Fotoğraf: İzmirli Kavayero Ailesi Fransa'dan Auschwitz'e sevk edildi.
Bugün Uluslararası Yahudi Soykırımı (Holokost) Kurbanlarını Anma Günü. "Türkiye, Yahudiler ve Holokost"un yazarı Corry Guttstadt, Aralık 2016'da Bilgi Üniversitesi'nde verdiği "Umutlarını Türkiye'ye bağladılar: Holokost karşısında Türkiyeli Yahudiler" başlıklı sunumunu 27 Ocak anması için bianet'e derledi.
Türkiye kamuoyunda Holokost, çoğu zaman sadece “Avrupa’da yaşanan ve Avrupa Yahudilerini ilgilendiren bir olay” olarak algılanıyor. Hâlbuki Türkiye Yahudileri de Holokost’tan çok yakından etkilenmişti. Nazi döneminde Avrupa'da bulunan sayıları 20 bin ile 25 bin arasında tahmin edilen Türkiyeli Yahudi de Holokost’u yaşadı.
O dönemde Türkiye’deki Yahudilerin hemen hemen hepsinin Avrupa’da akrabaları olduğu içindir ki nerdeyse her aile Holokost’ta yakınlarını kaybetti veya yakınları zulme maruz kaldı.
Akrabalar için duyulan korku ve endişe, mesela savaş yıllarında Hahambaşlıǧına yazılan ve Avrupa’daki akrabalarının akıbetini soran mektuplardan da belli.
Ya da bu şiirin dizelerindeki gibi;
Toplama Kampı
Nice – Aralık 1943
Üç kişiydiler, koca, eşi ve onların çocuğu,
üç kişiydiler, binlerceleriyle beraber [....]
Genç ve hayat doluydular,
bütün kardeşleri gibi hayat dolu!
Babası / David ismini taşıyordu. Bu bir suçtur.
Matem, bir feryat gibi kalplerine girdi,
gözleri yanıyordu
bitip tükenmeyen göz yaşlarının tuzuyla…” [...]
Bu şiirde anılan David, 1909 Edirne doğumlu, 1944 Ocak’ta Fransa’dan ölüm kampına sürülen David Şalom’dur. Bu dizelerin yazarı Marcel Chalom da Edirne‘de doğmuş ve İstanbul’da yaşıyordu.
Marcel Chalom, La Boz de Oriente sonra La Boz de Türkiye ismi alan Türkiye’nin Yahudi gazetesinin redaktörü ve David’in akrabasıydı.
2 bin 500’e yakın Türkiye kökenli Yahudi, Holokost’un ölüm kamplarında hayatlarını kaybetti, yüzlercesi de başka toplama kamplarına tehcir edildi. Birçoğu buralarda hayatını kaybetti, onlarcası vurularak öldürüldü ya da Gestapo’nun işkencesi altında can verdi.
Ancak sadece ölenleri Holokost’un kurbanları olarak algılamak bir yanılgı olur ve bu o dönemde Almanların zulmü altında kalan her Yahudinin acılarını hafife almak anlamına gelir. Bu dönemi yaşamış herkes ya yakınlarını kaybetti ya mallarından oldu ya da yıllarını tavan aralarında, duvar boşluklarında, hatta ormanlarda saklanarak tutuklanma korkusuyla geçirdi. Dolayısıyla bu insanların acılarını tahmin etmek çoğu zaman mümkün değil.
Yaraları kapanmıyor
Babası Bursalı olan Luise Cohen, Holokost’un bitmeyen etkilerini şöyle ifade ediyor:
“O yıllar içerisinde sanki boğazımıza oturan bir yumrukla yaşadık, gece gündüz. Ve bütün hayatımız boyunca bütün bu kayıpların yarasını bir ampütasyon gibi hissediyoruz.”
Türkiye’de kamuoyunda, eğitimde ve toplumsal hafızada Holokost genel olarak çok, çok küçük bir yer alıyor.
Propaganda malzemesi
Bizzat Holokost’a maruz kalan Türkiye Yahudilerinin durumu ise, çoğu zaman siyasi bir tartışmasının malzemesine indirgeniyor.
Devlet yanlısı yayınlar, yazar veya filmler bu konuyu bir propaganda malzemesi olarak kullanıyor
Bildiğimiz ve defalarca duyduğumuz efsaneler; “Türkiye’nin diplomatları onları kahramanca kurtardı” gibi…
Bu propagandanın amacı çok açıktır ve bunun yanlışlıklarını birçok kez detaylı tartıştığım için, bunu burada tekrarlamak istemiyorum.
