Barış'ın ne anlama geldiğini ve giderek ülkemiz topraklarında acımasız bir boyut kazanan savaşın sona erdirilmesine dönük çare ve çaresizliklerimizin neler olduğunu sorgulamaya ve anlamaya çalıştığımız günlerdeyiz.
Hakkâri'de gerçekleşen saldırı ve katliam haberlerinin yeniden gazete sayfalarına düşmeye başladığı günümüz Türkiye'sinin, artık eski Türkiye olmadığını, bu olayların ardından ortaya çıkan sağduyulu söylem ve yoğunlaşan çok yönlü barış çabalarından anlamak mümkün.
Hakkâri'de gerçekleşen bu alçakça katliam yakınlarını kaybedenlerin evlerine, yüreklerine ateş düşürürken, beni yıllar öncesinde benzer koşullarda gerçekleşen bir başka katliam sürecine götürdü.
1996 yılında gerçekleşen Güçlükonak katliamı ve o katliamla ilgili başta dönemin Genelkurmayı olmak üzere, devlet yetkilileri ve medyanın gerçekleri ters yüz eden söylem ve yayınlarını hatırlayın.
Tıpkı şimdi olduğu gibi tek taraflı ilan edilmiş bir ateşkes süreci vardı ve bu sürecin kesintiye uğraması için yine sivil halk hedef seçilmişti, 15 Ocak 1996'da Şırnak'ın Güçlükonak ilçesinde 11 köylünün bir minibüs içerisinde kurşunlanıp yakılmasıyla, umut denen o güzel beklenti başka baharlara ertelenmek zorunda kalmıştı.
Katliam kurbanlarının aileleri Şırnak'a gelen basın mensuplarına, Kürtçe olarak, yakınlarını PKK'nin değil, askerlerin öldürdüğünü söylemiş ve genelkurmayı yalanlamıştı.
Yakınlarının bu ifadeleri doğrultusunda toplanan "Barış İçin Bir Araya Çalışma Grubu" bir heyet oluşturarak katliamın gerçekleştiği Güçlükonak'a gitmek üzere yola koyuldu.
Oluşturulan bu heyetin içinde ben de yer almıştım. Bu katliamın aydınlatılmasına dönük iki gün boyunca yaptığımız çalışmalarda neler yaşadığımızı ve nelere tanıklık ettiğimizi bu makaleye sığdırmak mümkün değil; ancak bu iki olay arasındaki benzerliklerin dikkat çekici olduğunu ve buradan yola çıkılırsa gerçek failin savaş rantından beslenen zihniyetin kendisi olduğunu anlamak zor değildir.
Araştırma gurubu olarak önce Diyarbakır Olağanüstü Hâl Bölge Valisi ile görüşmüş, ardından da Güçlükonak'a olayın gerçekleştiği yere gitmiştik.
Olay yerine vardığımızda minibüsün yakılmış hali ve binlerce kurşunla adeta kalbura dönmüş görüntüsü oldukça ürkütücüydü. Minibüste yaptığımız araştırma sırasında hayatım boyunca unutamayacağım bir olayla karşılaşmıştım bunu özellikle paylaşmak isterim.
Döşemeden aldığım bir parçanın kopuk bir insan ayağı olduğunu görmek sadece beni değil yanımda bulunan diğer arkadaşlarımızı da dehşete düşürmüştü. Yaşadığımız bu dehşet anı, savaşın bu bölgede nasıl bir barbarlıkla sürdürüldüğünün en açık örneğiydi.
Olay yerinde yaptığımız bu araştırmanın hemen ardından, ölenlerin yakınlarının yaşadığı köye gitmiştik, maktul yakınları bizleri büyük bir acı ve acılarına inat büyük bir umutla karşılamışlardı. Öldürülmekten son anda kurtulan bazı köylüler açık yüreklilikle bu katliamın askerler tarafından gerçekleştirildiğini bütün detaylarıyla bizlere anlatmışlardı.
Bu katliamın aydınlatılmasında rol alan birçok arkadaşımız Genelkurmayın isteği üzerine yargılandı ancak gerçek sorumlular ne yazık ki hiçbir zaman yargı önüne çıkartılamadı. Düne ait bu katliamlarla yüzleşme cesareti gösteremeyenlerin, failler belli olduğu halde yargı önüne çıkartamayanların, bu gün ortaya çıkan bu kanlı- karanlık olayı aydınlatabilecekler mi göreceğiz.
Düne ve bugüne ait biriken nice soru var ve nice yanıt açığa çıkmak için yanıp tutuşmakta. Bugün dağların, koyakların, göz pınarlarının, anne yüreklerinin, yar özlemlerinin, kucaklaşmaların bir beklentisi var.
Gözlerimizi sabaha her açışımızda ölümün soğuk sesine, onun ürperten varlığına şahit olmanın manevi yükünü çekmeyelim diyorum.
Ölmenin ve öldürmenin kahreden dehlizlerinde dolaşmadan eşit ve kardeş; özgür ve erdemli bir geleceğin mütevazı duvar ustaları olmak ve o duvarın her tuğlasına, kalbimizin haysiyet pınarından biriktirdiğimiz terimizi akıtmanın daha anlamlı olacağı günlerin eşiğindeyiz.
Anlamlı bir tartışma süreci, birbirini dinleme ve kışın nar gibi kızarmış bir sobanın başında oturuyormuşuz gibi oturarak, savaşın dilinden uzaklaşmak; barışın adını ona layık bir şekilde yüreklerin orta yerinde dillendirmek, özgürlüğün o muhteşem varlığına olanak tanımak o kadar da zor değil, bunu iyi biliyorum.
Barış, insanlığın yüzü suyu hürmetine sahiplenilmesi gereken erdem yüklü bir çabadan başka bir şey değildir. Biz de bu çabamızın meyvelerinin düşü peşindeyiz ve inanıyorum ki o düş gerçek olacak. Her soru kendi yatağında yanıtına kavuşacak ve barış işte o gün, şeker toplamaya gelen bir çocuk gibi kapımızı çalacak ve biz de diyeceğiz ki: "Hoş geldin yeni yaşam, hoş geldin BARIŞ..." (FT/EÖ)