üç yıl sonra bugün hissettiğimiz mahzunluğun, dehşetin, öfkenin sebebi ülkemizde canımız yana yana şahit olmak durumunda kaldığımız adalet skandalından başka bir şey değil.
Üç yılın ardından bu satırları, Hrant'ın gitmelere kıyamadığı bu memlekette, onu korumadığı gibi, saygıdeğer anısını, o katıksız haklılığını da korumayan, dolayısıyla bizleri de korumayan bir adaletin ıssızlığında yazıyorum. Üşüyoruz adaletsizlikten. Çünkü adil olmayan bir dünyadan daha soğuk bir kış tanımıyoruz.
Hrant Dink adalet umudunu, bu ülkede yaşama arzusunu anlamın en ince koyaklarından geçirip sonunda bir güvercin tedirginliğine yaslayan, "ama"lı cümlelerle büklüm büklüm olmuş o son yazısında, dışarıda olmanın bedel ödemediğimiz anlamına gelmediğini söylüyordu.
Kendisine reva görülen güvercin tedirginliğini ifşa edip, bu ülkede yaşamak, ayakta kalmak, mücadele etmek için hepimizin zaman zaman başvurduğu teorik bir nikbinlikle, güvercinlere dokunulmayacağına olan inancını dile getirerek bitirdiği o son yazısı, tuhaf bir alegoriyle hayatın içinde bugün de içimizi acıtan "ama"larla büküle büküle hâlâ devam ediyor: Yazıdan bir hafta sonra "...ama vurdular işte, işte size bedel, işte size bedel..." diyebileceğimiz kan sızdıran bir cümleyle başlayıp üç yıldır süren davanın her celsesinde beklentiler ve netice arasına rezil bir "ama"yla notlar ekleyerek devam ediyor o son yazı. Alnımızın kara yazısı...
Üç yılda gelmeyen adalet bundan sonra gelir mi? Gelirse, adına hâlâ adalet denir mi? Şüpheli. Adaletin geç kalma lüksü yoktur. Ama bu gecikmeden daha acı olan, mahkemenin soruşturmayı derinleştirmeyip eldeki sanıklarla yetinmekteki ısrarcılığı ve bizler için cinayet silahından öte bir anlam ifade etmeyen üç beş sanığın yargılandığı dava duruşmalarının bir adalet komedyasına dönüşmesi: Neşeli sanıklar, anlayışlı hakim, yardımsever jandarmalar, babacan polisler ve cinayeti her celsede tekrar tekrar yaşayan, her duruşmadan alay edilmişlik hissiyle ayrılan maktul yakınları.
Kim suçlu, kim cezalandırılıyor? Mahkeme salonundaki rahatlıklarıyla dikkat çeken, en ufak bir suçluluk duygusundan yoksun oldukları aşikar sanıkların tehdit ve hakaretlerine maruz kalan maktul yakınları her duruşmada cinayeti bir kez daha yaşıyorlar. Buna "adalet" denilebilir mi?
Cinayet haberi duyulur duyulmaz Türkiye'nin imajının derdine düşen erk sahipleri, bildik tumturaklı demeçleriyle haberleri işgal ettiler: "... menfur saldırı Türkiye'ye... takipçisi olacak... en kısa sürede... adalete teslim edilecek... en sert şekilde... cezalandırılacak..."
Bir kısmı cenazeye de katıldı: Devletin uluslararası basının gözlerinin üzerinde olduğunu bilerek her türlü kolaylığı sağlayıp, teşvik ettiği 23 Ocak'taki kitlesel cenaze töreninin ardından da o süper arabalarına bindiler, gittiler. Resmi ilgiyle beraber kitlesel ilgi de kayboldu. Hrant Dink cinayeti, sürecin takipçisi olmaya ahdetmiş bir avuç insanın gözleri önünde bir adalet komedyası olarak kendine özgü yepyeni bir isimle "failleri yakalanmış bir faili meçhul" olmaya doğru ilerliyor.
Ama Hrant Dink cinayetinin, ülkedeki egemen düşüncelerle uyuşmayan fikirlere sahip olanlar için başka bir anlamı daha var: Onlar Hrant için adalet isterken kendileri için de adalet istiyorlar. Hrant Dink'e üç yıl önce bugün saat üçte sıkılan o üç kurşunun aynı zamanda kendilerini de hedef aldığının farkındalar ve adalet tecelli etmedikçe, mahkeme bu ülkede düşüncelere karşı kurşunlarla gelinemeyeceğini en açık ve sert bir şekilde karara bağlamadıkça, gerçek suçlular bulunup cezalandırılmadıkça o üç kurşunun bu ülkenin düşünce aleminde vınlayıp duracağını biliyorlar.
İşte bu yüzden bugün saat 14:30'da Hrant Dink'i anmak ve cinayeti lanetlemek için Agos'un önündeyiz. Oradaki varlığımızla bütün pespayeliklere rağmen Hrant Dink davasının takipçisi olacağımızı, adalet istediğimizi söylüyoruz.
Hrant için adalet isterken kendimiz için de adalet istiyoruz. Adalet istiyoruz; çünkü düşüncelere kurşunlarla cevap verenlerin kollandığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Adalet istiyoruz; çünkü etrafı 301'den tellerle çevrili bir ülkede, Hrant gibi güvercin tedirginliğine hapsedilmek istemiyoruz. Adalet istiyoruz; ötemiz olan çocuklarımıza daha yaşanılabilir bir dünya bırakmak için söze ve özgür düşünceye ihtiyacımız var; çünkü sessizlikten karanlık kuyu, susmaktan öte cehennem bilmiyoruz. Susmanın, sessiz kalmanın Türkiye kadar büyük bir hata olduğuna inanıyoruz ve susmak gibi Türkiye kadar büyük hatalar yapmaktansa bir araya gelip adalet talebimizi haykırmak gibi, Hrant kadar doğrular yapmayı yeğliyoruz. (BK/TK)