Maalesef “karşı tarafı”, yani solcu veya demokrat görüşlü bazı arkadaşlar da (benim çalışmalarından da esinlenerek) Türkiye Yahudilerinin kaderlerini evvela Türk devletinin milliyetçi politikalarını eleştirmek için kullandı. Sonuçta, Yahudilerin yaşadıkları yine arka planda kaldı.
Tanıklıklar
Buna karşın Yahudilerin kendi tanıklıklarına yer vermek istiyorum. Türkiye ve Holokost çalıştığım sürede onlarca kişi ile röportaj yaptım, tanıkların anlatılarını topladım, ayrıca Fransa’da Sefaradlar için bir anı kitabı hazırlayan ve üye olduğum “Muestros Dezaparesidos” girişimi de hayatta kalan Sefarad Yahudileri ile 80’nin üzerinde röportaj gerçekleştirdi.
Bu metinde bu tanıklıkların bazılarını paylaşmak istiyorum.
Isaak Behar’ın anıları
Almanya’da yaşayan Türkiyeli Yahudiler, 1933 (yani Nazilerin iktidara gelmelerinden itibaren) antisemit uygulamaların kurbanları haline geldi.
Isaak Behar’ın ebeveynleri Nissim ve Lea Behar, 1916’da İstanbul’dan Berlin’e gelmişti. Behar hatıratında 1930’lu yılların tecrübesini aktarıyor:
“O zamana kadar [1938 yazı kastediliyor] Yahudilerle ilgili kısıtlamalar bize pek dokunmamıştı. Biz Beharlardan hiçbiri siyasette ve toplumda yüksek bir mevkii işgal etmiyordu. Babam bir hekim olmadığı gibi, bir avukat, hakim, veya öğretmen de değildi. Hiç birimiz üniversite okumayı ya da doktora yapmayı düşünmüyorduk. Hiç birimiz oyuncu, gazeteci veya yazar değildik. Tüm bu meslek yasaklamaları veya kısıtlamaları bizimle ilgili değildi. Hesabını vermek zorunda olduğumuz bir servetimiz de yoktu. (...)
''Gerçi diğer Yahudilerin neler çektiğini, giderek daha fazla yoksulluğa, yalnızlığa ve ümitsizliğe sürüklendiklerini fark ediyorduk, ancak bütün bunlar bizi olması gerektiği kadar etkilemiyordu, çünkü hepsi yaşantımızın çok dışındaydı. Ayrıca Türkiye vatandaşı olmamız bizi hâlâ koruyordu.
''Bizim okulumuzda bile Yahudi çocuklarına bir kota konulduğunda bunun üzerine fazla düşünmedim, çünkü benimle ilgili değildi. Ben bu uygulamadan muaf tutulan üç grubun ilkinde yer alıyordum:
''Yabancı çocuklar, karma evliliklerden doğan çocuklar, Birinci Dünya Savaşı’nda cephelerde savaşmış olanların çocukları.”
Ancak kısa zaman sonra Isaac Behar da okulda Nazilerin müfredata koyduğu “ırk-dersinde“ öğretmen ve sınıf arkadaşlarının iftiralarına maruz kalıyor ve çocuklar tarafından dayak yiyor.
1938’de Kasım pogromu çerçevesinde Isaak Behar’ın adaşı ve kuzeni Buchenwald Toplama Kampı’na gönderildi. Isaak Behar’ın devlet okullarına devam etmesi yasaklandı.
Bir kaç ay sonra Behar ailesi de Türk vatandaşlığının onlara sağladığı himayeyi kaybetti.
Yine Behar’ın hatıratından:
“1939’un Nisan ayının bir öğleden sonrasında eve geldiğimde, içeride çok hazin bir hava hakimdi.
Annem bana bir yazı uzattı. Türkiye’deki hükümet, bizden Türkiye vatandaşlığımızı kontrol ettirmemizi istiyordu.
Bunun çok kötü bir durum olduğunu, çünkü pasaportlarımızın ‘kontrol’ maksadıyla ellerimizden alınacağını derhal anlamıştık.
Başka Türkiyeli Yahudiler bize pasaportlarını bir daha asla göremediklerini anlatmışlardı. (..)
