Yanıldı güvercin.
Yanılıyordu.
Kuzeye diye güneye gitti.
Buğdayı su sandı.
Yanılıyordu.
Denizi gökyüzü sandı;
geceyi sabah.
Yanılıyordu.
Yıldızları çiğ tanesi;
sıcağı kar fırtınası.
Yanılıyordu.
Eteğini bluzun sandı
yüreğini evi sandı.
Yanılıyordu.
(O, Fırat kıyısında uyudu.
Sen bir ağacın en üst dalındasın.)
Şiir Rafael Alberti'den. 1940 yılında uzun bir sürgünün ilk günlerinde Paris'te Pablo Neruda'nın evinde kaleme alınmış.
Orijinalinde Fırat yok elbet; yalnızca "kıyıda" diyor Alberti. "Fırat"ı ben ekledim.
Fırat'ın kıyısında Malatya'da doğan Hrant Dink de uzun yıllar Fırat adıyla yaşamıştı bu ülkede.
"Dilerim oğullarının ikisi de sağ kurtulmuşlardır; isimlerini kaybetseler bile dert değil, çünkü başka bir isimle de olsa mutlu olabilirler bence." diye bitiriyordu William Saroyan, 1915 yılında Bitlis'te bıraktığı karısı ve iki oğlundan haber alamadan Amerika'da bir başına kalan Hovagim Saroyan'ın hüzünlü hikayesini.
İnsan başka bir isimle de mutlu olabilir mi?
Başka bir dille, başka bir tarihle, başka bir ülkeyle de mutlu olabilir mi?
İnanmıyorum. Ama şunu biliyorum:
Hrant Dink'in hikayesi, kendisine dair her şeyin silindiğini ya da değiştirildiğini fark eden Türkiyeli bir adamın o ülkede özgürce yaşamak için ismini, dilini, tarihini, ülkesini yeniden ele geçirmesinin, bunun için kavga vermesinin hikayesidir.
***
Hrant Dink davası adil bir yargılama olmaktan çıkıp cinayetin kendisinden de korkunç bir trajediye dönüşeli çok olmuştu. Adil bir karar konusunda kimsenin umudu yoktu. Nasıl olabilir, yargılama bitmemişti ki. Kimse itham bile edilmemişti.
Ama belki de adalet böyle bir şeydir: Hakim artık yorulduğunda, sıkıldığında, artık karar vermek istediğinde gelen bir şeydir. Belki de adalet 'iyilik'le, hakimlerin iyi olmasıyla ilgili bir şeydir. 'Babacan' hakim tahliye kararı verir, 'gıcık' hakim tutukluluğun devamına. Ya da tam tersi...
Belki de adalet bu ülkeye hiç uğramamıştır: Cahilliğimiz bundandır belki. Muhalif gazeteciler, öğrenciler, Kürtler öbek öbek tutuklanırken, cezaevlerine istiflenirken Hrant Dink davasından adalet beklememiz, Türkiye'nin büyük fırsat kaçırdığını iddia etmemiz bundandır.
Gazetecilere bile istediğini yazdıran, beğenmediğini işinden attıran bu hükümetin hakimlere, savcılara dilediğini yaptıramayacağını düşünmemiz bundandır.
Dilediği anda dilediği suçluyu terörle ilgisi yok, örgütlü değil diyerek beş yılda serbest bırakan aynı sistemin, dilediği anda dilediği kişiyi örgütlü terör suçu, gizlilik kararı var diyerek on yıl cezaevinde tutabileceğini fark etmememiz bundandır belki.
Bilmiyorum, bildiğim bir şey var, o da: Bu ülkeye adalet mahkeme salonlarından gelmeyecek. Sorun mevzuatta ya da hukuk adamlarının formasyonunda değil. Çok daha derinlerde ve karmaşık bu ülkenin adalet sorunu.
Eşitliğin olmadığı bir yere adalet gelebilir mi?
***
Girişteki şiire dönersek, şiiri Hrant Dink'in vurulduğu gece çevirmiştim. O gece Hrant Dink'in yanılan ürkek bir güvercin olduğunu düşünüyordum. Aradan beş yıl geçti, şiirin anlamı da dahil çok şey değişti...
Şimdi Hrant Dink'in kesinlikle yanılmadığına, bu toprakların yetiştirdiği en cesur barış güvercini olduğuna kaniyim. Bu ülkede güvercinlere dokunulmadığını söylerken de yanılmıyordu, sonuna kadar haklıydı: Ancak örgütlü bir faşist yapılanma öldürebilirdi onu...
Kendisine sunulan iki zımni seçeneği de reddedip yazmaya devam ederken de ne yaptığını iyi biliyordu. Ne bu ülkeyi terk edebilirdi Hrant Dink, ne de inandığı şeyleri söylemekten geri durabilirdi. Ne gitmeyi, yani dışarıya sürgünü kabul etti Dink; ne susmayı, yani içeriye sürgünü.
Bize bıraktığı en önemli miras da buydu. Bir Ermeni için de, bir Kürt için de, bir sosyalist için de aynıydı miras: Hrant Dink'in mücadelesi de, katledilişi de bize bu ülkenin asli sahipleri olduğumuzu göstermek için bu ülkede kalarak sözümüzü sakınmadan mücadele etmemiz gerektiğini gösterdi.
Şiirin anlamına gelince yanılan güvercine duyduğum acıma duygusu yerini hayranlığa bıraktı:
Eğer biz de Hrant Dink gibi bu ülkenin bizim de olduğuna inanmayacaksak, kendi ülkemizde sözümüzü özgürce savurmayacaksak, eğer denizi gökyüzü sanmayacaksak, bir adamın ya da kadının yüreğini yuvamız sanmayacaksak bu yaşadığımıza hayat denir miydi?
Hem biz bu hayatı yaşamayı kabul etsek bile, hayat bu bizi yaşar mı ki?
Hrant Dink haklıydı lakin hâlâ paragrafın içinde, Fırat kıyısında vurulmuş yatan bir adam, bir güvercin var ve keyfi tutuklama furyalarından, baskıdan, sansürden, korkudan ağaçların en üst dalına tünemiş bir dolu güvercin ona bakıyor ve adalet çığrışıyorlar.
Ve bir Antigone sahnesini andıran bu sahneyi gören herkes biliyor ki gelip kıyıda boylu boyunca uzanmış yatan o barış güvercinini oradan kaldırıp hak ettiği şekilde defnedecek olan da barışın kadim kardeşidir adalet:
Şimdilik -belki de müzmin örgütsüzlükten- nereden, nasıl geleceğini çok iyi bilmediğimiz ama bir gün bu ülkede yaşayan herkes için geleceğini adımız gibi bildiğimiz o kutsal adalet. (BK/HK)