Korktuğumuz başımıza geldi ve pasaportlarımıza hemen el kondu.
Sonra bize içinde ‘Türkiye Vatandaşı’ ibaresi bulunan bir Yabancılar Pasaportu verdiler.
Bir süre sonra bu ibare önce ‘Vatandaşlık Durumu Belirsizdir’, sonra da ‘haymatloz’ oldu. Böylece son güvencemizi de yitirmiştik.”
Türkiye vatandaşlığı ellerinden alınan Yahudiler
Bu durumu yaşayan yalnız Behar'lar değildi. Henüz 1930 yılların ortasında, Türkiye, yurt dışında yaşayan Yahudileri vatandaşlıktan çıkarmaya başlamıştı.
Bir dizi hukuki düzenleme Türkiye hükümetine, 'istenmeyen' unsurların vatandaşlıktan çıkarılmasına yetki veriyordu.
Bu politika ilk başta Almanya’nın Yahudi takibatıyla alakalı değildi. Aksine, bu nüfus politikalarının bir parçasıydı ve muhtemelen Ermeni ve Rumların dönmesini engellemeye yönelikti.
Ancak, Nazilerin Yahudi takibatı başladıktan sonra ve yurt dışında yaşayan Türkiye Yahudileri vatandaşlık korumasına muhtaç kaldıkları anda bu uygulamalar Yahudilere yöneldi.
Otuzlu yılların ikinci yarısında Almanya’da yaşayan yüzlerce Türkiyeli Yahudi Ankara’daki hükümet tarafından vatandaşlıktan çıkarıldı.
Bu uygulamalara maruz kalanların oluşturduğu bir heyet, Ağustos 1939’da uluslararası Yahudi göç örgütü HICEM tarafından Paris’te örgütlenen Yahudi Mültecileri Konferansı’nda içinde bulundukları çaresiz duruma dikkat çekmişti.
Bu metnin sunulduğu konferans 22 ve 23 Ağustos 1939’de gerçekleşti. Sekiz gün sonra, Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla İkinci Dünya Savaşı başladı.
Daviso Asriel Berlin'deki Türk-Sefarad Cemaati'nin son başkanı, Ocak 1942'de Riga'ya sevk edildi ve öldürüldü. |
1941’de başlayan soykırımda vatandaşlığı ellerinden alınan Türkiye Yahudileri de Berlin’den ölüme gönderilen ilk kurbanlardan oldular.
Bunlar arasında Behar’in anne babası ile iki ablaları, amcasının ailesi ve Berlin’deki Türk Sefarad cemaatinin son başkanı Davisco Asriel vardı.
Behar tesadüfen ailesi tutuklandığı sırada evde bulunmuyordu. Üç yıl boyunca Berlin’de illegal koşullarda, evden eve geçerek, bazen sokaklarda yatarak ve birçok iyi tesadüfle hayatta kaldı.
Elvira Profetta’nın anıları
1940’da Fransa’nın işgali ile Türkiye Yahudilerinin Avrupa’daki en büyük cemaati Nazilerin hâkimiyetine girdi, Yahudilerin durumu bir kaç ay içinde dehşet verici bir şekilde kötüleşti.
Durumu o zamanlar henüz 11 yaşında olan Elvira Profetta’dan öğrenelim:
“Günün birinde Almanlar kendimizi kaydettirmemizi emrettiler ve gıda karnelerinin üzerine Juif (Yahudi) yazıldı.
Annemle babam Türk oldukları için karnelerine bu damga basılmadı,
Daha sonra sarı yıldız taşınmasını emrettiler.
Ama bu da sadece Fransızlar, haymatlozlar ve bazı yabancılar için geçerliydi, Türkler için değil.
Annemle babam Türktü, ama ben Fransızdım ve sarı yıldızı takıyordum.
Okulda çok yakın olduğum bir kız arkadaşım vardı.
Ona Yahudi olduğumu hiç söylememiştim, bunu kimse bilmiyordu.
Fakat pazartesi günü sarı yıldızla okula geldiğimde benimle bir daha konuşmadı.
Kardeşimde ise durum tam aksiydi.
Onun Katolik sınıf arkadaşları vardı, kardeşim sarı yıldız takmak zorunda kaldığında, protesto etmek ve dayanışma göstermek için onlar da birer yıldız taktılar.
Bu türden pek çok emir vardı: Artık metroyu kullanamıyorduk, sadece en arka vagona binebiliyorduk, akşamları saat 20’den sonra dışarı çıkamıyorduk, gündüzleri de sadece saat 12 ilâ 13 arasında alışveriş yapabiliyorduk.”
Türkiye konsoloslarının müdahaleleri
Elvira Profetta ve Behar’ın aktardığı gibi Türkiye vatandaşı Yahudiler bir takım antisemit uygulamalardan muaf tutuldu.
Almanya, dıș politikayı dikkate alarak yabancı Yahudilere karșı –özellikle tarafsız ve Almanya’nın müttefiki olan ülkelerin vatandaşı olan Yahudiler için- bir takım “istisnaları” geçici de olsa tanıdı.
Yahudiler, Almanlar tarafından “yıldız taşıyan” veya “yıldız taşımayan” ya da “toplama kampına sevk edilir” veya “toplama kampına sevk edilmez” olarak sınıflandırıldı.
Türkiyeli Yahudiler, "Yıldız takmayan" ve "sevk edilmez" kategorisinde idiler.
Bu durum, Türkiye konsoloslarına Yahudi vatandaşlarını korumak için büyük olanaklar verdi. Bazı konsoloslar bu durumdan istifade ederek birçok kez Yahudiler lehine müdahalede bulundular. 1941 Eylül ayında Türkiye Paris Konsolosu, Ağustos’ta tutuklanan 16 Türkiye Yahudisinin serbest bırakılmalarını sağlamıştı. Sonraki yıl yine Türkiye’nin Paris konsolosu, daha önce tutuklanan ve serbest bırakılan Albert ve Gattegno çifti ve Isaac Bitran için de tekrar müdahale edip, bir daha serbest bırakılmalarını sağladı.
Becky Behar nasıl kurtuldu?
2009'da hayata veda eden Becky Behar da, ömrünün en uzun kısmını Türk konsolosu Nebil Fuat Ertok’a borçludur.
Ertok 1941–44 arasında Milano’daki Türkiye Başkonsolosuydu.
Becky, Milano’da bir halı dükkânı ve Maggiore Gölü’nün kenarındaki Meina’da bir otel işleten İstanbullu Alberto Behar’ın kızıydı.
Temmuz 1943’te, Mussolini’nin görevden alınıp tutuklanmasından sonra, Almanlar İtalya’yı, işgal ettiler. Bir SS taburu İtalya’nın kuzeyinde, Lago Maggiore’de bulunan bazı küçük yerleşim yerlerinde bir dizi katliam gerçekleştirdi.
Becky Behar henüz 12 yaşında bir çocuk olarak Meina katliamını yaşadı. Yaşadıklarını şöyle aktarıyor:
“1943 yılında bombalı saldırılar yüzünden, babamın Meina’daki otelinde yaşamak üzere ailemle birlikte Milano’dan ayrıldık.
Milano’daki evimizi Türkiye Konsolosuna emanet etmiştik. Otelde başka Yahudi aileler ve birkaç Katolik müşteriyle birlikte yaşıyorduk.
15 Eylül günüyse olanlar oldu. Silahlı Alman askerleri oteli işgal etti. Çıkışlar tutuldu ve bütün Yahudiler tutuklandı.
Bizi en üst kata, bir odaya götürdüler, hepimizi içeri tıktılar. Alt alta, üst üste birkaç gün bu odaya tıkılıp kaldık.
Ben ve ailem, artık kurtuluş şansları olmayan diğer Yahudi tutsaklar, hepimiz bir aradaydık.
(...)
Babamı almak ve öldürmek üzere SS komutanına götürmek için geldiler. Annemin nasıl umutsuzlukla ağladığını ve babamın neler söylediğini hatırlıyorum:
“İnancınızı koruyun, Tanrı’ya dua edin”. (...)
Çok genç bir Alman bize yemek getiriyordu.
Onu çok iyi hatırlıyorum, çünkü küçük bir kız olarak bile onun gözlerindeki nefreti görmüştüm.
Günün birinde bana şöyle dedi: “Siz Yahudiler evleniyor, sonra da yeni Yahudileri, düşmanlarımızı dünyaya getiriyorsunuz.”
Bunca yıldır kulaklarımda çınladıkları için unutamayacağım bir başka şey, bağırışlardı. Almanlar konuşmuyor, bağırıyorlardı. Kendi aralarında, konuşurken bile.
Bir süre sonra babamı iyi durumda ve sağ salim geri getirdiler, çünkü son derece gayretli bir adam olan Türkiye Konsolosu Nebil Ertok, otel personeli tarafından durumdan haberdar edilmişti.
Ertok derhal Baveno komutanlığına gitmiş.
Orada yumruğunu masaya vurmuş ve şunu söylemiş: 'Türkiye savaşta olmadığı için hiçbir vatandaşıma el süremezsiniz. Bunu yaparsanız diplomatik bir kriz çıkartırım.'
Böylece o odadan kurtulduk; ben, kardeşlerim, annem ve babam.
(...)"
İki gün sonra otelde bulunan bütün diğer Yahudiler o odadan alındı ve kurşuna dizildi.
Cesetleri sonra gölde bulundu.
Ertok 1944 yılında da Milano da tutuklanan iki Türk Yahudisinin serbest bırakılmalarını sağladı.
Boşuna bekleyenler
Türk makamlarının ellerinde bu olanaklar var iken, binlerce Türk Yahudisi umutlarını Türkiye’ye bağlamıştı. Ancak çoğunun umutları kırıldı.
Diplomatların Yahudileri kurtarmak amacı ile girişimde bulunup bulunmayacakları öncelikle onların kendi tutuma bağlıydı.
Mesela Almanya’da 1939 ile 1942 arasında Berlin’de görevli olan Büyükelçi Hüsret Gerede, Nazilere olan yakınlığını saklamıyordu. Bu nedenle hiçbir Türk Yahudisine yardımda bulunmadı.
Yukarıda saydığımız örnekler ise, mesela Gattegno çifti veya Milano’daki Behar ailesi zaten ticari işleri yüzünden Türk konsoloslarıyla yakın ilişkilere sahipti veya - Alberto Behar ve Ertok gibi - arkadaş idiler.
Böyle avantajlı durumda olmayanların çoğu boşuna bekledi.
Özelikle vatandaşlıktan çıkarmalar binlerce Türkiyeli Yahudiyi korumasız bıraktı.
Türk makamları, Alman ve Vichy makamlarının “Türk” olarak kayıt ettikleri Yahudilerin ancak yüzde 10 veya yüzde 20'sinin vatandaşlığını tasdik etti.
Elvira Profetta durumu şöyle aktarıyor:
“Babam Türk Konsolosuna gittiğinde ona dediler ki:
'Konsolosluğa başvurmak şimdi mi aklınıza geldi? Bunca zamandır hiç uğramadınız!’
Oraya gitmek hiç akıllarına gelmemişti. Annemle babama yardım etmek yerine, ellerine Türkiye vatandaşlığından çıkartıldıklarına dair birer belge tutuşturdular.
Babamın Atatürklü bir rozeti vardı, onu bile elinden aldılar.
Sonra babam tanıdığı bir Fransız polis komiserine gitti.
Bu komiser babamın ‘Türk’ olduğunu ispatlayan Carte d’étranger’ın (yabancı kartı) süresini uzattı.
Yaptığı bu iyilik için babamın ne kadar para ödemesi gerektiğini bilmiyorum, ama komiser kâğıdı damgaladı.”
Nissim Lucien Sabah’ın son mektubu
Nissim Lucien Sabah |
Ağustos 1941’da Paris’te tutuklanan yüzlerce Türkiyeli Yahudi Drancy kampında bekledi.
1942 başlarında, Almanya müttefiki olan ve tarafsız ülkelerin Yahudilerinin çoğu serbest bırakıldı.
O zaman Drancy’de tutuklu bulunan bazı Türkiye Yahudileri, ailelerine yazdıkları mektuplarda onlardan Türk konsolosluğuna gitmelerini, konsolosluğa kendilerinin Türk vatandaşlıklarını onaylatarak serbest bırakılmalarının sağlanmasını istiyorlardı. Ancak boşuna beklediler.
Bekleyenlerden biri 1902 yılında İstanbul’da doğan Nissim Lucien Sabah’tı.
1913’te anne ve babasıyla Paris’e gelmiş ve okuldan sonra meşhur Dehail & Grenier metal fabrikasında çalışmıştı. Yeğeni olan Eugénie ile evleniyor ve 1923’te oğlu Robert doğuyor.
Son ana kadar Türk makamlarından olumlu bir cevap bekliyor.
12 Eylül 1942, Rosh Hashana’nın ilk gününde, eşine son mektubunu yazıyor:
“Bugün Cuma gecesi yılın ilk günü
Sana sabah saatin dokuzunda bu birkaç kelimeyi merdiven sorumlusu bakkal Mahel’in bize yarın sabah saat 8 buçukta hazır olmamızı söylemeye geldiği için yazıyorum. Çünkü 15’te birimiz dışında bütün Türkler gitmek zorundaymış.
İşte bu nedenle bir nöbetçi nezaretinde sana bu kelimeleri yazıyorum çünkü olur da gitmem gerekirse sen güçlü olmalısın.
Şunu bilmeni istiyorum ki buradan gitsem de fikrim senden daha uzak olmayacak ve hayalin uzaktan beni besleyecek.
Yanıma aldığım fotoğrafın beni rahatlatmaya yarayacak ve onu yeteri kadar öpeceğime eminim.
Bunun sonsuza kadar süremeyeceğini ve seni bir daha görebilme umuduyla bunlara katlanmak için elimden geleni yapacağımı düşünerek güçlü ol benim minik sevgilim.
Ve bugün, bu bayram gününde siz ikinizin ve de ailenin yanında olmak yerine hepimiz üzgün ve akıbetimizin ne olacağının kaygısındayız…
(Ertesi sabah ekliyor) Cumartesi sabahı. Saat 7 buçuk’ta biraz önce buradan ayrılacağımı öğrendim. (...) Güçlü olun ve çok uzaklara gidecek olan bu sevgili babanızı unutmayın. Düşüncelerim hep sizinle olacak. Bir ömür boyu sizin Lucien’iz”.
Lucien Sabah 14 Eylül 1942’de Auschwitz’e sevk ediliyor ve bir yıl sonra hayatını kaybediyor.
1943 yılında Türk makamları tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılıyor.
Ancak şunu göz ardı etmemeliyiz: Almanlar istedikleri zaman Türkiye (veya başka tarafsız ülkelere) “tanıdıǧı" istisnaları çiğnediler.
Sevkiyattan sorumlu komutan için hedeflenen bin Yahudi sayısına ulaşmak önemliyse, o zaman topladıkları Yahudilerin tarafsız bir devletin vatandaşı olmaları görmezden geliniyordu.
Türkiyeli bir Yahudinin antisemit kanunlarından birini ihlal etmesi, onun tutuklanmasına ve kampa sevk edilmesine yeterdi.
Yahudilere yasaklanmış zamanda alış veriş yapması, Yahudilere yasak olan bir lokantaya girmesi, sayımda belirten adresten başka bir yerde ikamet etmesi gibi “ihlaller” bir kişinin ölüme gönderilmesi için yeterliydi, Türk vatandaşı olsa dahi.
Leon’un Türkiye konsolosuna mektubu
Haziran 1943’te Eichmann’in has adamlarından olan Alois Brunner Drancy kampının yönetimini üstelendikten sonra zaten koruyucu vatandaşlıkları keyfine göre yok saymıştır.
Bunun bir örneği 1904 İzmir doğumlu Leon’un Drancy kampından Türk konsolosuna yazdığı bir mektuptan öğreniyoruz:
“Saygıdeğer Efendi,
Bu dilekçede sizin saygıdeğer şahsınıza karımın, benim, bebeğimin ve kayınvalidem Madam Cavalliero Perla (TP 2399) kamp müdürü Alman komutanın bizim uyruk belgelerimize alıkoyarak hepimizi sevk edilebilir (deportable) sınıfına geçirdi.
Dün sevk edilebilir sınıfındaki herkes, bizimle birlikte yeniden komutanın huzuruna çıktık…
[mektubun devamı kayıptır]”
Bu satırlar Kavayero –Leon ailesinin son yaşam belirtisidir. Mazaltov, annesi Perla ve henüz 6 aylık kızı Dora 12 Eylül 1943’de Auschwitz’e gönderiliyor ve hemen öldürülüyor, Leon da Nisan 1944’de aynı kaderi paylaşıyor.
“Türk diplomatlar kurtardı / kurtarmadı tartışması”
Daha çok siyasi amaçlı sürdürülen “Türk diplomatlar kurtardı / kurtarmadı tartışması” bence şu açıdan yanıltıcı olabilir. Kurtulan ve hayatta kalanların ezici çoğunluğu, bunu Türk makamların girişiminden değil, arkadaş, komşu, dini veya siyasi dayanışma kuruluşlarının ve direniş hareketlerin yardımlarıyla başarıyor.
Yahudi yardım örgütleri binlerce çocuğu kırsal alanda Hristiyan ailelerde veya manastırlarda saklıyor, bazı Fransız Polisleri Yahudileri olacak operasyonlardan önceden haberdar ederek veya operasyon esnasında görmezden gelerek koruyor.
Victor Algazi’nin anıları
Böyle bir polis Marsilya’da Victor Algazi ve annesinin hayatlarını kurtarmıştı.
Victor Algazi Marsilya’nın kozmopolit l’Opéra mahallesinde büyümüştü. Ebeveynleri Türkiye’den gelmişti. - Ocak 1943 Marsilya Operasyonunu anlatıyor:
“22 Ocak 1943: Her şey gece başladı. Çivi kakmalı çizmelerin çıkardığı ayak sesleri duyuluyordu.
Kapımıza vurarak ‘Açın!’ diye bağırdılar. Annem ayağa kalktı ve kapıyı açtı.
‘Bu evde kim oturuyor? Kaç kişisiniz? Evraklar! Kocanız nerede?’
‘Kocam yok, ben dulum.’
Fransız memur annemin evrakına bir göz attı, sonra etrafına bakarak bir ayağını kapıyla pervazın arasına koydu: ‘Adınız Léon, Luna ve Küçük Asya’da, İzmir’de doğumlusunuz, öyle mi?’
Annem yaprak gibi titriyordu. ‘Askerliğimi İzmir’de yaptım, orası çok güzel bir yer ve bir sürü cana yakın insan tanıdım. Kapıyı kapatın, ışığı söndürün ve 24 saat boyunca kimseye cevap vermeyin,’ dedi.
Annem adamın söylediklerini harfiyen yerine getirdi.
Kısa bir süre sonra kapıya bir kez daha vuruldu ve aşağıdan Fransız memurun sesini işittik: ‘Orası tamam, içindekiler aşağı indiler.’
Komşuların merdivenlerden inen ayak seslerini duyuyorduk.
Aşağı-yukarı inen-çıkan adımlar bitmiyordu. (...)
Aklıma hiçbir zaman geri dönmeyen kuzin ve kuzenlerim, Mizrahiler ve Beharlar geliyor. (...) Arrovaslar Ailesini düşünüyorum; zavallı kadının sekiz çocuğu vardı, sadece ikisi hayatta kaldı. Kimin alınacağı tamamen polislerin keyfine bağlıydı. (...)
Ama biz parasız nereye gidebilirdik ki? Ermeni arkadaşlarımız, ‘Biz takibatın ne olduğunu biliriz’ diyerek bizi yanlarına davet ettiler. Yaya olarak Gavotte’a kadar gittik, toplu taşıma araçlarına binmedik, çünkü taşıtlarda kontroller yapılıyordu.
Artık hiçbir şeyimiz yoktu, gıda karnemiz bile. Karnelerimizi yenilemeye gidemiyorduk, çünkü orada tutuklamak için bizi bekliyorlardı. Gavotte’ta altı kişi küçük bir odada kalıyorduk. Bizi yanına alan dostumuzun ismi Caroline Kaldiremdjian’dı.
Caroline’nin altın gibi bir kalbi vardı. Kendisine nasıl sigara sardığı hâlâ gözlerimin önünde, onun için sokaktan izmarit toplardım. Caroline uykusuzluk çekiyor ve bütün gece şarkı söylüyordu, o söyler, ben dinlerdim. Şarkılarını Türkçe söylerdi.
Caroline benim için bir büyükanne gibiydi, benim için yaptıklarını asla unutmayacağım. Bana Türkçe ‘Ye, oğlum ye’ derdi. Yiyecek neyimiz mi vardı? Kendi boğazından arttırdığı bir lokma ekmeği bana verirdi, ben yerdim.
Benim gıda karnem yoktu, Caroline gider biraz tahıl dilenir, havanda döverek un yapardı.”
Aydın’dan Fransa’ya göç eden Algazi ve Farhi aileleri, kurtulmalarını Fransa’nın güneybatısında Nay köyü sakinlerine borçlular.
Almanların baskı ve zulümlerinin artmasından sonra üç aile küçük Nay köyüne geldiler.
Konuştukları Judezmo dili İspanya’nın sınırına yakın yörenin şivesine benzediği için fazla dikkat da çekmemişlerdi.
Köylüler onlara sahip çıktı, tutuklama emri geldiği zaman bir polis onları zamanında uyardı.
Köydekilere duyulan minnetten dolayı, Maurice Algazi savaştan sonra soy ismini “Deunailles” olarak deǧiştirdi, yani “Naylı”
1941'de Nay köyünde Farhi ve Levi aileleri. |
Türkiyeli Yahudilerin anlatımları yeterince bilinmiyor
Yazıyı bitirmeden önce dikkatinizi bir hususa çekmek istiyorum:
Holokost’u yaşamış olan Türkiyeli Yahudilerin anlatım ve tanıklıkları yeteri kadar bilinmiyor.
Almanya’da, Belçika’da, özellikle Fransa’da hayatta kalan birçok Türkiye kökenli kurban veya onların çocukları, Holokost dönemine ilişkin biyografiler ve anılar yayımladı. Shoah Foundation 30’a yakın video anlatım gerçekleştirdi. Fransa’da Muestros Dezaparesidos’un topladıǧı 80’e yakın tanıklık ve Yahudilerin o zaman yazdıkları mektuplar var. Sadece kitapların sayısı 20’e yakındır.
Bu eserlerin çoğu yaşananlara tanıklık amacıyla yazıldı. Ama bazıları da ustaca yazılmış edebiyat eserleri sayılıyor.
Mesela Marcel Cohen, Fransa’da yirmiyi aşkın romanı yayınlanmış, tanınmış ve ödüllü bir yazardır. Marcel Cohen’in ebeveynleri ve hemen hemen bütün akrabaları Türkiye’de büyümüş ve Fransa’ya göç etmişlerdi. 1943’de, Marcel henüz beş yaşındayken annesi ve babası gözleri önünde tutuklanmış ve imha kamplarına gönderilmişti.
2013’te yayımlanan “Sur la scène intérieure” kitabı, üstün bir duyarlıkla ve minimalist bir üslupla yazılmıştı.
Elinde kalan az sayıda fotoğraf, belge ve zihninde kalan sahnelerden, (“kırıklardan” söz edebiliriz)ölüm kmpına sevk edilen anne, baba ve akrabalarının hayatlarını bir yapbozun parçaları gibi bir araya getirmeye çalışıyor. Böylece, onların yokluğunu nasıl hissettiğini ifade ediyor.
Akrabalarının hayatlarının büyük bir bölümü Türkiye’de geçtiği için (annesi henüz 1936 yılında Türkiye’den Fransa’ya gelmiş ) kitabın da önemli bölümleri Türkiye’yi anlatıyor.
Bir başka çok önemli eser, 1919 Bursa doğumlu, felsefeci ve psikolog Robert Francés’in 1987 “Pierre-Frances Rousseau” takma adıyla yayımladığı “Intact aux yeux du monde”. [Dünya’nın Gözünde Sağlam]
Robert Francés de 1943 yılında annesi Allégra ile Paris’ten Auschwitz’e sürgün edildi ve oraya varır varmaz annesi gaz odalarında öldürüldü. Robert ise Auschwitz’in çalışma kamplarına sürülüyor ve köle işçi olarak hayatta kalıyor. Kitabında sadece Nazi zulmünü ve sürgünü değil, özelikle savaştan sonra Fransa’ya dönüp meslekte kariyer yaptığı halde, Auschwitz’te yaşadıklarının, kendisini hep bu dünyaya, bu topluma ait olmadığını hissettirdiğini dile getiriyor.
Burada ilginç ya da acı olan işe bu kitap ve anıların çoğunun Türkiye’den göç etmiş Yahudilerin eski vatanlarına dair anılarını ve duydukları hasreti nerdeyse nostaljik bir biçimde dile getiriyor olmasıdır. Maalesef bu tek yönlü bir sevgi, Türkiye toplumu bu “aşk”a hiç karşılık vermiyor.
Bu 20 kitaptan şimdiye kadar sadece biri Türkçe’ye çevrildi. O da anı değil. Ariane Bois’in “Hannah’ın Dünyası” adlı romandır. Bu bir kere Avrupa’da yaşamış olan Türkiye kökenli Yahudilerinin kaderine karşı bir ilgisizliğin ifadesidir, ama aynı zamanda Türkiye’de yaşayan ve akrabalarını Holokost’ta kaybetmiş olan Türkiye Yahudilerine karşı da bir duyarsızlıktır. (CG/HK)